Eylem Kahraman Yeni Özgür Politika’ya yazdı: ”Bir kitabı okuyup bitirdiğinizde kahramanlar ve olaylar hâlâ kafanızda dönüp duruyorsa o kitap başarılıdır. Konusuyla uslûbuyla ‘Si ve Rehan’ tam da böyle. Samimi, sıcak, bizden…”
Gazeteci-yazar Ahmet Kahraman’ın yüzünü bile hatırlayamadığı babası ile onu büyüten sevgili annesine ithaf ettiği “Si ve Rehan” adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Aram Yayınevi tarafından yayınlandı.
“Si ve Rehan” bir epigrafla açılıyor. Neruda’nın, “ben de sizler gibiyim, analar/ benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu” dizelerinden de anlıyoruz ki zorlu mu zorlu bir hikâye bekliyor bizi.
Eserde yakın geçmişte yaşanan tarihi olaylar edebi bir dille anlatılıyor.
Bir disiplin olarak tarih yazımının nesnellik bağlamında zorlukları, kısıtlamaları olduğu biliniyor. Tarih olaylara daha genel bakar zira. Kapsayıcı bir resim çıkarmak için toplumsal olanı kişisel olmaktan çıkarır. Edebiyat ise gerçeğin portresinin daha gerçek çizilebilmesini olanaklı kılar. Bireyin toplumla etkileşimini göstermeye çabalar. Toplumsal ilişkilerin özünü kurguladığı karakterde, onun ruhsal durumunda, davranışlarında ortaya koyduğu ölçüde de başarılı olur.
Friedrich Engels, “Tarihçilerden, ekonomistlerden ve istatistikçilerden öğrendiğimden çok daha fazlasını Balzac’dan öğrenmişimdir” der.
“Si ve Rehan”da ilk göze çarpan sinematografik dili. Sade bir dille yazılan roman Kürtçe sözcük ve deyimlerden çok güçlü besleniyor. Yirmiye yakın kitaba imza atan yazar inanılmaz genişlikteki sözcük hazinesini o kadar titiz kullanıyor ki, benzetmeleri, eğretilemeleri anlatıya olağanüstü bir zenginlik katıyor. Metafordan, ironiden ustaca faydalanarak kendine ait bir dil, bir üslûp yaratıyor.
Çok katmanlı roman doksan iki bölümden, bölümler ise her birinin kendi içinde katmanlandığı, metne ayrı bir çatışmayla hizmet eden kısa parçalardan oluşuyor. Rilke’nın da dediği gibi “paramparça olmuş hayatın hikâyesi ancak ufak tefek parçalar halinde anlatılabilir” çünkü.
Yazar roman boyunca sesini yükseltmeden, tozu dumana katmadan sakin sakin ilerliyor. Olaylar sanki az önce yanı başında olmuş gibi anlatıyor. Kalemini bir kamera gibi kullanarak okuru alıp yazdığı zamana, mekâna götürüyor. Kâh Apê Xelef ile Evdal’ın yanında kâh Zozan’ın sofrasında, bir Mergasor’da bir Kevirêsor’da buluyorsunuz kendinizi.
Gustave Flaubert’e “Madam Bovary kimdir?” diye sorduklarında “benim” diye yanıtlar. Bir metin elbetteki tam olarak yazarının yaşantısını yansıtmaz, ama ondan küçük izler taşır. Her yazar metnin içinden, kıyısından köşesinden el sallar bize. Karlı kışlar, tavunklar, çocukların oynadığı oyunlar, kadınlı erkekli govendler, bir sofranın etrafında kom olmuş insanlar alıp geçmişe götürdü beni. Yer yer hüzünlendim, yer yer gülümsedim okurken. Yazarın ülkesine duyduğu sevgiyi, anadili ile kurduğu kesilmez, sarsılmaz bağı iliklerime kadar hissettim.
Bir kitabı okuyup bitirdiğinizde kahramanlar ve olaylar hâlâ kafanızda dönüp duruyorsa o kitap başarılıdır. Konusuyla uslûbuyla “Si ve Rehan” tam da böyle. Samimi, sıcak, bizden…
Ahmet Kahraman “Si ve Rehan” ile ülkemize, dağlarımıza, köylerimize götürüyor bizi. Tarihimiz, kültürümüz, bizi biz yapan değerlerimiz yitip gitmesin istiyor.
Dest xweş birez Qehreman, dest xweş Apê min…
Dosyayı alır almaz okuyup birkaç gün içinde geri bildirimde bulunan, “Si ve Rehan”ı bir an önce okurla buluşturmak için inanılmaz bir çaba sarf eden Aram Yayınevi emekçilerini de tebrik ederim. İyi ki varsınız. Berxudar bin!
“Si ve Rehan”ın yolu açık olsun. Okuruyla buluşsun.