Siyasette attığı cesur adımlarla tanıdığımız Figen Yüksekdağ, bir şiir kitabıyla (Yıkılacak Duvarlar, Ceylan yay., İstanbul 2020) çıkageldi. Doğrusu sesini özlemiştik, şiirini okurken de güzel sesi bana eşlik etti, kulağımda çınladı.
Kitabı bitirirken Yüksekdağ’ın kimi videolarına baktım, bir yer buruktu; Kürtçe bir şarkı söylüyordu: Xeribim ez xeribim. Açlık greviydi ve o, sesiyle eylemcileri destekliyordu. Bu ses, şiirleri boyunca kulağımdan gitmedi.
“Yıkılacak Duvarlar”ı okuyacak olan kimselerin de bu ses eşliğinde okumaları gerek diye düşünüyorum. Yüksekdağ, iyi Kürtçe bilmiyor ama buna rağmen, Kürtçe şarkı okuyor ve duygularını da bu şarkı üzerinden dile getiriyor, dilin hapishanesinden böyle çıkıyor, duygularıyla sesini paydaş kılıyor.
Böylece aslında benim gibi pek çok kimseye politik olarak yanlış gelen “bileşen” ruhu bir örtüşene dönüyor. Bu duyguyu ikinci kişi Yüksekdağ oldu.
Yüksekdağ’ın kitabında on dokuz şiir yer alıyor. Kitap, “Bulutlu Başım” şiiriyle açılıyor ve şiir bir soruyla başlıyor: “Gözlerim/ kara bulutlarla/ dolup da boşalmayan/ şu gökyüzü gibiyse/ suç kimde?” (s., 13). Daha sonra bu suçlu hakkında bize “bilgiler” veriyor.
Gözlerin kara bir buluta dönmesi, dolması ve boşalmaması; iki anlama geliyor, ilki içine atmak, ikincisi öcü alınmamış bir acıyı dile getirmektir. Sonra tasvir başlıyor; burada, gecenin içinde barikatlar yıkılmıştır, birileri teslim olmuştur, ellerindeki beyaz bayrakları utanarak ve bir o kadar da çaresizlik içinde açmışlardır.
Şiirin bildirisine göre, söz konusu an “yokluğun kıyısıdır” ve kıyada “insanlık” kıvranıyor; “bodrumlar yanıyor”, “ıssız evlerde bebeler” “başlarından vuruluyor.”
Yüksekdağ, burada bir şiir söylemiyor, bize niye şimdi hapiste olduğunu anlatıyor; bu anlatımı da bize bir tek şey veriyor: Tanık.
Bütün şiirler bir tanıklığa dayanıyor. Bakış Açısı (s., 36) adlı şiirinde, tanıklık, sevdiklerini bulamama üzerine kuruludur. Yer, bir ilçe bodrumu değildir bu sefer; yer, büyük kenttir, büyük oranda İstanbul’dur; burada “kurşunlanmış çıplak kadın bedenleri” kaldırımlarda yatar, kimlikleri bilinmezdir, o bu kadının tanığıdır; “zeytin gözlü çocuğu” da daha yere düşmeden görmüştür, ilk bakışta tanımıştır. Çocuk uzamı yer değiştirir sonra, buna cenazeler eklenir, kalbin doğusu- batısı, bir araya gelir, elde taşınmaya bile kıyamadığımız, tabuta gelmeyen çocuk cesetleri buzdolabına kaldırılmıştır. Burada artık ağıtta bitmiştir.
Bu çocuklar, toprağa hasret bırakılmışlardır. Çocuk ve anne figürü elbette ağır basıyor bu tanıklıkta ve Yüksekdağ’ın bedeninde yitip gidiyorlar. Yüksekdağ, politik bir figür olsa da anne olma özlemi satır altlarında gözden kaçmıyor.
Tanıklık, kendi içinde kimi arayışlarda getiriyor; örneğin “kimsesizler mezarlığında” “birinin” izini bulamıyor. İzi bulamama büyük bir yıkım anlamına geliyor; iz, devinmektir, bir yaşama belirtisidir; bir şeyin akması, akıp sürüklenmesi, yuvarlanması, dokunması, kokusunun gelmesidir… Mezarlık, son nokta ama burada da iz yok- ceset olarak bile iz, yok!
Tanıklıklar elbette ki bununla sınırlı değildir. Ankara ve Suruç şehitleri de Yüksekdağ’ın şiirlerinde yerlerini alıyorlar. Bunlar, düş yolcularıdır. Yamacımızdan geçerler. Bilir herkes, zaferleri besleyen kederlerdir. Bunlarda çocukturlar. Çocuklara oyuncak taşıma telaşı içine girmişler: “Sırtlanın az kullanılmış oyuncakları/ taze sürgün fideleri/ Unutmayın/ yarım ekmek peynirleri” (s., 31).
Yüksekdağ’ın söylediği şiirlerde ana eksen kadın ve çocuktur. Kitabın ikinci şiirinde çocuk üzerinden bir umut veriliyor. Bir doğum anıdır, bir bebek doğuyor: “ Taç yapraklarının arasından/ gözlerini açıp ceee dedi.” (s., 15)
Demeye gerek yok, Yüksekdağ’ın söylediği şiirler arasında, elbette ki kadın ve çocuk ayrı bir yerde duruyor. “Kadının Gücü” adlı şiir, Kandıra Cezaevi’ndeki kadın tutsaklara “Anneler Günü” armağanı olarak yazılmış. Burada ayrı bir renk vardır, biraz da ironi: Kadın “yorulmuş hevesleri ayağa” kaldıran, “eskiler alıp yeniler veren”, “erkeğin hoyrat elleriyle” yaralarını iyileştirendir. Ama! Bir aması vardır: “Ve eteğini topladın mı beline/ muhteşem güzellikte/ kavga edebilirsin” (s., 19).
Efsane anneler de Yüksekdağ’ın şiirinin konuğudurlar. Bunlardan biri Taybet Ana’dır. Taybet Ana, şiirde “Sekiz çocuğa can vermekten sabıkalı bir ana” olarak tanıtılır. O, “unutma illetti” ve hatırlamanın “şiddeti” arasında nefesiz kalan bir insanlık abidesidir. Adı vefadır.
Yüksekdağ’ın tanıklıkları şiirlerine egemen. Bu yüzden iç dünyasıyla ilgili çok az ipucu var. “Ayna” ve “Gitmeler Hakkında” adlı şiirlerinde bu perde biraz da olsa aralanıyor. Yüksekdağ, şiire karar kılmışsa, elbette ki bu perdeyi yırtıp atması da gerekiyor.
“Ayna” şiirinden gözleri, ellerine kenetlenen bir kadın vardır, kağıdında ise ayna kırıkları; anlarız, kendini bölük pörçük görmeye başlamıştır: Parlaklığı/ ışıltısı paramparçadır belki, içindeki kaldırımlardan “solgun kalpler” topluyordur belki ama, bu aynanın her parçası “başka elde güneşe” de tutulmaktadır (s., 22). Kağıt ise açıktır, mektuptur; hapis yatanlar bilir, kime yazıyorsan, onun sureti kağıda siner.
On dokuz şiir içinde “sen” diye geçen tek şiir Gitmeler Hakkında’dır. Buruktur. Şiirden ağır bir naftalin kokusu gelir; sen, çürütülmek istenmeyendir, yaşayandır ve bu sen’e karşı kalp “söylenmemiş sözlerin manifestosudur.” Sen, bir yere gidendir, bir şeye ama şairden uzakta değildir ve şair, bazen, sen’in içini açar, “yaralara pay” eder, çünkü bilir, “her gidiş, zamanı geldiğinde, kendini hatırlatır” ve kimse de, “onun”, “sendeki sırlı ahengini” durduramaz.
Yüksekdağ’ın şiirleri, geniş bir şiir birikiminden elbette ki yoksundur. Elbette ki yirmi dört saat şiir düşünen bir şairin şiirleri değillerdir. Bu şiirler, duvarlardaki sarmaşıklardır, bir yaşama isteğidir, bir yaşama sevincidir ve elbette ki hüznüdür. Kitaba ad olan şiirle yazıyı bağlayacak olursam…
Duvar görkemli bir imgedir; zenginliği söyler ve aynı zamanda akıl, sır erdiremediğimiz işler babında kullanılır. Duvar büyük ve değerli olanın, bizzat temsilidir de, duvarla korunur ama Yüksekdağ’ın şiirinde duvar, içine kapandığı- kapatıldığı hapishanedir ve buna yıkmak fiili eklendiği zaman “engeller” anlamı taşır.
Yıkılmış duvar, umut edemediği şeylerdir. Ama yıkılacak duvar dediğimiz zaman, bana siz umudu veremezsiniz, ben kendi umudumu, tıpkı meyvenin içindeki çekirdek gibi taşırım demektir: Bu duvar yıkılacaktır. Nazım Hikmet, “o duvar, o duvarınız” diyordu ama bu duvarın yıkılma bahsinde ağır bir erkeksilik vardır; din adamının vaazı, hülyaların gönülleri yakışı vs. Yüksekdağ, naiftir: “Yaşlanmış yüzyılların arasından/ yan yana gelenler/ yıka yıka geleceğe ulaşır” (s., 45).