Türkiye’nin yeni dönem iç ve dış siyasetini anlamak için her şeyden önce bölgesel ve küresel jeopolitiğe bakmak gerekiyor. Zira yeni dönem Türk politikasını şekillendiren ve ona yön veren bölgesel ve küresel jeopolitik gelişmelerdir.
Eski dünyanın ‘ileri karakolu’ ve ‘tampon ülkesi’ Türkiye, yeni dönemde uluslararası ilişkilerde bir ‘nesne’ olmaktan çıkıp ‘özne’ haline gelebilmek için deyim yerindeyse yanıp tutuşuyor. Bu nedenle bölgenin jeopolitiği bağlamında ‘merkezi’ bir konuma sahip olmak istiyor.
Bu amaçla bölgede ister doğrudan ister dolaylı; kendine bağımlı veya biat etmiş güçler eliyle olsun yönetebileceği yeni bir ‘coğrafi alan’’ elde etmeye çalışıyor.
Hedef coğrafyada askeri gücünü arkasına taktığı aktif bir dış politika izliyor. Bunun orta vadeli bir stratejiye dayandığı da gözleniyor. Türkiye Arap Baharı’nın çökmesinden bu yana bir yandan stratejik öneme sahip bölgelerde konumlanmaya, diğer yandan da içeride yeni bir rejim kurmaya çalışıyor.
Türk devleti yıllardır bütün bileşenleriyle el ele vermiş, bütün temel değerleri, iç ve dış bütün temayülleri kural ve kaideleri yeni amaçları doğrultusunda iştahla, acımasız ve ahlaksızca çiğneyerek yoluna devam etmeyi sürdürüyor.
Geri dönüşün imkanları ortadan kalktığı için de ilerlemek zorunda olduğunu görüyor. Bu konjonktürde dursa düşeceğini biliyor; düşmemek için ilerlemeye devam ediyor. Bölgede yeni bir yapılanma sağlanıncaya, dünyada yeni bir küresel nizam kuruluncaya kadar yerinde duracağa, iç ve siyaseti durulacağa benzemiyor.
Öte yandan Türkiye’de devletin bütün bileşenleriyle kilitlendiği hedefleri açısından içeride bir iktidar değişikliğine yer yoktur. Geride kalan yıllarda buna izin verilmedi, gelecek yıllarda da verilmeyeceğini de iç siyasal gelişmeler göstermektedir.
Bir ucunda AKP ve MHP’nin, bir ucunda da CHP ve İYİ Parti’nin olduğu ‘milli tahterevalli’ siyasi dengede bir iki seçim dönemi daha başarıyla(!) kalkıp inecektir. Türkiye’nin ezilenleri de enerjilerini bir ucu kalkarken, diğer ucu inen tahterevalliyi izlerken tüketeceklerdir.
Oyunu görenlerin ve bozmaya çalışanların ise sesleri -yıllardır yapıldığı gibi- bir biçimde kesilecektir.
Yani; geride kalan 6-7 yılda olduğu gibi, önümüzdeki 5-10 yılda da Türkiye’ye jeopolitik perspektifi yön verecektir. Bölgeye yayılma, yerleşme, nüfuz elde etme siyaseti sürecektir. Dolayısıyla her şeyden önce bunu görmek, özellikle de Kürtler açısından olası sonuçlarını değerlendirmek gerekiyor.
Çünkü Türkiye’nin yayılmak ve yerleşmek istediği istediği coğrafyanın başında Kürdistan (Kürt jeopolitiği) geliyor. İlk ve öncelikli hedef buranın ele geçirilmesidir.
Arap Baharı’ndan sonra Kürt meselesi Türkiye’nin bir ‘iç meselesi’ olmaktan çıkmış, mesele Mesut Yeğen hocanın deyimiyle ‘’etnopolitikadan jeopolitikaya’’ evrilmiş ve Türkiye için jeopolitik bir mesele haline gelmiştir.
Bu da sorunun artık içeride değil, dışarıda çözüleceği anlamına gelmektedir. Arap Baharı’na kadar Türkiye Kürt meselesine içerde bir çözüm üretebilir ve onun üzerinden bölge Kürtleriyle ilişkilerini düzenleyebilirdi ancak bu olasılık, Türkiye’nin Afrin’i işgaliyle birlikte sona ermiştir.
Şimdi artık tersi geçerlidir. Irak ve Suriye Kürtleriyle; daha doğrusu Güney Kürdistan ve Rojava ile ilişkisi Türkiye’nin idari ve siyasi yapısını, hatta geleceğini belirleyecektir. Türkiye gibi Kürtlerin de geleceği Güney Kürdistan ve Rojava’daki gelişmelere göre şekillenecektir.
Bölgede merkezi bir konum elde etmek isteyen ve bu amaçla jeopolitik mücadeleye girişen Türkiye, ‘milli bir strateji’ çerçevesinde bölgenin yeni jeopolitik aktörü olan Kürtleri ya tasfiye ederek ya da onlara diz çökerterek etkisiz kılmak istemektir.
Türkiye Kürtlerin kendi ülkelerinde söz karar sahibi olmalarını, Kürt jeopolitiğin bir aktörü olarak bölgesel dengelerde yer almalarını, küresel ittifaklar yapmalarını hazmedemiyor. Bunu kendi bekası açısından hayati bir tehdit olarak görüyor.
Kürtleri rakipten öte düşman olarak gördüğü için de içeride ve dışarıda ‘düşman hukuku’ uyguluyor. Afrin’de, Gire Sipi’de, Serekaniye’de, Güney ve Kuzey Kürdistan’da sistematik olarak savaş suçu işlemesinin altında böylesi bir ‘jeopolitik’ amaç yatıyor.
Türkiye Kürdistan’ı ele geçirmeden, Kürtleri şöyle ya da böyle kontrol altına almadan hedeflerine ulaşamayacağını düşünmektedir. Onun birincil hedefi Kürtlere ya diz çökertmek ya da tasfiye etmektir. Kürtler kendisine biat ettikleri oranda müsamaha göreceklerdir. İçeride ve işgal ettiği bölgelerde yaptıklarıyla bu mesajı vermektedir.
Dolayısıyla hali hazırda Kürtlerin sadece özgürlüğünü değil, esenliğini de tehdit eden başat güç Türkiye’dir.
Türkiye, Ortadoğu’da ortaya çıkan, dikkate alınan, bölgesel ve küresel bazı güçlerin ilgisine mazhar olan Kürt jeopolitiğinde Kürtlerin değil, kendisinin sözü ve hükmü geçsin istemekte, bunun için bir seferberlik halinde ‘sürekli savaş’ siyaseti sürdürmektedir.
Doğrusu Kürtlerin çoğunluğunun bunun farkında olduğunu sanmıyorum.
Zira Kürt siyasetinin ağırlıklı kesimi, hiçbir şey olmamış gibi ‘eskisi gibi’ devam ediyor. Bu gafletten bir an önce uyanmaları gerekiyor ama yeni döneme ve yükselen tehdide karşı önlem alması, politika üretmesi gereken siyasi dinamikler gündemle pek de alakası olmayan şeylerle meşgul olmaya devam ediyor.
Tehlike büyüyor ancak, konu yeterinde tartışılmıyor bile.
Kürtlerin kendi ülkelerinde özgür mü olacakları yoksa köle kalmaya devam mı edecekleri sorusunun hayati bir önem arz ettiği günümüzde ülkesi ve diasporasıyla Kürtlerin bu denli rahat davranmaları ve siyaseten verimsiz olmaları doğrusu insanın canını yakıyor.