sami certel: “şimdi ölüm oldum…“

Yazarlar

insan, canı olana dehşettir…

yaz bitmeye yakın yayladan dönüyorduk. annemin bu yanında ben, diğer yanında kardeşim nasır, yürüyorduk. dayım vardı bizimle, sonra bir düzine insan daha. seksenyedi’den önce olmalıydı, sonrasında yaylaya çıkışlar yasaklandı, gidemedik bir daha.

qertalıx, doğudan batıya uzanan oldukça büyük bir dağ silsilesidir. sarptır. kimi yerinde ağaç adına bir çöp bile bulunmaz, kimi yeri ise ormanlıktır. yayla evleri, qertalix’ın iç taraflarında, ormanlık alanın az uzağında, çanağa tıpatıp benzeyen küçük bir vadide kuruluydu.

oradan köye iki yol inerdi. ilki, yüklü hayvanların, öküz arabalarının kullandığı araba yoluydu. uzun ve dolambaçlıydı. dağın üst kısımlarına kadar çıkan bu yolu, birinci dünya savaşında karlıova’ya kadar gelen ruslar yapmış.

diğeri, kestirme olduğu için daha sık kullanılan bir keçi yoluydu. biz de o yoldan gidiyorduk.

düzlük denilen bir mıntıkadan geçiyorduk. düz filan da değildi aslında; o civarda düze benzer tek yer orası olduğundan olacak, düzlük deniliyordu.

ağaç, o düzlüğün az altında, etrafındaki bodur meşeler arasında, bir ağaçtan çok, bir ailenin ileri gelenine, bir soyun önderine benziyordu. pek boylu bir şey değildi; üç metre ya var ya yok. çok yaşlı olduğunu, kalın gövdesinden anlıyordu insan. dayım indirdi köküne baltayı. sonra bir daha ve bir daha..

vurulup devrilen insan görmedim hiç. iyi ki de görmedim. ama ne zaman bir yerlerde bir insan devrilip düşse, aklıma o ağaç gelir..

ağacı bir insan ile o kadar çok özdeşleştirmiş olmalıyım ki, düştüğünde, birilerinin tıpkı bir insan ölmüş gibi feryat koparmasını bekledim. çıt çıkmadı. dayım durmadı, devrilmiş ağacın gövdesine dikine indirdi baltayı. ağaç ortadan ikiye bölündü. yorulmuştu, geçip oturdu.

o oturduktan sonra ağacın yanına gittim. bir defasında anneme, “insan nasıl ölür?” diye sormuştum, annem, “vakti gelince, canı kuş gibi uçar gider” demişti.

elimle yarılmış gövdesine dokundum, kuş yoktu; neme benzer, serinliğe benzer bir şey geldi elime. insana ıslak bir şeye dokunuyormuş hissini veren, ama ıslak olmayan bir şey.. çok sonra onun özsu olduğunu öğrendim. en uçtaki dalın da en ucundaki yaprağına can veren.

o günden yirmiyedi yıl sonra, yine bir yaz günü, darıca’da, iş makinasının kökünü kopardığı yaşlı bir asma ağacının yanında duruyordum. kazıyı ben yaptırmış,  güzergahını da ben belirlemiştim.

evin sahibi güleryüzlü, yaşlıca bir adamcağızdı. bizleri memnun etmek için gün boyunca didinip durmuştu.

kazı daha bitmeden biri arkadan omuzuma dokundu. evin sahibinin, acıdan kırış kırış olmuş yüzüne döndüm. onu öyle görünce, korktum, ne olduğunu anlayamadım. bir şey diyecekti, diyemedi, dudakları titredi. sonra elini kaldırıp çatı boyunca uzayan asmayı gösterdi. bütün yapraklar solmuştu. kopardığımız kökün asmaya ait olduğunu o an anladım.

evladının ölümünü bile böyle karşılamayan babalar biliyordum.

öyle filmlerden, hikayelerden falan da değil. humeyni’yi biliyordum mesela. bütün mektuplarında, “gözümün nuru, seyid mustafa’m” diye hitap ettiği ve çok sevdiği büyük oğlu mustafa öldürülünce, humeyni’nin, sağ elinin ilk üç parmağını üçgen gibi tutarak yere bastırdığı, kısa bir süre öyle durduktan sonra, “inna lillahi ve inna ileyhi raciun (allah’tan geldik, allah’a döneceğiz)” dediği, cenaze ile ilgili bir kaç talimat verdikten sonra, bir daha ondan hiç konuşmadığı söylenir. bu adamcağızsa  oğlunu kızını öldürmüşüm gibi bakmıştı bana.

içeri girip kapısını kapattı. çıkmadı bir daha. varıp özür dileyebilir, teskin etmek için bir kaç şey söyleyebilirdim, ama ağaca canını geri veremedikten sonra neye yarardı..

robert oppenheimer’ın, new mexico çölünde atom bombasını test edip, oluşan manzarayı gördükten sonra, çok sevdiği bir hint destanından şu sözleri mırıldandığı söylenir: “şimdi ölüm oldum, alemlerin yok edicisi.”

kendine çok merhameti olan bir adam olmasam da, icadı üç günde iki şehri kül edip, yüzotuz binden fazla insanın ölümesine sebep olmuş bir mucidin günahına, günahımı denk tutacak değildim.

ama daha demin yaprakları dipdiri duran asmanın, makina kökünü kopardıktan bir kaç dakika sonra,  başına kurşun sıkılmış bir insanın nasıl ki iki yana düşerse kolları,  her yaprağı o saniye öyle solup düşmüştü. ve o yaşlı adam…

içimde, ne yapsam da susturamadığım bir ses, openheimer’ın ağzından dökülen o cümleyi durmadan tekrarlıyordu: “şimdi ölüm oldum …. “

İlginizi Çekebilir

Eyüp Ensari: Nisan Tezleri üzerinden Kürt meselesi 
Sibel Özbudun: Yoksulların Başkaldırısı ve Kadınlar

Öne Çıkanlar