Tarihten edebiyata, siyasetten felsefeye kadar hayatın her alanında birileri varlıklarını korumak adına sürekli düşman inşa ediyorlar. Bunu bazen dostça, hatta konuştuğumuz sözlüğün içinden bile yapabiliyorlar.
18’inci yüzyılda, beyaz adamların ürettiği ilk ansiklopedilerden biri olan Encyclmopedia Britannica (1789) için zenciler çirkindi, kötüydü, düşmandı; zenci kadınlarının da belleri düşüktü, kalçaları genişti, kalçaları eyere benzerdi; zenciler tembeldi, ihanet içinde yaşardı, küstah ve hırsızdı, merhamet nedir bilmezlerdi. Buna karşın beyaz bir dindir adeta ve zenci olmayan ne varsa, o, odur.
Bütün bu imajların kökeninde elbette ki dinler vardır. Düşman inşası şeytanla başlar ama bunun yeryüzündeki tecellisi tek tanrılı dinlerde Deccal ve Mehdi/ Mesih’le dokunaklı bir yere oturtulur. Bu konuya sayfalar ve seneler harcadığım için girmiyorum.
Politikacılar kendilerini yaratan ya da peygamber düzeyinde görür; görmezse bile iyi, doğru ve güzel olanı kendinde toplarlar. Doğrudan peygamberlik suçtur ama bu, lider sultasıyla giderilir; lider, iyi, doğru, güzeldir. Bu öğeleri de karşıtıyla/ düşmanla her zaman dile getirir.
Düşman yirminci yüzyılın başlarında kokuyla ifade ediliyor.
Düşman, kokuyor.
Fransız’lar için Almanlar kötü kokardı.
Edgar Berillon (1859-1948) adlı psikiyatr makalelerinden birinin adı “Alman ırkının Aşırı Dışkılama İhtiyacı” idi ve bu adam, Almanların kötü koktuğunu söylüyordu. Almanlar için de, Avusturyalılar kötü kokardı. Kötü koku yayan, her zaman karşıt taraf, düşmandı. Cesare Lombroso’nun (1835- 1909) “Suçlu” (1876) romanında “Çingene milleti” leşle beslenirdi ve birde kötü kokarlardı. Bu tarihlerde İtalyan ve Ruslar iyi geçinmezdi, bu yüzden olsa gerek metroları hayvan tersi kokardı. Böyle diyorlardı birbirleri için.
Daha bir sürü örnek bulabilirim ama, şimdilik yeterli.
Dinler dinleri sevmez. Bu sevgisizliği de koku üzerinden dile getirirler. Hıristiyanlar için Yahudiler çok kötü kokar. Tanrı Yollarını Tanı adlı (12’inci yüzyıl) broşürden anladığımız kadarıyla Deccal, Yahudilerin arasından çıkacaktı; hatta, ana rahmine düştüğü an, şeytan da onu besleyecekti. Yahudi’nin tipi de ilginçtir: “Gözleri ateşten, kulakları bir eşeğinki, ağzı ve burnu bir aslanınki gibi olacaktı.” Bir de sırıtırdı.
20’inci yüzyılda, kutsal metinlerin burjuva antisemitçikleri için yorumu, doğrudan Yahudi dinini kabul etmiş kimseler olacaktır. Henri Gregorie Bapatiste (1750- 1831) adlı siyasetçi “Yahudilerin Fiziksel, Ahlaki ve Siyasi Açıdan Yeniden Doğuşu Üzerine Deneme” (1788) adlı “eserinde” şunu söylüyor: “Genelde yüzleri mosmor, burunları kanca gibi, gözleri çökük, çeneleri çıkık ve ağızlarının büzücü kasları çok belirgindir. Yahudilerin her zaman kötü koktuğu da söylenir. Yahudiler ayrıca kanlarının bozuk olduğunu gösteren hastalıklara eğilimlidirler.”
Fransızların, Almanlarla aynı fikirde olmaları gereken yerler vardır. Baptiste artık dedikodularına kadar Nietzsche’den dolayı bildiğimiz Wagner arka çıkar. Uzatmadan, Wagner şunu der: “Yahudiler doğuştan yeteneksizdirler.” Wagner için onlar “Yahudilerin dış görünüşünde, bu milletin en itici özelliği olan bir yabancılık vardır; insan, böyle bir görünüşü olan birisiyle ortak bir şeyi olsun istemez.”
Bu arka plan karşısında Hitler’e de elbette ki şunu söylemek düşer: “(Gençlerin giyimi eğitimin hizmetinde olmalıdır. Eğer bedensel mükemmellik, ihmal edilmiş moda anlayışımız tarafından ikinci plana itilmeseydi, yüz binlerce genç kızın çarpık bacaklı, iğrenç Yahudi piçleri tarafından baştan çıkartılması imkânsız olurdu.”
Yahudi, Hıristiyan dünyasını inşa eden en önemli faktördür. Geofery Chaucer’in (14’üncü yüzyıl) dünya ölçeğinde büyük nam salmış eseri Cantebury Hikayeleri’nde dokunaklı bir ilahi vardır: Ey Kurtarıcının Şefkatli Annesi. Burada, Yahudi Mahallesi anlatılır. Bu mahallede bir kuyu vardır ve bu kuyuya, zavallı Hıristiyan çocukları ya atılmış ya boğazları kesilip kanları akıtılmıştır. Bunu okuyan bir kişi ne yapar ne düşünür, bilmiyorum.
Dinler kendini inşa ederken, düşmana belden aşağı vurmayı da ihmal etmezler. Bizanslı meşhur yazıcı Mikhail Psellus (XI’inci yüzyıl) İblis’in Faaliyetleri Üzerine adlı yapıtında doğrudan “biz” ve “onlar” tanımı yapar; biz, iyilerizdir, onlar kötülerdir; biz “Hıristiyanlar akşamları, yakılıp İsa’nın çilesini anarken” onlar; Yahudiler, aynı saatlerde, “gizli ayinlerine dahil ettikleri genç kızları belirli bir eve götürüp lambaları söndürürler, çünkü ışığın orada gerçekleşecek iğrençliklere tanıklık etmesini istemezler ve ahlaksızlıklarını, kız kardeşleri olsun, kızları olsun, önlerine gelen herkese uygularlar. Aynı kandan olanlarla birleşmeyi yasaklayan ilahi yasaları ihlal etmekle iblislere yaranacaklarından eminler (…) Doğumdan üç gün sonra zavallı çocukları analarından koparıp hassas uzuvlarını keskin bir bıçakla kesip, akan kanı kaselerde toplarlar, yeni doğmuş bebekleri de daha nefes almadan ateşe atıp yakarlar.”
Ayıp denilen bir şey vardır ve şu dipnot olarak yerini almalıdır: “İsa’da sünnet olmuştur” ve sünnet derisi için kiliseler birbirleriyle iki bin yıldır yarış ederler!
Örnekler çok ve hepsini anlak imkânsızdır. Umberto Eco’nun kitaplarını okuyan herkes daha fazla örneğe de ulaşabilir.
Eco’nun kitaplarından birinin adı hoşuma gider: Devlerin Omuzlarında (ki Cüceler). Bu kitabın adı yazıyı bırakmama izin vermedi. Düşman yenilince, yeni iktidar sahipleri devleşir. Şunu hınzırca söylüyor Eco, bizi de uyarıyor, “devlerin omuzlarındaki cüceleri unutmayın.” Çünkü düşman için, cüceler de gerekli. Bunlar her fikirden olabilir. Hatta fikirlere moda olsun diye tutunmuşlar makuldür. Nedir bunların işi?
Bunlar, dikkat edilirse, öteki üzerinden bir kimlik inşasında bulunuyorlar. Hatta andığım örnekleri okuyanlar, kullandığım dil itibariyle “ayıp” ya da komik deyip geçeceklerdir de. Haklılar. Çünkü bu “düşman inşa” merkezli davranışlar, Lacan’ın “ayna evresiyle” yakından ilgililer. İnsanlar ama, kalpleri beyinleri daha gelişmemiştir, sabi deriz onlara, çocukturlar, yaptıkları, söylediklerini ciddiye almayız, alttan alırız; çünkü reşit oluncaya kadar ne söyler ve ne yaparlarsa, biz büyükler sorumluyuzdur. Büyüklerden kastım, vicdanı olan kimselerdir. Çocuk, sadece ister.
Lacan’a göre çocuk 18 ay ve 6 yaş arasında üç evre vardır ve çocuk bu yaşlarda tek kilimeyle bocalar; çünkü, birinci evrede, bir yetişkinle ayna karşısında duran çocuk aynada kendi görüntüsüyle yanındakinin görüntüsünü karıştırır; ikinci evrede çocuk, bunun bir sanrı- gerçek olmadığını düşünür ve son evrede görüntünün görüntü olmadığı ve aynı zamanda aynadaki görüntünün kendi imgesi olduğunu ve bu imgenin de başkasının imgesinden farklı olduğunu görür, kavrar. Bu, şu demektir, bende ben olma bilinci yoktur ve ben, ancak başkası üzerinden aynada varımdır.
Nasıl mı?
Geçen hafta İyi Parti’nin vekillerinden Yavuz Ağıralioğlu dünyanın hiçbir yerinde artık kabul görmeyen bir kullandı. Şunu söyledi: “Selahattin ismini çok görürüm Demirtaş demeye seviyorum aslında. Selahattin, Sırrı, Hasip, Fatma, Emine ismini çok görüyorum. Çünkü bu isimler bir arada yaşama irademizin bin yıllık terkibi. Yüz binlerce Emine, Hasip, Selahattin vardır.”
HDP’den bir yanıt verilmedi. Ya tenezzül edilmedi ya da korktu. Ben tenezzül etmedi diye düşünenlerdenim.
Aleni bir suç vardır burada. Andığı kimseler birer suçlu gibi gösterilmişlerdir. Bu kişilerin kişilik hakları ihlal edildiği gibi onlara bu isimleri veren ailelere karşı da saygı ayaklar altına alınmıştır. Dünyanın hiçbir ülkesinde benzer ifadeler kullanılamaz. Irkçı ifadelerdir bunlar. Kişilerin adları ve soyadları, tıpkı din gibidir; bunlara lakapla yaklaşılmaz. Dahası Türkiye’de soyadı kanunu bu yüzden çıkmıştır; ağa, bey, efendi, hanım, şeyh gibi unvanlar kalksın diye. Ağıralioğlu için bu isimler Türk ve Müslümanların kullandığı isimlerdir ve bu isimler HDP’li kimseler kullandığı için kendisi üzülüyor, bu üzüntüsünü de “çok görüyorum” diye açıklıyor. Çünkü beyefendiyi isimler değil, isimlere yapılan atıflar ilgilendiriyor. Emine, Fatma kutsal annelerdir ama bu kutsallık HDP söz konusu olunca, Ağıralioğlu sıkılıyor. Dahası bu isimle anılan başka kimselerin olduğunu söylüyor, onlarında bu isimlerin HDP’li olmasından üzüntü duyduğunu alttan alta söylüyor. Ağıralioğlu bunu bir birey olarak söylemiyor, bunu pek çok belediye verdiğimiz İyi Parti adına söylüyor; örneğin Nazilide HDP belediye alamazdı ama İyi Parti, HDP’nin oyuyla, 250 oyla kazandı.
Düşman inşası hayatın her alanında var. Kimi zaman görülmüyor. İki gün önce, ölene kadar dinlersem sıkılmam dediğim Zülfü Livaneli’nin bir “şiirine” denk geldim. Livaneli, müzikte iyidir ama yazı için aynı şeyleri söyleyemem; hala, sayısı kırk elliyi bulmayan şiir ve roman okurlarına haksızlık olur. Evet, “romanları” satılıyor; evet, yayınevleri önünde el pençe divan duruyor ama bunların hiç biri onu şair ve romancı yapmıyor. Livaneli her şeye rağmen yazıda ısrar ediyor. Beni ısrar çekiyor, mutlu ediyor. Bu ısrarın hatırı için şarkı sözü ile şiirin aynı şeyler olmadığını söylemek istiyorum. Öğrenebildiğim kadarıyla Livaneli bir şiir yazıyor ve bu şiiri başka bir şarkıcı da besteliyor, okuyor. Cumhuriyet vıcık vıcık olan şarkıyı sunuyor, bütün sitelerde haber.
Şiir, hayatını can kurtarırken can veren doktorlara ithaf edilmiş ama tıbbın naifliği, doktorun sıcak bakışı, yumuşak eliyle değil; sanki doktor bir sağlık emekçisi değil, bir askerdir, yeri ameliyathane değil, bir cephanedir. Şiirin doktorlara ilgili olduğunun tek beyanı, “Beyaz gömlekleri ve yüzlerinde kan oturtan maskeleriyle” ifadesidir ki bunda da ne doğru bir yazım söz konusudur ne de bir şiirsellik vardır; örnek, “maskeleri ile” değil, maskeleriyle yazılmalı! İlkokulda öğretilir, Ali ile Veli dışında ile kullanılmaz. Neyse! Siperle başlayan “şiir” elbette ki edebiyatla ilgili olmadığı gibi sağlıkla da ilgili değildir, şu dizeye bakın bir: Çanakkale’de sipere girer gibi.
Yaşadığımız bir savaş değildir, can telaşına düşmüştür herkes, kimseyle tokalaşmadık bir senedir, sarılmadık.
Livaneli’nin “şiirine” göre, “şiirinin” tarihsel arka planı vardır! Çanakkale’de Türk askeri ne ise, sağlıkçılarda, Covid 19’a karşı aynı rolü üstlenmişlerdir! Pehlivan tefrikalarında, Kel Aliço uydurmasında bile bu kadar düşman vurgusu yoktu. Bulgar haince eline kısmetine sokmuştu, o kadar!
Livaneli ciddi görülür, elbette bunda söylediği şarkıların, ağıtların payı büyüktür. Ama şiirini okuyunca “mizah” yanını fark ettim. Tarihle edebiyat yapmanın, kötü şiire, müziği de ortak etmenin bir tek mizahta karşılığı vardır.
Çanakkale adı altında ise bir düşman iması ve inşası vardır. Çanakkale eşittir doktor; hastalık eşittir, düşman; siperler eşittir, ameliyathane. Buna göre askerler de Çanakkale’de adata İngiliz askerlerini ameliyat etmişlerdir, bizler zafere, İngilizler bugün ki sağlığına bu ameliyat sonucu kavuşmuşuzdur! Hastalığın “düşman” olduğu/ faşizmin dayattığı bir kitle ruhudur bu. Hitler, veba’ya, Stalin kansere benzetilmiştir. Marinetti açıkça komünizmi bürokratik kansere benzetmişti. Traçki için Stalin frengi, kanser ve kolerayla birdi. Birbirleriyle olan kavgalarını, hastalık üzerinden dile getiriliyorlardı. Susan Sontag’ın deyimiyle hastalık üzerinden bir şeylerin ifadesi metafora keskin bir karakter yüklüyor; doğasıyla, bu karaktere bir suç isnat ediliyor ve bir ceza öneriliyor. Hitler, Yahudileri, Almanları saran verem olarak görüyordu. Onlar temizlenir ve yok edilirse, Alman sağlığında kavuşacaktı; 1919 yılı, Eylül ayı boyunca Hitler bunları söyledi.
Çanakkale, diğer cepheler göz önüne alındığında İlber Ortaylı’nın birkaç yerde ifade ettiği gibi zor bir cephe değildir; tayın vardır, elbise yırtık, ama vardır, kurşun, vardır. Sarıkamış’ta bunlar da yoktur. Ancak popüler kültür Çanakkale’yi magazinleştirerek yok etmeyi bir hedef haline getirdi. Çanakkale, Yusuf İzzettin Efendi anılmadan anlatılamaz bir kere. İnsanları sırf macera olsun diye ölüme gönderen Enver Paşa’yı askerin gözü önünde… Sonra da kaza süsü verilerek bu dev adam intihar etti, denilir! Nasılsa, babası da intihar etmiştir.
Uyduruk hikâyelerle, sadece düşman icat ediliyor, imgede yaratılamıyor. Bugün Covid’e karşı aşının kimden geleceğine bakmıyor kimse.
Dahası, sağlık emekçileri de şarkıyla rencide edilmişlerdir. Savaşta bile hekimler, yara bakar, onun kim olduğuna bakmazlar. Bu onları sağlıkçı yapar. Sağlıkçı, asker değildir. İlacıyla mühimmat arasında bir ilişki de yoktur. Livaneli’nin şu dizelerine bakalım bir, diyor ki, “Ter döker, can verenler ve can verirken can bahşedenler/ Çanakkale’de sipere girer gibi/ Bir şafak hücumuna kalkar gibi yoğun bakıma girenler.”
Ne oluyor!
Ne biçim saçmalıktır, bu ne edebiyat bilmezliktir! Had! Ağır ol bay düzyazı, burada şairler var: Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın toprağındasın. “İki gömleği olana Müslüman demezler” diyenlerin çeşmelerinden su içmişsin.
Doktorlar, tedavi ederler, can bahşetmezler, can bahşedenlere de dünyanın hiçbir yerinde doktor demezler. Bahşetmek, doktoru ötekileştiren bir ifadedir; çünkü “bahşeden” üçüncü tekil şahıstır: Bahşetmek/ bahşetir, geniş zaman ekidir ve bağışlamak, sunmak gibi anlamlar içerir. Oysa hiçbir doktor bağışlamaz, sunmaz, görevini yapar, aldığı mesleki terbiye bundan başkasına izin vermez. Bahşetmek, Türkçede kullanılmıyor; bahşetmek yerine “vermek” fiili kullanılıyor: Karşılıksız vermek, bağışlamak, sunmak anlamına geliyor. Doktor, bağışlayan, karşılıksız veren, sunan değil, tıp ahlakına göre görevini yapandır. Çanakkale, mevzi, mermi, tel örgü, güvercin, kan, zincirle şiir olmaz; olsa, hırdavatçıların divanları olurdu.
Diyelim ki edebiyatçıdır Livaneli, abartıyordur… Hakkıdır. Ama arkada kırk yıldır sesini dinlediğimiz bir adam vardır, üzüntümüz büyüktür, bundandır; ondan dostluğu, aşkı duymuşuzdur, o bize siper vermeyendir, her ne kadar ucuz edebiyatın kimi sözlerini (Memetçik Memet gibi) şarkı yapsa da, onun sesinde savaş, kötü bir şey olmuştur, barışı söylenmiştir, onu duymuşuzdur. Bugün, Covit’e bile, bir Çanakkale rozeti elbette en başta, onun müzik kariyerine zarardır. Seslendiği doktorları savaşçıya benzetmek, dünyayı savaştan kavrama düşüncesi kötüdür. İnsan kötüdür ama insanlık dediğimiz geniş ağ, savaşın laneti üzerine kurulmuştur. Stalin kalemin silah olduğunu, şairlerin ruh mimarları olduğunu söylüyordu. Küstahça idi bu ifadeler; kalem silah değildir, şair, mimar değildir.
Hastalıklar edebiyatın “malzemesi” olmuşlardır ve bu oluşla, edebiyatçılarda evrensellik elde etmişlerdir; Thomas Man gibi, Viktor Hugo gibi. Bir başka dil ve kültürde karşılığı olana edebiyat denir. Yoksa umurumda bile değildir. Derdim, bu Livaneli şarkısının Yunanca da nasıl bir karşılık bulacağıdır. Düşmansız, düşmanı ima etmeyen bir dünya… Bu bugüne kadar mümkün olmadı. Umut var mı? Umut yok. Umut hiç olmayacak. Günü kurtarmak, hepsi bu, her şey bunun için…