Kuzovada yazlar sıcak ve kurak, kışları sert ve yağışlı geçerdi… Kar uzun bir süre yerde kalır, uğultulu rüzgârlar eşliğinde yağışlar başlardı ki her taraf çamura keserdi… Baharla beraber Kuzova köylüleri, traktör kasalarına doluşur başka başka köylere ırgatlığa giderlerdi…
İşte böyle bir iş dönüşü, traktöre yüklenen buğday bağlarının üzerinden, düşüp beyin kanamasından ölmüştü, Anik’in kocası…
Yoksulun dirisi de, ölüsü de sudan ucuzdu… Takdir-i İlahi deyip kapatılmıştı olay…
Anik, o gün bu gündür, üç çocuğuyla bu köyde yaşar, çalıp çırpmadan, kendi değimiyle; dilenmeden, emeği, alın teriyle geçinirdi…
İki kızı, bir de Ali’si vardı Anik’in. Kocası öldüğünde Ali de memedeydi daha…
Kış yine zorlu geçmişti. Çok kar yağmıştı ama kar bereketti. Üç tarla buğday ekmişti, bir de bostan ekti miydi, geçinip giderlerdi, hele Ali bir gelsindi askerden; ne kalmıştı ki zaten ha geldi ha gelecekti…
Ali gelsin, Elazığ’da bir iş bulsundu, sonra sütü temiz bir kız bulup evlenseydi. Hoş daha ablaları evlenmemişti. Anik ne yapsındı iyi birileri istemiş de Anik de vermemiş miydi?Herşey kısmet, kader değil miydi. Hele Ali bi gelsin, kurban da kesecekti ama fakirliğin gözü de kör olsundu…
Ali, karayağız bir delikanlı, anası da ablaları da üstüne titriyorlardı, liseye kadar okutmuşlardı, Ali de herkes gibi bir ırgattı…
Bir sabah erkenden Anik kızlarını derin yorgun uykularından uyandırdı, yatmanın da sırası mıydı, Ali askerden gelecekti. O gün ırgatlığa da gidilmeyecekti… Kireci suyla karıştırıp, toprak damlarını boyadılar, en güzel yemekleri yapıp, niyaz bile dağıttılar komşularına. Şükür! sayılı günü bitiren, tanrılarına dualar ettiler…
Ali’de geldi zaten, çocuklar koşup müjde verdiler. Yer ile gökte Anik’in oldu o zaman. Anik yeri öpe öpe karşıladı Alisini…
Ali geldi, bir deri, bir kemik, gözünün feri kaçmış, sanki mezardan çıkmış da yüzüne kül elenmiş, Ali ölmüş de yeniden dirilmiş.
Vayy dedi Anik, vayy topraklar başıma, ne olmuş da Ali bu hale gelmiş…
Ali bir şey yiyemiyor, boyuna kusuyordu, bir dert var ki Ali’nin içini bir kurt gibi deşmiş…
Ali, acemi birliğini Ankara’da yapmıştı sonra usta birliği için İstanbul’a gönderilmişti, yat kalk, sürün. Günleri de geçiyordu öylece… Fakat son üç aydır bir komutan vardı ki; sanki Ali’nin canını almaya gelmiş bir Azrail’di…
Sarı, çilli, kısa, domuz boyunlu, küçücük mavi gözlü, tıknaz mendebur mu mendebur bir komutan işte. Her içtimada herkesin içinde Ali’yi öne çağırıyor, “Kürt, Kızılbaş bir de ne biçim soyadın var! (Ağzonik) yoksa sen Ermeni misin!” diye midesine midesine vuruyor da vuruyor.
Ali, ağzı köpükler içinde, yere düşüyor. Komutan o koca gövdesiyle bir de yerlerde tekmeliyor, sonra o koca elleriyle Ali’yi kaldırıp silahının kabzasını tam da Ai’nin başına vuruyor… Bu cehennem günlerinde Ali hep o itin eniğinin karnına, şarjörünün bütün kurşunlarını dökmek için yanıp da tutuşuyor…
Bir Urfalı arkadaşı var dai Ali’ye “yapma “diyor.
-Komutanın da isteği bu diyor!
– Fırsat verme seni öldürür diyor da Ali’yi kolluyor.
Anik saçını yoluyor…
-Ah O komutan, o domuz boyunlu, o çil suratlı, dertlere gelsin de dermanı olmasın.
– Vayy onun elleri kırılsın da ekmek tutamasın.
Vah onun Allah belasını versin de evine ateş düşürsün.
Ali yalnız sağlığını değil, inancını da kaybetmiş.
Ahh o kurşunları, onun karnına karnına, boşaltmalıydım diyor da, dişlerini bir taş gibi sıkıyor…
Anik, dut pekmezi sütler içiriyor Ali’sine, bir kuş gibi ablalarıyla besliyorlar Ali’yi.
Ali kuru bir dal, kırıldı kırılacak.
– Dağa gideceğim diyor, “O itin eniğinin karnına karnına, kurşunları da boşaltmazsam şerefsizim” diyor da başka bir şey demiyor.
Elazığ, Dersim arası ateşten çember… Ağar başlarında, Yeşil kod adlı canavar kafa kesiyor köprü altlarında, Kürdün kanı sudan ucuz…
Anik, diyor ki;
– Hele sen bi git, hele sen bi git! Ben de şu dut ağacına kendimi asmazsam şerefsizim.
Ne etmeli ne eylemeli, Anik Ali’ye bekçi olmuş, yemeden içmeden, uykudan kesilmiş, “Ahh o domuz boyunlu komutan, ölmesin ölmesin de sürünsün, sinek olup da duvarlara yapışsın. O komutanın gözlerinin ışığı sönsün de dünya karanlığına kalsın. Ne istedi ki öksüzümden” diye diye taş kemiriyor…
Bir Hıdır var köyde, ikide bir polisler alıyor işkenceden geçiriyor… Bir kaç gün gözaltında kalıyor, bazen tutuklanıyor sonra bırakılıyor… Hıdır dürüst biri, herkesin yardımına koşar, hiç kimseyi şimdiye kadar ele vermemiş; elektrik, Filistin askısı… daha neler neler de gıkı çıkmamış. İki hafta önce yine almışlardı polisler Hıdır’ı, anası demişti ki:
“Yezitler öldürecek oğlumu, iki torunum öksüz kalacak, varsın da gitsin yurtdışına.”
Anik günlerce şu yurtdışı meselesini düşünüp durdu…
Bir saba, daha güneş doğmadan kalktı, un eledi hamur yoğurdu, iki saç arasında nar gibi bir göme pişirdi. Güneş yeni doğmuş, yeryüzüne kanat olmuştu.
Anik gömeyi bir tepside bıçak değdirmeden elleriyle doğradı, “Bıçak kandı, dehşetti” niyaza vurulmazdı… Düştü köyün taşlı, tozlu patikasına, kerpiç evlerin, tahta kapılarına birer birer vurdu… altı yoksul eve verdi, yedinciside Hıdır’ın eviydi. Tepsideki son niyazı Hıdır’ın ayakları önünde oturup uzattı, “Sana ben Hızır’ın lokmasını getirmişim… Yurtdışına gideceksen eğer oğlumu da götür diye. Benim ki Allah’tan başka kimsem yoktur, kapına dara gelmişim “dedi. Hıdır, aldı elinden niyazı Anik’in elini saygıyla öptü…
Hıdır, gidecekti son çaresiydi gitmek. Polisler iki oğlunu ve karısını öldüreceklerdi. Bir akşam ateşe verip evlerini cayır cayır, yakacaklardı… Yapamazlar mıydı? Yaparlardı da…
Önce İzmir’e oradan da Yunanistan’a gidecekti oradan sonrası kolaydı… Arkadaşları da vardı. Almanya, Fransa neresi olursa fark etmezdi…
Anik çok ağladı, çok göğsünü dövdü, “O komutanın gözü aksın da, o çil suratlı, o domuz boyunlunun, boyu devrilsin.” Üç aydır yedikleri ekmek haram olmuştu…
Hıdır “tamam” dedi… Ali’yi ikna eder götürürüm dedi…
“Kimse de bilmeyecekti” Bir akşam çıkıp gideceklerdi…
Gün geldi, Ali yurtdışına gidip çalışacak, bir araba alacaktı bir de silah, dönecekti bütün o kurşunlar komutanın o yağ bağlamış karnına karnına, boşaltacaktı…
İki de bir midesine kramplar giriyor, kan tükürüyordu Ali, Anik ve ablaları kanı görünce de ölüp ölüp diriliyorlardı.
-“O komutan, dermansız dertlere geleydi de, gün yüzü görmeyeydi”
Hıdır ve Ali, İzmir’e gittiler. Anik elinde avucunda ne varsa vermişti oğluna, epeyce de borç etmişti.
Giderlerken de Hıdır’a tembihlemişti..
“Sen Allah’a Ali’m de sana emanet” diye… gözyaşı dökmüştü…
İzmir sıcak ve içtendi. iki gün kaldılar bir tekneyle, Ege denizinden Sakız adasına gideceklerdi fakat ikisinin de şebekeye verebilecek çok paraları yoktu. Adaya yakın bir yerde bırakılacak ötesini yüzecek varacaklardı adaya, varınca da Hıdır’ın arkadaşları gelip onları alacaktı. Öyle de yaptılar…
Akşam karanlığını sabaha terk ediyordu. Tekne ikisini de getirip yarı yolda bıraktı daha fazla gidemezdi, ötesini yüzeceklerdi. Hıdır önde, Ali arkada yüzmeye başladılar…
Hıdır, “yavaş yavaş yüz” diyordu, “Su tuzludur kaldırır seni telaş etme ” diyordu.
Ali sakindi…
“Silah” diyordu, “kurşunların hepsini ama hepsini” diyordu…
Birden! Ali’nin midesine bir kramp girdi ki dayanılır gibi değildi.
Bir eliyle midesini tutuyor anasının karnındaki gibi cenine dönüşüyordu.
” Hıdır abi midem” dedi…
– Hıdır döndü, ince dal gibi bir el gördü, simsiyah saçları sulara gömülüp çıkıyordu…
Ha gayret Ali, ha gayret dedi…
Ali tükenmişti…
Hıdır bir daha döndü, ince kuru dal gibi, el bir daha çıktı, yine battı..
Hıdır dönüp Ali’yi kaldırsa bir dal gibi hafifti…
Korktu Hıdır, ya onu da telaşla suya gömseydi… Güzel genç karısını, iki oğlunu düşündü…
Sonra Anik geldi aklına… Elleri koynunda, ağlayan yüzünü anımsadı …
Döndü en son, Ali’nin elini gördüğü yere yüzdü, daldı çıktı, daldı çıktı… Ali yoktu… Hıdır arıyordu da Ali’yi bulamıyordu…
Bitap düşünce de kıyıya vardı…
Kıyıda oradan oraya, sahilde koştu,,, Aliii dedi…. Aliiiii… Yüreği parçalanıp, eti dökülüyordu…
Ali yoktu…
Gün akşam olmuştu, Hıdır hala elleri koynunda, bağdaş kurmuş bekliyordu…
Her bir dalga bıçak gibi Hıdır’ın içini kesiyordu…
“Çözülmek” diyordu, “Çözülmek de buymuş” diye kumlara böleniyordu..