Kurdîstan dediğimizde ulusal-milliyetçi kimlik taşıdığımız söyleniyor, dışlanıyoruz. Yoldaşlar, dostlar bakın bu yazı Türkçe kaleme alındı, bir çok Kurdîstanlı Türkçeyi (zorunlu olarak) eğitim dili olarak görüyor, konuşuyor, yazıyor. Devlet denilen organizmanın kara bir örtü gibi çöktüğü hayatlarının geniş bir bölümünü Türkçe yerine getirmek zorunda kalıyor.
Aslında bu yazı burada bitmeliydi. Bir i̇nsanın anadili yerine başka dilde derdini anlatmaya çalışması bu konunun ne olduğunu anlatmaya yeterdi ama yetmedi. Başka dilde anlatmak da yetmedi. Sorguladınız mı hiç, neden Türkiyeli halklar ve yoldaşlarımız bizim Türkçeyi konuştuğumuz kadar Kürtçeyi konuşamıyorlar, neden dostlar neden?
Ve dostlar, biz: “işte sömürge olmak budur, buna karşı çıkıyoruz. Bu durum bırakın sosyalizmi, insan haklarına bile aykırıdır” dediğimiz zaman da “ulusalcı-milliyetçi oluyoruz.
Öte yandan bu eleştirileri yöneltenler neden bu diyalogların Türkçe olduğunu hiç düşünmüyorlar.
Bu yazı dizisinin amacı, Marxist ideolojinin teorik ve pratik anlayışının Kurdîstan ve TC’de yorumlanmasının kısmen de olsa incelenmesidir, geçmişte veya günümüzdeki örneklerinde de görüldüğü gibi, “Marxizm öldü, bize yaramadı, ulusal sorunu öteledi” gibi okumadan, araştırmadan yorumlanması değildir. Özellikle Marxizmin karalanması hiç değildir. Marxizm, i̇nsanın sömürülmeden, insanca yaşamasının teorik ve pratik ideolojik ifadesidir. Bütün ideolojiler sorgulanmaya açık olmalıdır.
Dogma haline gelmiş bir ideoloji, ideoloji olma özelliğini yitirir. Bir örnek verilecek olursa, Marx kendisine yüzyıl sonrası toplumunun hangi sorun karşısında ne yapması gerektiğini soranlara; “her toplum önüne çözebileceği sorunları koyar, bu nedenle gelecek toplumun sorunlarını bilemeyiz”, demiştir.
Temel sorunun: sömürü düzeninin ortadan kaldırılması olduğu gerçeğidir. Elbette henüz üretim ilişkileri ve üretim güçleri sonuna kadar gelişmemiş, toplumlar proleter ve kapitalist diye net bir şekilde ikiye ayrılmamış olduğuna ve günümüz sorunları farklılık içerdiğine göre, bizler de çözebileceğimiz sorunlara yoğunlaşmalıyız. Teoriye kısmen de olsa uzak olan okuyucular için farklı bir anlatım tarzıyla yazacak olursam: fırtınadan korunmak için üzerimize bir şey giyme derdine düşmüşken, birisinin gelip “bu havadan ancak kalın bir giyecekle kurtulursun, herhangi bir şeyi değil onu almaya çalış” demesi konuyu biraz daha netleştirir diyebilirim. Henüz ulusal anlamda sömürgeyken, sınıf savaşını kime karşı vermeliyiz, kendi burjuva sınıfımıza mı, sömürgeci ülkenin sınıfına mı?
Kurtuluşumuz ortaksa bizim bu ortaklığımız: İran, Irak ve Suriye ile de ortaktır çünkü ülkemizin geri kalan kısmını da onlar işgal etmiştir. Türkiye devrimci hareketleri sadece TC sınırları içinde kurtuluşu istiyorlarsa sözgelimi İran’da da bir kurtuluş hareketini başlatabilirler eğer kurtuluşumuz ortaksa.
Şu an içinde bulunduğumuz durum hem ulusal hem sınıfsal sorunun çözümüne ilişkindir, salt “temel sorun sınıfsaldır” belirlemesi değildir. Çelişkilerden hangisinin öne çıktığı, hangisinin temel olduğunu belirlemek gerekir. Bizim baş çelişkimiz ulusaldır. Yazının içinde kimi maddi hatalar, gözden kaçanlar olabilir. Bunlar bilinçli değildir, uyarılırsa düzeltmek görevimizdir. Geçen yazıda Kaypakkaya’nın “Kurdîstan sömürgedir” belirlemesini yaptığım gibi. Anlatmak istediğim o değildi ama ifade yanlış oldu, özrümün kabul edilmesi dileğiyle.
Dünyada ezen ve ezilen arasındaki savaşa ezilenler açısından bir anahtar görevi gören Marxist ideoloji neden bizim coğrafyamızda farklı yorumlandı? Okunan yayınların doğru bir şekilde tercüme edilmediği çoğu kez dile getirildi ancak tek başına bu yeterli değildir. Neden onlarca siyasi yapı kuruldu ve neredeyse hepsi sosyalist adı altında örgütlenen bir devletin uygulamalarının aynı şekilde kendi ülkelerinde uygulanmasının savunucusu oldu?
“Somut koşulların somut tahlili” neden Kurdîstan ve TC olunca yürürlüğe girmedi, böyle bir durumda yıllarca BDD, MDD tartışması neden yapıldı? Proletaryanın vatanının olmaması demek, herhangi bir ülkede sadece proleter kimliğin mi öne çıkarılması demektir, böyleyse neden her ülkedeki devrimci hareketler/partiler büyük bir çoğunlukla o ülkelerin adlarıyla örgütlendiler, neden “Dünya Proletarya Partisi” olarak örgütlenmediler?
Bütün sınıfsal/ulusal partiler geleneksel olarak kendi ülkelerinin ismi altında örgütlendiler, kısmen farklı isimlerle örgütlenenler de oldu ama genel tablo buydu. TC’de örgütlenen devrimci hareketler genel olarak ülke adıyla örgütlendiler, “neden böyle” diye bir eleştiri yöneltilmedi.
Oysa Türkler dışında bu eleştiri diğer halklar tarafından yapilabilirdi ama “enternasyonal” bayrağı altında kabul gördü veya gördürülmeye çalışıldı. TC coğrafi olarak bir bütün kabul edildi, Kurdîstan”i sömürgeleştirdiği düşünülmedi bile. Artık bıkkınlık yaratan (“Kurdîstan sömürge mi değil mi?”) türünden tartışmalara girmek yersiz olacaktır. Peki neden PKK örgütlenmesi milliyetçilik suçlamasıyla karşılaştı? Oysa PKK genel anlamıyla Kurdîstan’da örgütlenip faaliyet yürüttü. Kürt kimliği taşıyıp TC dağlarında veya şehirlerinde faaliyet yürütmedi. Inaniyorumki böyle olsaydı, alacağı eleştirinin haddi hesabı olmayacaktı.
Okuyucuyu tarihsel tartışmalar ve kronolojiyle sıkmak yerine kısa başlıklar altında yazmak daha sağlıklı ve konu bütünlüğünden ayrılmamak olacaktır.
1917 Ekim Devrimi dünyayı sarsmış ve Marxizm ideolojisi pratiğe döküleceği zemine kavuşmuştur. Ayrı bir yazı konusu olması gereken konuyu belirtip geçelim: üretim ilişkileri ve üretici güçler sonuna kadar gelişmeden, sosyalizm kurulabilir mi? Marx’in belirttiği bu konu başlangıç noktamız olacaktır. Rusya’da bu durum yaşanmamıştır ancak olaylar yine de bir devrime dönüşmüştür. Öyleyse devrim durumu somut koşullara ilişkin güncelliğini sürekli korumaktadır, peki ya bir üst aşaması sosyalizm, onun da bir üst aşaması komünizm? Günümüz koşullarında gerçekleşebilir mi? Umut kırıcılığı yapmak anlamında yazmıyorum, Rusya’da devrimden sonraki adıyla SSCB’de sosyalizm kurulduysa “Savaş Komünizmi, Kronstadt Ayaklanması, NEP” gibi olguları nasıl açıklamak gerekiyor? Bu konuları daha sonra işlemek kaydıyla şimdilik bırakalım.
SSCB kurulduğunda bir yandan kendi varlığını korumak diğer yandan da sosyalizmi dünya çapında yaygınlaştırmak görevleri ve tercihleriyle karşı karşıya kaldı. Kendi içinde devrimin oturtulma mücadelesinin zorluklarını az çok bilebildiğimiz için yazmaya ihtiyaç duymuyorum. SSCB yaptığı tercihle önce kendi varlığını korumaya çalıştı. Gerekçesi anlaşılabilir ama sosyalist, devrimci ahlak açısından tartışma yaratacak düzeydeydi. Sınırlarını çeviren ülke sayısının çok olması ve bu ülkelerin de sosyalizme sıcak bakmaması bir anlamda da düşman olması SSCB’nin kendisini koruma kararını anlaşılır bulmamızı gerektiriyor.
Peki ya bizlere öğretilen devrimci etik anlayıştan bakarsak, sosyalizmde insan ahlakının bencillik yerine üstün bir ahlakı hedeflediğini düşünerek can alıcı soruyu soralım: SSCB hemen yanı başında kurulan ve kuruluşunu egemenliği altında tuttuğu halklara soykırım uygulayarak ilan eden TC ile nasıl ilişkiler kurdu ve bu kurulan ilişkiler sonucunda Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer halklar nelere maruz kaldı? Alınan silahlarla isyanlarda katledilenlerin arasındaki paralellik dikkat cekicidir…
/Devam edecek…/