“Ateşkesten sonra beni Nürnberg’e gönderdiler. Almanya’daki son zenciydim bana kalırsa! Hiç çifte Z diye bir şey duydun mu? Bize yutturdukları şey. Ülkemiz için savaşarak çifte zafer elde edecekmişiz. Bir Amerika için, bir de biz köle evlatları için! Bu zaferler sayesinde bir daha linçle seçim meydanlarında coplanmak olmayacaktı.
İşte beni Nürnberg’e gönderdiler. Bir albay vardı, bana önemli bir iş vereceğini söylemişti; ‘Reichsmarschall Hermann Göring ile görüşeceksin, günler, haftalar…Çenesini çözmek ne kadar sürerse demişti”
‘Kamunun davasının inşasında eğitimine, yeteneklerine ihtiyacım var’ demişti. E yani bu çifte zafer değil de nedir? Altı hafta boyunca adamla oturdum. Günde sekiz saat, haftada altı gün işe koyulduk. İlk iki hafta cinayet akan gözleriyle bana baktı sadece. Ama ben de birkaç şey biliyorum. Adamın egosuna çalışırsan eğer, bir şekilde onu konuşturmayı başarırsın. Ve çok geçmeden Göring konuştu ve ilginçtir bu sefer de susmaz oldu! En küçük şeyden caka satıyor, ben de albay için tek tek yazıyordum.
Sonucumu, uluslararası hukuk analizimi iki hafta boyunca ustalıkla işledim. Sonra bir Pazar günü sabahı, kiliseden sonra, albayın kapısını çalıp ona raporumu teslim ettim. Ne yaptı biliyor musun? Dipnotlarla birlikte tam 400 sayfa tutan raporumu hiç tereddüt etmeden çöpe attı. Evet çöpe attı ve sonra bana dönerek ‘yalnızca o Nazi yavşağına bir zenciye hesap verdirmek istemiştim!’ Dedi.
Efsane Fargo serilerinin 4. sezonunda boy gösteren Doktor Senatör karakterinin ağzından ya da daha keskin bir ifade ile aslında “yüreğinden” dökülen bu sitem dolu, bu kahır dolu cümleleri ilk işittiğimde, siyah-beyaz ayrımının en vahşi şekilde uygulandığı dönemin Amerika Birleşik Devletleri’ni hatırlayarak aslında Nürnberg’de insanlık onuru adına hizmet etmeye çalışan siyahi bir Amerikan vatandaşının, üstelik rütbesi, görevi, kimliği ne olursa olsun bir başka Amerikan vatandaşı tarafından uğramış olduğu bu iğrenç ayrımcılığın, ırkçılığın, hakaretin ve elbette resmi kifayetsizliğin basbayağı yaşanmış olabileceğini düşünmüş ve çok üzülmeme rağmen doğal olarak hiçbir şekilde şaşırmamıştım.
Bildiğiniz üzere Birleşik Devletler kendi öz yurttaşlarına vadettiği o “çifte Z”nin birincisi olan Z’yi müttefikleriyle birlikte 2. Dünya Savaşı’ndan zor da olsa muzaffer çıkarak yerine getirdi ve tüm Avrupa kıtasına o çok ihtiyaç duyulan özgürlüğünü geri verdi. Peki ya diğer Z’nin, yani vatanseverlik konusunda hiçbir falsolarının olmadığını gayet iyi bildiğimiz fedakar, cefakar Amerikalı siyahi yurttaşlarının kendi ülkelerinde “insan yerine” konulmaları, ayrımcılığa hiçbir şekilde tabi tutulmamaları, hukuksuzca, keyfice itilip kakılmamaları hususunda vermiş olduğu sözünü tutabildi mi, vaadini yerine getirebildi mi? Hayır. Sonuna kadar hayır.
Tıpkı, her ne kadar Amerika gibi dünyayı kurtarmaya soyunmasa da, kendi bağımsızlığı uğruna vermiş olduğu o müthiş Kurtuluş Savaşı öncesinde bu toprakların “siyahileri” sayılan kadim Kürtlerine çifte Z vadeden, ancak yine uzak müttefiki gibi vadettiği o Z’lerden sadece ilkini yerine getirebilen; yani Türküyle, Kürdüyle, Müslümanıyla, gayrimüslimiyle el ele, diz dize, omuz omuza vererek bağımsızlık savaşını kazanan; ancak ikinci Z’yi fotoğraflarını paylaştığım üzere çilekeş Kürt analarını canlarının, özgürlüklerinin ve her şeyden daha acısı da evlatlarının, sevdiklerinin üzerinden sınamaktan ne o dünlerde ne de kahrolası bugünlerde hiçbir zaman için vazgeçmeyen; vazgeçmemekte de nedense inatla direnen genç, şimdilerde ise bir hayli olgun(!) hale geldiğini umduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’nin tutamadığı gibi.
Ünlü ressamımız Abidin Dino kadim dostu Nazım Hikmet’in o meşhur isteğini kırmayarak “mutluluğun” resmini yapabilmiş miydi, inanın bilmiyorum. Ancak kendisi destansı bir mucizeyi sırtlayıp bugünlere kadar bir şekilde yaşamayı başarabilseydi eğer, bu kadersiz anaların fotoğraflarına bakarak gerek devlet gerekse de ırkçılığın, duyarsızlığın, vicdansızlığın bataklığında yıllardır debelenen bu toplum eliyle taammüden unutulan, unutturulan o ikinci Z’nin hal-i pür melaline dair hali hazırdaki resmini bir çırpıda o eşsiz tuvaline dökeceğinden hiçbir şüphe duymuyorum.
Bazen bütün bu vicdansızlık ve duyarsızlık sağanağının birer damlası haline dönüştüğümü unutarak hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış, sanki bu yürek burkan ayrımcılığın bir parçası, bir tanığı değilmişim gibi pervasızca gülüp eğlenirken, ağır bağımlısı olduğum takımımın attığı her golle ruhumun yağlarını özenle eritirken, sevdiğim yazarların yeni çıkan kitaplarının sayfalarını keyifle koklarken, kadim dostlarımla iki neşeli lafın daha belini kırmak için sohbeti bilerek uzatırken ve görmek istediğim uzak coğrafyalarda tarihin bıraktığı izleri takip etmenin hayallerini kurarken, bunun sonsuz heyecanını yaşarken yakalıyorum kendimi.
Ancak sonrasında acılar deryasında ailecek boğulmaları için devlet-i ve milleti ile taammüden yalnız bırakılan bu çilekeş insanların yaşadıklarını hatırlıyor ve tahtaya ilk defa kalkan bir ilkokul öğrencisi utangaçlığında hızlıca yerime doğru geçiyorum. Orada bir yandan yüreğimin ve aklımın kırışıklıklarını ütüleyerek bu kadim topraklarda bizlere reva görülen çılgın işkencelere kendime göre direnmeye ve bu zalimliğe önlem almaya çalışırken; öte taraftan kısa süreliğine de olsa kimsesiz bıraktığım haklı öfkemi tüm gücümle bileyleyerek “yerli ve milli” yeni Türkiye’nin her hücresine ağır bir sigara dumanı gibi sinmiş bu duyarsızlığı, bu acımasızlığı ve çetin adaletsizliği dilimin döndüğünce anlatmaya, amatör kalemimin el verdiğince yazmaya ve ifşa etmeye çabalıyorum.
Ancak olmuyor biliyor musunuz? Bir türlü beceremiyor ve sanıyorum artık direnemiyorum da!. Ne yaparsam yapayım, ne yazarsam yazayım insanların etnik ya da mezhepsel kimliklerinin onların maruz kaldıkları büyük haksızlıkları hak edip hak etmediklerinin tespitinde kullanılmasını bir türlü engelleyemiyorum.. Acıların, göz yaşlarının toplumsal kamplara bölünerek her kampta ayrı bir dilde okunup yazılmasına ve hatta “pervasızca” seslendirilmesine tahammül edemiyorum artık.
Acımasız şehir hayatının hem kendisinin hem de ailesinin üzerine bir kabus gibi çökmesinin üzerine o vakte kadar hayat karşısındaki iflah olmaz “çaresizliklerine” beraber tutundukları sadık kahyasına dönerek; “sıfırı tüketmişem kahya, dayanacak gücüm kalmamıştır artık!” der ya Züğürt Ağa. Yüreğimi cehennem ateşinde dağlayan bu elim fotoğraflarla birlikte benim de tıpkı sevimli ağamız gibi dayanacak, nefes alacak halim, dermanım kalmamıştır artık. Hakikaten kalmamıştır. Öyle görünüyor ki sadece ben değil, devlet-i ve milleti ile tekmil-i birden sıfırı tüketmişiz!.