Lota kömüründe hıçkırığı görüyorum/Aşağılanan Şililinin kırışık gölgesi/Derin çukurun acı damarını delerken. Bu isyankar dizeler Neruda’ya ait, “Güneyde açlık” şiirinden. Fakat pekala bunu imge büyücüsü bir Kürt ya da şu günlerin hatırına bilhassa “ger ez mirim li ser gora min şînê negirin” şeklinde yazan Rojhilatlı usta şairimizin torunlarından biri de yazabilirdi ve üstelik bunu Behzad Mahmudi’ye ithafen yazsa çok da anlamlı olurdu.
Evet, konumuz Kürdün hepimizin üzerine mıh gibi çakılan kırışık gölgesi yani açlık, yani ölüm. Behzad Mahmudi isimli Rojhilat Kürdünün hepimizin gözünün önünde açlıktan kendini yakması basit bir mesele değil kesinlikle. Hele başımızı öteye çevirip vicdanımıza siyasi cila çekerek geçiştirebileceğimiz bir mesele hiç değil. Bununla birlikte Kürtlüğü saran bu minör yangını fırsata çevirip, trajediyi araçsallaştırmak suretiyle, konuyu hizip “meze”si haline getirmekten imtina etmemiz hassaten önemli. Eğer konu bir Kürdün yangınıysa, yangına rüzgar devşirmek bütün Kürtleri tutuşturur. Öte yandan çok daha esef verici olanı ise kimi kesimlerin partizan kaygılarla bu trajediyi “açlık oyunları” biçiminde efektif bir oyun olarak lanse etmesi.
Başlarken öncelikle şunlara dikkat kesilmek önem arz eder kesinlikle. Özellikle ulusal özlemlerimizin başında gelen yekîtî arayışlarına halel getirmeden konuyu konuşabilmeliyiz. Dahası söz konusu Başur Kürtleri olduğunda, biz Bakur Kürtlerine sinmiş olan mütehakkim diskurdan uzak durmamız elzem. Buna karşılık söz konusu yoksul emekçiler ve Rojhilat Kürtleri olduğunda ise Başur Kürtlerinin kolaylıkla başvurduğu kıyıcı umarsızlık dilinden uzak durmak da aynı derecede mühim. Konunun özünün tartışılması ve sorunun doğru teşhisi için dilimizin ayarlarını belli bir sabiteye bağlamak şart görünüyor.
Bir kere yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakırken bir Kürt kardeşimizin açlıktan, biçarelikten kendini yakması nereden bakılırsa bakılsın hepimizin ortak utancı. Her şeyden önce eğer Kürt davasına bedenini yatırmış bir Kürt aktivisti, Kürtlüğün başkentinde, kameralar eşliğinde kendi hayatına son veriyorsa, hiç birimiz kusura bakmasın ama bu aynı zamanda aleni şekilde Kürtlüğün intihar fragmanıdır. Son iki yüz yıllık modern tarihimizde Kürtlük hiçbir zaman kendi fedakar aktivistinin karnını doyurmadı, belki ama hiçbir aktivist Kürt de biz geride kalan Kürtleri hicap içinde bırakmak suretiyle hayatına da kıymadı. Gerçek şu ki Kürtlüğün karın doyurmaya başladığı belki de tek parçamızda, bir kardeşimiz açlığın yangını üzerinden mesaj vermeyi seçti. Soru/n şu tam olarak: neden bir Kürt açlık/çaresizlik nedeniyle kendini yakmak zorunda kalıyor? Neden Kürt siyasi elitleri bu olaya seyirci kalıyor? Neden Kürt toplumu bunu kameralar eşliğinde izlediği halde kıyameti koparmıyor? Ve en önemlisi bu benliğin öz yıkımının, yani Kürtlüğün intiharının sebebi nedir?
İlkinden başlayalım. Kürt toplum tarihi bir yerde genel olarak yoksulluğun tarihidir, kabul. Kürt toplumu savaşlar, yıkımlar, salgın hastalıklar sebebiyle açlıkla terbiye edilen bir toplumdur her daim, bu da kabul. Fakat böyle zamanlarda bile Kürt toplumu, mümkün mertebe “recû” dayanışması gibi ya da aşiretin komünal mülkiyetlerini açlık çekene ya hibe ederdi ya da zilyetliğini devrederdi. Keza yine egemenlerin mülksüzleştirme politikası kitleselleşince Kürt yoksulları “pars” diye bir toplumsal dayanışmaya sığınıyordu. Yiyecek ekmeğe muhtaç hale gelen yoksul kesimler pars’a çıkıp, bu şekilde yiyecek veya giyecek bulma ümidine sarılıyordu. Peki ne oldu bu tür imece kurumlarımıza? Neden kapitalizm ve değerleri bizi rehin aldı? Kapitalizm ile ulusal haklar bağlamında sulh imzaladık amenna ama peki bundan yoksullarımıza ayırdığımız pay kendilerini ateşe atmak mıdır?
İkincisi ise değişik parçalardaki Kürt siyasetleri nasıl olur da bir yoksulun kendisini yakmasına seyirci kalır? Neden bu trajik mesele ile bihakkın yüzleşmez? Kürt siyasi oluşumlarının ekonomi-politiğinde ters giden bir şeylerin olduğunu görmek için daha başka ne olması lazım. An itibariyle Güney’e hükmeden siyasi elitlerin ana akım olarak Marx’a mesafeli duruşları malum. Peki o halde aşiretlerinin komünal geleneklerine, Aynul Kudat’ın dinsel metinlerine, o da olmasa Abdulselam Barzani’nin yoksullarla hemhal pratiklerine bakmalarına icabet etmeleri gerekmez mi? Ki açlığın, çaresizliğin nasıl da Kürt aktivistlerini gölgesi gibi takip ettiğini, Başur liderlerimizin anlattığı kitaplardaki yığınla örneklerden deneyimlemek mümkün. Büyük lider Mele Mustafa’nın Rojhilat’a geçtiğinde ya da sürgün zamanlarında insanın içini yakan açlıkla nasıl sınandığını bilenler bilir. Sözgelimi Mele Mustafa, mezarının az ötesinde Kürt davası aktivistlerinin açlığın çaresizliğinden bedenlerin ateşe verdiğini görseydi ne tepki verirdi acaba?
Toplum olarak kendimizle cesurca yüzleşmemiz gerektiği günlerden geçiyoruz. Tıpkı modern Kürtlük gibi geleneksel Kürtlüğün sınıfsal kodları da alev alev yanıyor. Ve yoksulların öfkesi Kürtlüğün sınırlarına kadar gelmiş bulunuyor. Sorunumuz şahsi ya da particilik meselesi değil, sorun yapısal ve sistemik bir meseleden kaynaklanıyor. Aktüel trajedinin birinci elden muhatabı Başur’u idare eden yeni Jön Kürt kuşağı belki de dönüp partilerinin kuruluş ilkelerine bakmalı. Partinin kuruluş manifestosuna bakılırsa, partilerinin işçinin, çiftçinin ve ezilen kesimlerin partisi olduğu şerhi öylece orada yazıyor. Hiç değilse o ruha yeniden dönüp baksınlar. Belki çifte sömürünün hedefindeki Kürtleri rehabilite edecek bir reformist dil tutturabilirler. Başur’un siyasetine hakim kamusal çevrelerde son zamanlarda yapılan toplumsal sözleşme arayışları elbette kıymetli ama hala sınıfsal bir ezilmişlik dilinden uzak kalması ciddi problem. Esasen sadece Güney’in siyasetinde değil diğer parçaların siyasetinde de “ezilen kitlelerin” giderek ideolojik/sınıfsal olarak gözden düştüğü sır değil. Kürtlük ve siyasetleri orta sınıflaşıyor, küresel sermayenin gramerine daha fazla dahil oluyor ve olan çifte ezilmiş Kürtlere oluyor.
Ezcümle bu dramatik olayın bize gösterdiği en az iki ideolojik gösterge var. Bir tanesi Kürtlük anti kolonyal paradigmadan uzaklaştığı andan itibaren bir öz yıkım fabrikasına dönüşüyor. İkincisi ise Kürtlük muhalefetteyken ezilenlerin sesi ve temsilcisi, tarihsel mücadeleyi kazanıp yönetme koltuğuna oturduğunda ise muktedirlerin sesi ve temsilcisi haline bürünüyor. Burada varoluşsal bir problem var. Bunu konuşmalıyız tez elden.
Öte taraftan sorunun bir de “mültecilik” boyutu var. Başka parçadan bir Kürt, diğer parçaya sığınmak zorunda kaldığında neden ona “mültecilik” klişesiyle yani istenmeyen misafir gözüyle bakıyoruz? Gerçek şu ki Kürtlerin kendi yurtları dahilinde yer değiştirmesine pozitif haklar bağlamında anlam yükleyip onun divanın başköşesine buyur edeceğimiz yerde, soğuk bürokratik bir lisan ile ona “mülteci” sıfatı verip sığıntı muamelesi yapıyoruz.
Halbuki Kürt geleneklerinde bu tür durumlar için “bext” diyebileceğimiz kurumsal bir geleneğimiz var. Bext, zorda kalana, zulme uğrayana, yersiz yurtsuz kalana, tutunamayana uzatılan bir eldir Kürt geleneğinde. (Min xwe avêt bextê te) Bu yüce diğerkamlık geleneği dururken, bir bext arayanı, mültecilik hukukuna zorlamak nedir, onu BM ile muhatap kılmak nedir? Daha kötüsü bext peşindekini, zalime teslim etmek nedir?
1951 yılında Arendt, Yahudilerin mülteciliği üzerine konuştuğunda, yerinden edilmiş Yahudilerin gittiği ülkede vatandaş hatta insan bile sayılmadığından bahisle, onların anomali bir varlık olarak görüldüğünden müştekiydi. Ve devamında bu kişilerin ancak suç işlediğinde anomali olmaktan çıkıp insanın haklarına muhatap kılındığını yazıyordu. Geldiğimiz nokta bundan bile beter bir durum. Rojhilatlı bir Kürt, üstelik kendi yurdunda yani Güney Kürdistan’da anomali bir varlık olarak görülmekten şikayetçi. Ve kendisini anomali bir varlık değil de bir insan olduğunu hatırlatmak için alevlere teslim etmek zorunda kalıyor. Kendini küle çevirmek suretiyle muhataplık kazanıyor. Rojhilat’a giderse darağacı, Güney’de kalırsa açlıktan, o da olmasa ateşe vermek suretiyle yani ısmarlama bir ölümle sınayarak kendini muhatap kılabiliyor.
Nereden bakılırsa bakılsın Kürtlüğün en yakıcı yerine gelmiş bulunmaktayız. Hallac darağacına gidince ona aşkın ne olduğunu soran bir sûfiye, “bugün, yarın ve diğer gün olacaklara bak, aşkı görürsün” yanıtını veriyordu. O gün hallaç asıldı, diğer gün yakıldı, öbür gün külleri rüzgara savruldu. Öyle görünüyor ki Rojhilat’ta bir Kürt aktivistin İran’a karşı verdiği Kürt davası Hallacın deneyimi ile sınandı. Rojhilata geçse darağacına talipti, Başur’da ise bir benzin bidonu ile bir kibrit çöpüne mecbur bırakıldı. Ne hazin ki Kürtlük aşkımızın geldiği yer burası.
Hülasa son günlerde bir kamera bir tripod ile Kürtlerin gündemini kasıp kavuran kişi ne yazık ki Rojhilatlı Mahmudi değil, bir mafya aktörü. Kürt kamuoyu bir kamera ve bir çakmakla kendini ateşe veren bir Kürdün görüntülerini değil bir mafya dizisini izliyor ilgiyle. Acı da olsa bu da bizim hakikatimiz ve neden Mahmudi’nin kendini yakmak suretiyle mesaj vermek zorunda kaldığının çürümüşlüğü biraz da buralarda saklı. Varsın gerisini Behzad Mahmudi, Neruda’nın başka bir şiirindeki cümleleriyle tamamlasın:
“Sessizliği verin bana, suyu, umudu
Kavgayı verin, demiri, yanardağları
Yapıştırın bedenlerinizi bedenime mıknatıs gibi
Üşüşün ağzıma ve damarlarıma
Konuşun kanımla, sözcüklerimle.”