Fırat Aydınkaya: Kürtlük Onurunun İşkence İle İmtihanı

Yazarlar

Kim ne derse desin son iki ay içinde meydana gelen üç vahim hadise Kürtlüğün varoluşsal geleceği konusunda alarm zillerini çaldırtacak cinstendi. Her üç vukuatın da Kürtlüğün anlam haritasını doğrudan ilgilendiriyor olması endişe verici. Bu sebeple karnımızdan konuşmanın gereği yok, Kürtlüğün, evrensellik ile kurduğu varoluşsal rabıta infilak etmek üzere.

Bunlardan ilki açlık koşullarına mahkum edilen Rojhilat’lı bir Kürdün, Başur’da protesto mahiyetinde kendini yakma vakasıydı. Diğeri lanetli ebedi dönüşümüz haline gelen Birakujî’nin yeniden hortla(tıl)ması. Öbürü ise geçen hafta “işkence” ile öldüğü iddia olunan bir başka Kürdün cansız bedeninin ailesine teslim edilmesiydi.

Peki ama ne oluyor? Neden alarm veriyor Kürtlük? Hassaten de ezilenlerin umutlarını ilgilendiren temel insani sorunlar karşısında en hafif tabirle Kürtlüğün yalpalamasını nasıl yorumlayacağız?

Günümüzde her ne kadar kimi yazarlar insan hakları felsefesinin sonuna geldiğimizi haklı olarak doktrine etse de sistem dışı hareketlerin iktidar alanlarında kimi zaman ortaya çıkan “hak ihlali” niteliğindeki uygulamalar karşısında ne yapacağımızı henüz ne yeterince tartışabildik ne de kavramsallaştırabildik. Bu alanda Marxizmin hukuk felsefesinin yetersiz kaldığına geçen yüzyılın Stalinizmin zulüm envanteri şahit.

Ulusal kurtuluş mücadeleleri bağlamında her ne kadar Fanon, verilen mücadelenin ezilmişlik ruhuna uygun olması gerektiğini salık verse de bu konuda şimdiye dek hukuki müktesebatın oluşmaması büyük eksiklik. Bu sebeple Rojava üzerinden yeryüzünün lanetlilerine “ideolojik nizamat” verme söylemine ara verip çuvaldızın sağaltıcı etkisine başvurmalıyız şu günlerde. Öyleyse sorunumuz tam olarak şudur: ezilenin umudu iddiasını haklı olarak sürdüren Kürtlük alanında ortaya çıkan hak ihlallerini ne yapacağız? Bunları “mücadelenin kaçınılmaz zayiatı” olarak mı göreceğiz yoksa ikinci el ulus devlet taklidi yapıp siyasi statüye halel gelmesin diye başımızı öte yana mı çevireceğiz? Her ne olursa olsun ilkesel düzeyde ezilenin haklarından mı yana olacağız yoksa ihlalin müsebbibi olup da ezilenin ideolojisini temsil eden kurumlardan mı yana olacağız?

Bu arka plan uyarınca nereden bakarsak bakalım iddia olunan vakaya eşlik eden tek şeyin “umut kırım” olduğu açık. Ailesinin iddiasına bakılırsa her şeyden evvel Emin İsa’nın, sosyal medya paylaşımları yani ifade özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren bir konudan gözaltına alınması vahim. Bununla birlikte yirmi yedi gün gözaltında kaldığı iddiaları eğer doğruysa çok daha vahim. Şüphesiz tek başına bu uygulamanın bile tartışmasız şekilde kötü muamele pratiği olduğu ortada. İnsan hakları sözleşmesindeki dört günlük gözaltı süre marjını bile çok bulduğumuz halde yirmi yedi günlük gözaltı süresini vakay-ı adiyeden sayılması beklenmemeli.  Buraya kadar anlatılanlar eğer doğruysa pek de beğenmediğimiz liberal demokratik hukuk standartlarının, incomminicado koşullarını meşru görmeyen ilkesinin bile gerisinde bir hukuk pratiğiyle karşı karşıya olduğumuz çok açık.

Öte taraftan yine ailenin iddialarına bakılırsa İsa’nın işkence ile öldürüldüğü meselesi var ki, bu çok daha varoluşsal bir mesele. Her ne kadar Rojava’lı yetkililer işkence iddiasını red edip, aileye tarafsız doktorların denetimini önerse de bu tek başına yeterli değil. Dünyanın neresinde olursa olsun gözaltına sağ olarak alınan kişinin ölüsü ailesine teslim ediliyorsa, velev ki orası yeryüzünün en demokratik ülkesi olsun, yine de gözaltında ölüm bir işkence karinesi olarak açık bir şüphe kaynağıdır kesinlikle. Bu durumda gözaltı birimlerinin işkence yapmadığının ispat külfeti bizzat ilgili yönetimin boynunun borcudur, yani ispat yükümlülüğü ölenin ailesine bırakılamaz. Bu da yetmez, işkence yapılıp yapılmadığı bağımsız ve tarafsız organların denetimine sunulmalı. 

Tüm bunlarla birlikte Rojava toplumu söz konusu olduğunda hakkaniyet ve hassasiyeti elden bırakmamak icap eder. Başta faşizan örgüt İŞİD olmak üzere değişik grup ve devletlerin ölümcül tehdidi ve markajında kendi kendini var kılmaya çalışan toplumun “kırılgan realite”sini göz ardı etmek hakkaniyetle bağdaşmaz. Ne var ki bu kırılgan realite, keyfiliğin meşruiyetini sağlamanın aracı da kılınamaz. Bundan daha önemlisi ise Rojava, yeni bir toplum inşası bağlamında Kürtlüğün ideolojik laboratuarının sembolik değerini ifade ettiği ölçüde sırf bu yüzden bile olsa Emin İsa vakası gibi sarsıcı vakalar sebebiyle ekstra hassasiyet göstermesi gerek.

Ne var ki buna rağmen Rojava’daki yekîtî görüşmelerinin el freni ile yol alması, Başur merkezli basın yayın kurumları söz konusu olduğunda gösterilen otoriter tahammülsüzlük ve de ceza hukuku ile insan hakları hukukunun kesiştiği usul ekonomisinde ortaya çıkmaya başlayan kötü muamele iddiaları hayli düşündürücü. Sebep her ne olursa olsun Kürtlük, kapısına kilit vurulan basın kurumları ile hele işkence iddiaları ile birlikte anılmamalı. 

Esasen sadece Rojava’da değil Başur’da da Kürtlüğün hukuk üretimleri arıza veriyor. Orda da uzun gözaltı süreleri, insan onuruyla bağdaşmayan mültecilik prosedürleri neredeyse idari pratik halini almış durumda. Peki ama neden Kürtlüğün hukuk usulü ve felsefesi, Kürt toplumunun hak bilinci seviyesinin çok gerisinde? Bir açıdan yaşanan bu değer yitimini Kürtlüğün yapısal dönüşümüne bağlamak olası. Sistem karşıtı hareket olmaktan sistem-içileşmeye uzanan kavisli yolun insani değerleri tırtıklayabileceğini diğer ezilen halkların deneyimlerinden görmüştük. Sistem dışı bir hareket olarak özgürlük ve eşitlik değerlerini masseden Kürtlüğün, iktidar kombinezonlarının içine girdiğinde bu değerleri ne şekilde aktive edeceğine dair kafa karışıklığı yaşadığını görmekteyiz. Devrim ideolojisinden, iktidar ideolojisi devşirmek belli ki Kürtlüğü kötürüm kılıyor. Burada sorulacak soru belki de şudur: insanlık değerlerinden ödün vermeden yani özgürlüğü ve eşitliği temel sabite kılarak Kürtlük, neden (henüz) özgürlükçü bir yönetim modeli ortaya koyamıyor?

Eğer bu doğruysa bunun devamında şöyle bir soru da meşrudur: Kürtlükten devrim ideolojisini yani eşitlik ve özgürlük umutlarını çıkardığımızda geriye ne kalacak? Kürtlük eğer açlıktan kendisini yakma sorununu veya işkence sorununu çözemeyecekse neye yarayacak? Başka deyişle Kürtlük eğer işkence ile anılacaksa, gözünü kırpmadan kardeşini öldürmeyi ve/ya açlıktan kendini yakmayı sembolize ediyorsa yani ölümü temsil edip yaşamı iptal ediyorsa ne yapacağız bu Kürtlüğü? Gerçek şu ki, işkence ile ya da açlıktan kendini yakma ile anılacak bir Kürtlüğün Baasçı ideolojinin vasat bir şubesinden öte olmayacağını görmeliyiz.

Ezcümle, Yeryüzünün Lanetlileri isimli eserinin son pasajında Fanon, kelimesi kelimesine şöyle buyuruyordu: “Kendimiz için ve insanlık için, yeni bir sayfa açmalı, yeni kavramlar geliştirmeli ve yeni bir insan yaratmaya çalışmalıyız”. Lebensraum peşindeki devletlerin el koyma iştahlarına rağmen Rojava’da yeni bir sayfa açıldı, yıkık dökük de olsa yeni kavramlar da çıkıyor. Fakat galiba esas mesele yeni insanın inşasında düğümleniyor. Eski insan ile yeni sayfa açmak kolay olmuyor belli ki. Hülasa “yeni Kürtlük” eğer ezilenin insancıl formasyonundan mülhem yeni bir hukuk felsefesi ortaya koyamazsa, Kürtlerin haklarını gasp eden mütehakkim rejimler için söylenen “insanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganı “Kürtlük onuru işkenceyi yenecek” şeklinde tahvil edilebilir. 

İlginizi Çekebilir

Zülküf Kurt: Erdoğan 2005’e değil, 2007’ye daha yakın!
Gökhan Yavuzel: Sessizliğin Yankısı 

Öne Çıkanlar