Ali Engin Yurtsever: Sorunun ve Çözümün Kimliği 

Yazarlar

       Hayat, bir ressamın elinden çıkmış göz kamaştırıcı bir tablo, her ilmiği benzersiz örülmüş bir halı, başlangıcıyla bitişi arasında mutluluğun her satıra yansıdığı bir masal değildir. İnsanın, kendisiyle, toplumla ve doğayla ilişkide olduğu ve bu ilişkinin getirdiği sorunlarla beraber yaşamak ve çözüm yolları bulmaktan meydana gelen bir süreçtir.

      Bir sorunun çözümünü bulmak için temel anlamda önce sorun olduğunu kabul etmek, ardından sorunu tanımlamak, çözüm yollarını bulmak ve çözüm için gerekli bilgiye sahip olmaya çalışmakla beraber sorunun iç ve dış bağlantılarını ele almak gerekir. Bir gömleğin yanlış iliklenen ilk düğmesi gibi, sorun olduğunu kabul etmemek veya yanlış tanımlamak bir kısır döngünün çemberinden başka birşey değildir.

      Karşılaşılan sorunun dönemin toplumsal ilişkilerini bağlayan, ileri gitmesini engelleyen bir konumda olması gerekir, bu nedenle insanlar veya toplumlar çözümü olabilecek sorunlara eğilirler, eğilmek zorundadırlar. Henüz vakti gelmemiş sorunlara eğilmemek tutumunu almak durumundadırlar. Bu durum bize dönemsel sorunun nesnel gerçeklik olarak kabul edilip, çözümüne yönelik adımların atılmasının zorunluluğunu göstermektedir.

Daha basit bir anlatımla, araba sürülmeyen, trafiğe gereksinim duymayan bir yerleşim yerinin trafik lambalarını tartışmaya açması, kendisinin çözüm bekleyen sorunlarından uzaklaşmasını ve o sorunların çözümü yerine sorunun içinde boğulmasını getirir.

      Özünde iki sınıfın uzlaşmaz çelişkisinin yansımasının yarattığı ulusal, inançsal ve bir çok savaşı içinde barındıran bir gündem dünyayı kasıp kavuruyor. Her coğrafya, kendisi için önemi ağırlık basan, çözümünü dayatan soruna eğiliyor ve çözmeye çalışıyor. Bizler de bu gündemden payımızı alıyoruz. Kimi zaman kişisel kimi zaman da toplumsal düzlemde kendi çözümünü dayatan soruna eğiliyoruz. Elbette sorunun çözümü, sorunu yaratan ve çözümü dayatan kesimlerce farklı algılandığı için önce “sorun” bağlamında bir başlangıç gerekiyor.

    Bizim açımızdan belirgin sorun ulusal sorundur. Sömürgeciler tarafından parçalanmış, tarihi, kimliği, kültürü kısaca hayata dair neyi varsa soykırımdan geçirilmiş bir ulusun insanlarıyız. Bastırılan bütün isyanlara inat, her seferinde yeniden ayağa kalkmış ve tekrar isyan etmiş bir ulusuz. Toprağımızı, kültürümüzü, kimliğimizi istiyoruz ve bu isyan bir savaşa dönüşmüştür, durum bu kadar nettir. 

    Sömürgeciler açısından da sorun tanımlanması net sayılabilir: “terör”. Bütün bir toplumu bu tanıma mahkum ettikleri ve Goebbels’in izinden gittikleri için yalanı tekrar ede ede topluma gerçek diye kabul ettirmeye çalışıyorlar, kısmen de olsa başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.  Bir savaşın içinde oldukları gerçeğinden habersiz yaşayan bir toplumdan, göçebe kültürünün özünde barınan vahşetin cisimleşmiş halinin önümüzde durmasından söz ediyoruz.

       Dünya tarihinde bütün halklar savaştıkları düşmanlarının ölülerine saygı duymayı bir kültür haline getirmişlerdir. Onları ya sahiplerine vermiş ya da saygı duyarak toprağa gömmüşlerdir. Sömürgeci Türk devleti ise yeri geldiğinde dağ başlarında uçurumlara atmış kurda kuşa yem etmiş, yeri geldiğinde arabaların arkasında sürüklemiş, yeri geldiğinde kargoyla postalamış, yeri geldiğinde de kaldırım taşı yapmıştır. Insani saygı ve ahlaki kurallara sahip olmayan bir nesnel gerçeklik var karşımızda. Bilip de yaptığından değil, insani değerleri ve insanlığın yarattığı normları bilmiyor oluşundan kaynaklanıyor bu durum.

    Tepeden tırnağa cehaletle bezenmiş bu toplumun bin yılda geldiği nokta budur, bu durumun değişmesi için de bir o kadar yıl eğitim gerekir. Bu toplumu barış, demokrasi ve özgürlük masasına oturtup, bu konuların konuşulduğunda anlayabileceğini sanmak ölüme davetiye çıkarmaktır. Ancak hayat bize sorunun çözümünü dayatıyor, hem de -maalesef- bu toplumla. Öyleyse sorunun varlığını kabul etmekle başlamak gerekir, daha sonra adını koyup, çözüm yollarını arayarak sonuca bağlamak gerekir.

     TC ne sorunun varlığını, ne adını, ne çözüm yollarını, ne de yüzleşeceği sonucu kabul etmiyor. Yani savaşmak ve sonucuna katlanmak istiyor. Bu uğurda yüzyıllardır kurduğu bütün toplumsal yapıyı yerle bir etmekten çekinmiyor. zaten çekinmediği için de devlet yapısı hızla çöküyor, çöktü de. Ekonomik, politik sistem ayakta görünüyor gibi duruyor olmasına rağmen çürümüş ve yıkılmaya başlamış bir sistem haline dönüştü. Sırf Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin direnişini kırabilmek için, dünyaya vermediği taviz kalmamış olmasına rağmen yine de başarılı olamadı. K. Pir’in deyişiyle “devlete çakılan kazığı” çekip çıkarmaya gücü yetmiyor artık.

     Henüz yaşattığı ve yaşadığı sorunu görmekten aciz bir devlet ve toplum yapısının ayakta kalması mümkün değildir. Sırtını parlak sözlere dayayarak toplumlara yüzünü dönmek artık seyircisi olmayan bir oyuna dönüşmüştür. Kürtler bu oyundan çekildiği anda yıkılıp gideceklerdir, şimdilik her toplumsal sorunu Kürtleri gerekçe göstererek bastırıyorlar, Kürtlerin olmadığı bir toplumsal yapı birbirlerini yiyerek dağılmaya mahkumdur.

     TC için çözüm süreçleri, sıkışan devlet yapısını geriye çekilerek tahkim etmekten öte birşey değildir. Bu nedenle bir pazarlık olarak görüyorlar. Üzerinde tepindikleri bizim hayatımız ve insan hayatı pazarlıklara konu olmayacak kadar onurludur. Aynı ırmakta ve aynı suda yıkanmakta ısrar etmemek gerekir.

İlginizi Çekebilir

Zülküf Kurt: Seçimleri boykot etmek bir seçenek mi?
Uğur Güney Subaşı: Benim adım Selahattin Demirtaş

Öne Çıkanlar