Beyaz olmak, bir renk için
korkunç bir kaderdir.
Bu, Bismarck’ın giyindiği üniformanın rengiydi, bir resimde görmüştüm. Daha doğrusu, resmin fotoğrafında görmüştüm.
Prusya kralı 1. Wilhelm’in, 18 Ocak 1871’de Alman Kaiseri olarak taç giydiği tören, Paris’te, Versay sarayında yapılır. Bu anı ölümsüzleştirmesini istediği ressam Anton von Werner’dan Wilhelm’in bir isteği daha vardır: Yapacağı resimde şansölye Bismarck’ı belirgin bir şekilde göstermesidir. Öyle ki, tabloya bakanlar ilk onu görsünler.
Werner, Wilhelm de dahil herkesi koyu kıyafetler içinde gösterirken, yalnızca, tablonun merkezinde duran Bismarck beyaz bir üniforma içinde ve “Kan ve demir !” diyen bir adam nasıl durursa, öyle durmaktadır.
Tablo, Wilhelm’in Bismarck’a hakkını teslim etmesi; “Kraldan imparator, küçük bir krallıktan imparatorluk çıkaran sensin” demesidir.
Bismarck’ın büyüklüğü, Almanya’nın birleşmesi meselesi şiddetle çözülecek bir noktaya geldiğinde, şiddet ehli bir adamın, bu yeteneğini kullanması halinde sonuç alacağını bilmesi ve kullanmakta tereddüt etmemesi olarak ölçülür çoğunlukla.
Çeyrek yüzyıldan fazla bir süre kasırga gibi esen Bismarck’ın, 1890 seçimlerinden istediği sonuç çıkmaz. İkinci Wilhelm’den seçim sonuçlarını tanımamasını (geçmişte iki tane parlamento feshetmiş adamdır Bismarck) ve kendisinin başkanlık edeceği bir istibdat hükümetine izin vermesini ister. Bunu istediğinde yaşı artık sekseni geçiyordur. Kan ve demir diyen adamların huyudur, gitmesini bilmezler.
Ancak Wilhelm onu geri çevirir. Wilhelm’e rağmen aklındakini yapmak ister, bir takım ayak oyunlarına da girişir, ancak ondan da bir sonuç çıkmaz. Köşesine çekilir çaresiz, ölünceye kadar da orada kalır.
Bismarck’ın, üzerine Almanya’yı inşa ettiği kan ve demir esası, Almanya’ya pek de hayırlı gelmez. Demir Almanya’ya iki kere saplanır, Almanya’dan kan iki kere dökülür (dünya savaşlarında). Bismarck’ın çizdiği sınırlar değişir, hatta etrafına Almanya’yı ördüğü Prusya bile elden gider. Geriye kan ve demirle var etmediği, emeklilik yasası vesaire şeyler kalır.
( Biri sizi ülke sahibi yaparsa, bir gün o ülkeyi tutup başınıza yıkmayı da, burnunuzdan fitil fitil getirmeyi de kendine hak görür. Makulü, halk meclisleri, ulusal birlik kongreleri gibi demokratik araçlarla hep beraber bir ülke olmaktır. O çabaya herkesi ortak etmek, hak sahibi yapmaktır. Böylelikle ülke ta en başından demokrasiden doğmuş olur. ABD, Güney Afrika, Hindistan aklıma gelen örnekler.
Mesela;
Gandhi ve Muhammed Cinnah İngiltere’de hukuk eğitimi alıp, avukat oldular. Hindistan’a da aşağı yukarı aynı dönemde döndüler. İkisi de ulusal kongrede siyasete başladılar. Daha sonra Cinnah ayrıldı kongreden, bildiği yoldan gitti, Gandi kongre ile devam etti. Hindistan ile Pakistan aynı gün kuruldular. Pakistan’ı Muhammed Cinnah (ulusun babası) bir başına kurdu, Hindistan’ı ise kongre kurdu. Şimdi Hindistan demokrasisine bakın bir, bir de Pakistan’daki işte o her neyse ona bakın.)
Hasılı;
“Kılıçla doğan” ve Almanya’yı kılıç ile bütünleyen “Kan ve Demir !” kültürü, Almanya’yı yerle yeksan ve bölünmüş bırakıp, “kılıçla öldü.”
İşte o zaman, yani kan ve demirin bariz yenilgisini gördükten sonradır ki, Almanlar Bismarck’ın pos bıyıklarını indirip, yerine, intihar ettiği güne kadar belki de bir silaha hiç dokunmamış olan ve yola Bismarck’tan çok evvel çıkmış olsa da, pek rağbet görmemiş olan Frederich List’in çember sakallarını astılar. Bu da Almanya’nın ihyasının başlangıcı oldu. Demir tutan değil, demiri üretip, ihraç eden bir Almanya, her Almanın katılımı ve gayretiyle yeniden kuruluyordu.
Yalnızca List’in söylediği yoldan giderek (gümrük birliği, ihracat öncelikli ekonomi, demiryolları) önce Avrupa Ekonomi Topluluğunu oluşturdular, oradan da Avrupa Birliğini çıkardılar. Bölünmüş Almanya’yı bütünlemek de bu yolla geldi.
Yeni Almanya’nın, “Kan ve Demir !” Almanya’sıyla olan farkını, Yugoslavya sorununu nasıl çözdüğüne bakarak çok daha iyi görebilir insan.
Birinin, şeklini beğenmediği bir kemiği kırması, onu istediği şekle soktuktan sonra, yeniden kaynatması gibi, önce halklarını birbirine boğazlatıp Yugoslavya’yı çözdüler, sonra da onları kendi buyruklarında (Avrupa Birliğinde) kan ve demire ellerini hiç sürmeden yeniden birleştirdiler.
Çok alçakça, ama bir o kadar da dahiyane..
Evet, işte oradalar, Wilhelm ve Bismarck… Annelerinden doğmuş iki insandan çok, bir çölün etleri acı, dikenli bitkilerine benziyorlar…
Diğer beyaz, Goya’nın, “Madrid’te 3 Mayıs 1808” isimli tablosunda bir gömleğin rengidir. Gömleği, Napolyon’un İspanya’yı işgaline karşı duran isimsiz bir İspanyol taşımaktadır.
İlk bakışta, teslim olmuş birinin havaya kaldırdığı kollarına baktığınızı sanırsınız. Ama dikkatli bakınca öyle olmadığını görürsünüz. Adam reddetmiş kaçmayı, dizlerinin üstünde durmaktadır.
“Yalvarmak ya da meydan okumak içindir kollarının havada oluşu” der bir sanat tarihçisi. Öyledir diyemiyor insan; teslimiyet ve meydan okumadan çok, Seyit Rıza’nın Buğday Medyanındaki haykırdığını, adam kollarıyla haykırır gibidir.
Bir haykırıştır, evet, ama kime ?
Aynı sanat tarihçisinin, “Askerlerin davranışlarındaki sert tekrarlar ve tüfeklerinin çelikten hizası…..” diye başlayan bir cümlesi var.
Kim bu çelikten hizaya bir şey haykırır, kim bir haykırışı o zalim hizada ziyan eder ki… Evet, başka birirlerine olmalı ya da başka bir şeye; bir zaman kesitine, bir yere belki…
Levhalar adlı kitabının XI. levhasında Hüseyin Kaytan sorar:
“Evlad-ı Kerbelayız, bihatayız diyorsun,
o sehpa kürsüsünden Seyyidim, kime hitap ediyorsun ?”
Seyit, boynunu hiçbir kendirin kıramadığı bir yöne haykırmıştı ki,
işte o neydi ?
Bir tane de ben hatırlıyorum, “Etmeyin” diyordu adam, “Seyit Mustafa ocağındanım, hürmetiniz olsun !”
Tam da göbeğindeydik Qertalix dağının. 1987 yazı, Karlıova. Eski yaylanın güneybatısına düşen düzlükte, yazın da göbeği. Börtü böcek sesiyle uğuldayan silsilede, güneşin kızdırdığı meşeler kokuyordu.
O sıcakta, yüzü uzaktaki bir kayanın gölgesine benzeyen ellilerinde bir adam, diğer köyden on kadar kişinin arasındaydı. Gameşan köyündendi. Yıpranmış kazağının üstüne, etekleri ta dizlerine kadar inen kahverengi bir ceket giyinmişti.
Sırtı Gameşan’a, yüzü Şerevdîn dağlarına, yani güneye dönüktü. Sağdan soldan başına inen darbeleri durdurmak için kollarını tıpkı Goya’nın İspanyol’u gibi, iki yama açmıştı. “Etmeyin, Seyit Mustafa ocağındanım, hürmetiniz olsun !” diye de o sırada dedi.
Adam Alevi, diğerleri Sünniydi. Meşe fidanlarından kotarıp, üvendireye benzettikleri sopaları da onun ormanından kesmişlerdi, onlarla vuruyorlardı.
Adam korkmuyordu, küfretmiyordu, kaçmıyordu, yıkılmıyordu; karanlığa giydirilmiş köhne esvaplara benzeyen ve insan derisinin bir ceza olarak halen yüzülebildiği zamanları çağrıştıran o adamlara bakıp, başka bir şeye, başka bir yer ve zamana sesleniyordu:
“Etmeyin, Seyit Mustafa ocağındanım, hürmetiniz olsun !”
Adamın, insandan geçen, Göynük ovasını bitirip Şerevdin’den geçen bir haykırışı vardı ki,
o neydi,
sonra kimeydi ?
Bütün bildiğim, bazı soruların cevapsızlığını insan asla iyileşmemeli. Seyit Mustafa ocağının başı çok yerinden kırılmış hatırı, Qertalix’ta o koyaklara, yarlarda erimemiş kar kümelerine nasıl kanıyorsa, kanamalı kimi soruların cevapsızlığı insanda kanamalı…