Kederlenmek yakışır kalbime
Ama yine de duyarım hazların en ateşlisini
Ve yine de inerim erdemden böylesine kepazeliğe
Anlatacağım sana nasıl kaybettiğimi tüm değerlerimi
Nasıl öldüğünü söyleyeceğim ruhumun
Ve hatta nice mücadeleye katlanmış kalbimin
Ve hiçlik olmasa ölmek
Ağlatırdım aşkı, kederime merhametle
Gel gör ki gafil avlandığımda ahmaklık günlerinde değiştiririm halimi
Kararlı bir gaye ile
Böylece göstermem kederi,
Nereden inceldiğimi
Çünkü aşk mesken tutar kalbimi
Ve yok eder tüm kuvvetimi (Dante, Rivalta, s., 130)
Tarih bize, artık yön veren özelliklerini kaybetmiştir. Geçmişin görkemli bir halkı olmamız bu günümüze hiçbir şey vermiyor. Belki bir teoloji, belki bir milliyetçilik, belki görkemli bir ağanın, beyin, paşanın torunu olmak gibi bir ayrıcalık, belki büyük bir aşiretin ferdi olma! Tarih, bir amaç ve bir proje sunduğu zaman anlam kazanıyor. Bir büyük anlatı da değil, hatta bir kaderin derin çizgisi de… Soylu, seçkin, görklü bir geçmişe sahip olmak bile olsa olsa, bugün ki aksaklığımı, bir anlığına siliyor… Ötede bildiğim bir şey var: Tarih aklın hoş bir hilesidir, hangi üniversite, benim için bir zar atacak! Hangi ülke, kendini anlatırken bana küçük bir yer ayıracak?
Kendi zamanınım tarihini bu yüzden önemsiyorum, bu yüzden kendi tarihim içinde Aysel Tuğluk adı coşku veriyor. Aysel, kaç yıldır hapiste? Kime ne? Durumu nasıl? Onun hapiste olması sanırım kimseyi ilgilendirmiyor. Kendi adıma onunla aynı zaman diliminde olmak bana güç veriyor. Benim zamanımın bir anlamı da yoktur ama benim için, benim zamanım bir çığdır ve ben altında kaldım. Başkasının doğasıyla, benim zamanımın tarihi örtüşmüyor ve tarih yazıcıları, beni çağın dışına itiyor, biliyorum: Her kesin/ her kesimin, tarihsellikte aradığı nedenselliktir, benim anladığımsa, sırlardır; bu sırlar, imgelerdir, bütünler burada çözülür, kimseye ispat edemezsem de, bana dayatılan tarihler, temsillerden ibarettir: Temsiller genelde kendilerini temsilden yoksun kimseler tarafından verilirler. Bu da benim, size atacağım hoş bir kazıktır. Hem kim tarihten ne anladığını anlatabilir ki? Çok tarih kitabı okuyan birinin (Nietzsche) vardığı sonuç bile tarihi siyasal ve eleştirel bir araç olarak yorumlamaktan öteye gitmedi. Tarih, (her zaman) şimdileşerek, bir şeyleri ima etme derdindeydi, tanıyorum onu, hem de çok. Ya şimdi!
O unutulmak denilen büyük hapishane, o fethedilen büyük sur ve dalgalandığı zaman, elimi ayağımı düşüren hastalık…
Şimdinin tarihi tıkanmadır; tıkanma, son ya da tekrarı olmayacak denildiği zaman hakikatten uzaklaşmayı emreder ve insana bir tek şey söyler: Rıza!
Bana şimdi, her şeye ve herkese rıza göster diyorlar.
Ama! Siyasetin, işi/ görevi teşhis etmek, edebiyatın, felsefenin görevi ifade etmektir. Eğer benim bir şiirim, bir tutsağı özgür edemiyorsa neye yarar, siyasetim bir özgürlüğün kavgasını vermiyorsa neye yarar? Felsefem, Gorgias’ın sonunda hikâye edilen, yer altı yargıçlarının önünden geçen ruhları, yargıdan geçerken alkışlamıyorsa neye yarar; burada bedenin değil, ruhun bir cesareti vardır, asaleti vardır ve herkes, özünde olan hakikati göstermek zorundadır.
Tıkanmanın en önemli yanı, olayların/eylem ve dizgilerin karar verilmez hale gelmesidir; bir mesele karar verilmez bir hale gelmişse, artık şunu söylemek gerek: Hakikat yoktur. Bu bize bezen sahte hakikatler dayatır. Bazen de hakikat yok sayılır, o zaman hakikat meydana gelir…
Ayırt edilmeyecek tek bir şey vardır, bu, özgürlüklerdir; herkesin, adalet önünde eşitliğidir; bu olmayınca tıkanma, tıkanmayla önlenir. Tıkanmayı, tıkanmayla açıklayan bir öğreti, öğreti değildir. Bu zapt altına almak değildir, bu zapt ettiğini, çözdüğünü ilan etmektir. Gizli/ ya da açık bir alındır.
Hakikat, vardır; adlandırılmayan iyilikler ve adlandırılmayan kötülüklerdir. Adlandırılmayan her şey, felakettir.
Zahiriden yola çıkarak sorun çözülmez, somut örneklere/ olaylara dönerek, yeni başlangıçlar yapmak gereklidir. Bu yapılmadığı zaman, güç ve enerji boşuna harcanmış olur ve taraflar iki tıkaç olmaktan öteye gitmez ve her taraf, mitler yaratarak bir süreliğine yaşar; bir süreliğine yaşamak, diğerini ve kendini zinde bir kuvvet haline getirmektir; kitle, burada savrulur artık, ekonomi, birlikte yaşama alaşağı olur. İnsan tehdit altında yaşadığı sürece, bir tek şey yapar: Korkar. Bu da onu, korkulan bir kimse yapar.
Siyaset, felsefe ve edebiyat çözülmeyen toplumsal ve bireysel sorunları teorik zeminde anlamak, çözümler üretebilme olanağına sahiptirler. Sorunun kendisi haline geldikleri zaman ise dar birer gösteri alanına dönerler; buradan erdem çıkmaz, buradan gösteri çıkar, bir sorun çözülmez, birileri gösteri yapar ve biz de, bizim üzerimizden oynanan oyunda figüran haline geliriz. Aşırılığın siyaseti, felsefesi ve edebiyatı, sahte cennetler üreten peygamberlerdir; bunlar, kendi önleri açılsın diye, herkesin önünü tıkar. Liderler burada belirir, burada adlarını ve unvanlarını bırakır, tıkanmayı önlerler.
Marx üzerinden öğrendiğimiz iki şey vardır; ilki fayda, ikincisi değerdir. Benim kimseden bir faydam olmaz, değerlerim olur ve ilişkide olduğum ya da olmadığım zamandaşlarımla böyle bir bağım vardır.
Son üç yıldır, gördüğüm, duyduğum bir fayda realitesidir ve değer, diye bilinen birçok şey ve kimse rafa kaldırılmıştır. Seçmen, ben ya da benim gibiler de seçimlerde ayağa kaldırılan mübadele değeri taşıyan bir nesne olmuşuzdur. Ortaklığımız ölmüştür. Kim öldürdü: Çıkar!
Bir hastalık hasıl oldu!
Eşyanın yerini bilmiyoruz, tanıdığımız kimselerin adları ve yüzlerini unutmuşuz, hatta, eşyaları en uygunsuz yerlere koymaya başlamışızdır, hatta, dışarıda, bunu yaşamayanlar için komiğizdir. Kimseleri hatırlamıyoruz? Kimse bizi hatırlamıyor. Hatırlamaya hatırlamaya artık unutulmuşuzdur. Biri bize tesadüfen soru bile sorsa, cevabı unutuyoruz, cevap versek soruyu. Biraz ilerisi, cümle, kelimeler birden dağılıyor…
Bir hafızımız vardır, annemiz!
Annemiz, olduğu müddetçe bir baba evimiz vardır. Annemiz ölmüştür, ama birileri onu topraktan çıkartmışlardır; birileri, ölümüzü istemiyorlar, dirimizi de… Sevdiklerimiz bizi unutursa ne yaparız biz, ölülerimiz bizi unutursa ne yaparız? Bildiğimiz bir işe yaramaz,
bildiklerimiz, bizi ablukaya alır, sonra, bildiklerimiz, bir köşede durup bizi sıkıştırırlar… Para üstünü almayı unuturuz, uyumayı, uyanmayı unuturuz, bildik, bütün becerilerimiz, bir anda, bu sıkışma anında, söküğümüzü dikmek için elimize aldığımız iğne birden parmağımıza batar, acı çeker ama acıyı duymayız, bu neyin acısıydı ki, bu kimin acısı…
Dilimiz, isteriz ki imdadımıza koşsun, ama kelimeler, tıpkı anılar gibi geri çekilince adlar da anlamını yitirince, soru sormamız, cevap vermemiz, bir anlama gelmeyince, tekrar edip, bir makam bulmayınca, kıyaslar, kısıtlanınca, ağız, şişmeden, duygular, balon gibi şişince, evet, çığlık, içe çevirir kendini; konuşsak konuşmuyoruz, sussak susmuyoruz. Bugün günlerden ne, saat kaç, ayın kaçı, her gün aynı, her saat aynı ve bu kadar aynı içinde, bir adım, bir unvanım yoktur ve elbette ki bunlar unutulmuştur. Artık bunların bir anlamı da yoktur. Sinirlensem, kimin umurunda, duyduğum seslerle kim, niye ilgilensin, bir karşılığım yok ki… Benim en yakınımdakiler bile bir karşılık bulmuyor bende…
Ne istiyorum ki ben? Hastayım, açıkça bunu söylüyor herkes; insiyatifimi kaybetmişim, kendimi ifade bile edemiyorum, duygularım yalnızca bir çöküntü, elini başıma koy, bir serinlik gelsin alnıma, elimi tut, bırakma beni.
Çok belleksizleştik. Belkemiğimiz yerinde değil. Gültan Kışınak, hoş bir ödül aldı ama bu ödül, internet sitelerinin ve bir iki gazetenin yalnızca kıssalarında yer aldı; kimi vekillerin twitter hesabında bile bu sevinç paylaşılmadı. Canan Kaftancıoğlu bu ödülü alsaydı, elbette ki vekillerimiz, basın yayınımız, birinci haber olarak verirdi! Niye mi? Çünkü Kaftancıoğlu, bizimle tokalaşırken, yüzü başka yerde, bize bir adam gözüyle bakmıyor, bir vali edasında. Hele Ekrem İmamoğlu olsaydı, şölen yapılırdık. Onlarla bir fotoğrafımız cep telefonumuzda ise zaten dertlerimiz kalmamıştır.
Sevinmesini bilmediğimiz gibi, üzülmeyi de unuttuk. Birileri/ onlar istediği zaman seviniyor, istedikleri zaman üzülüyoruz.
Cezaevinde hasta tutuklular var ve bu tutukluların bazılarının durumu ağırdır. Aysel Tuğluk da bunlardan biridir. Brecht, devrimi çizmek isteyene, hamile bir kadının resmini çiz diyordu. Aysel, bugün çizilmesi, şarkı olarak söylenmesi gereken yüzlerce kadından biridir. Aysel bir simgedir. Yeryüzünde, inandığı ve sevdiği partisi dışında kimsesi de yoktur. Kürtlerin varsa şerefi, o temsil ediyordur. Bir halkın belleği acılarıdır, sevinçleridir. Bunlar bellek oluşturur. Dünyanın hiçbir tragedyasında, Aysel’in yaşadığı tragedyaya benzer bir tragedya olmamıştır: Annesi ölmüş ama cenazesi topraktan çıkartılmıştır. Ölüye saygısızlık ne kadar büyük bir şey ise, Aysel’in hastalığı, bu hastalığa karşı cezaevinde olması ve bunun için hiçbir şeyin, bir kampanyanın bile yapılmaması da o kadar utançtır. Aysel vekil olmayacaktır, parti bir görev veremeyecektir belki ama onun halkın gözleri içinde yeri vardır; toprağın gözü gibidir halkın gözü, tek bir tohumunu dışarı bırakmaz, tek bir bakışı…
Kürtler bugün başı dik yürüyorlarsa bu kadınların verdiği kavganın yüzü hürmetinedir. O oy verdiğimiz HDP, kadın partisi, kadın hareketi olarak vardır ve bununla, bütün ona oy veren seçmenler olarak gurur duyarız. Ama İyi partiden bir hadsiz, Pervin Buldan’a ağır sözler eder, kimseden ses çıkmazsa da, durup verdiğimiz oyu düşünmemiz gereklidir; bugünün bilgisi de değildir, İlahi Komedya’dan öğrendiğimiz bir şeydir bu, deriz: “Karakterin kaderindir.” Çok şey de istemiyoruz, “diken gibi sivri bulun dik davran, başına gülden çelenkler örsün devran.”