“Ağlamak bayağıdır, inleyip yalvarmak da/
Alın yazının seni çağırdığı tek yolda/
Bitir olanca gücünle uzun, ağır işini/
Sonra da acı çek ve öl, sessizce benim gibi.”
(Alfred de Vigny (1797- 1862; Kurdun Ölümü)
Alfred de Vigny askerdi ve en çok askeri üniforma içinde resmedildi. Stendal’in kahramanı Julien Sorel gibi ipsiz biri değildi. Başına ne geldiyse onu yazdı, yazdıkları onu üniformadan çıkarttı. Hayatın kefaretini ağır ödedi. Edebiyat dünyasında, Hugo’yla karşılaştırıldı. “Kurdun Ölümü”, yaşlı adamın derin iç çekişleriydi.
Kurdun Ölümü’nü Türkiye’de popüler yapan, Yahya Kemal’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın anlattığına göre Yahya Kemal, bu şiiri okumuş, hikâyesini anlatmış ve sınıf, zil çalmasına rağmen teneffüse çıkmamıştır. Herkes huşu içinde dinlemiştir.
Yahya Kemal’in anlattığı şiirin hikâyesi şöyledir:
“Şair, dostları, birçok asilzadelerle dağlarda bir kurt avına çıkar. Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var. Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor. Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor. Tabiatın böyle tenha bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar. Bir aralık avcıların kurt avlarında en ziyade tecrübelisi yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcılara haber veriyor ki bu izler, oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla iki yavrusunun izleridir. Bütün avcılar bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar. Ağaç dallarını ayıraraktan adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor. Vigny (…) birdenbire karşısında iki alev saçan göz görüyor: Kurt! Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benzeyen bir kımıldanışla kımıldanıyor. Kurdun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru olmakla beraber bir kurt sevk-i tabiîsiyle biliyorlar ki düşmanları olan insanoğlu birkaç adım yakında, pusudadır. Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın banileri Remus ve Romulus’u emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi camit duruyor. Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, ric’at tariki kesilmiş, geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyla kumluğa saplanarak çömeliyor, üzerine atılan köpeklerin en ziyade cüretkârca saldıranını seçiyor, o köpeğin gırtlağına dişlerinin bütün savletiyle sarılıyor, avcılar üstüne vira ateş ediyorlar, vücudunu delik deşik bir hâle sokuyorlar, bıçaklarını böğrüne üşürüyorlar. Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor.
Kurt, etine, kabzasına kadar saplı duran bıçaklarla çömelmiş kanlar içinde avcılara bir bakıyor. Avcılar tüfekleri tetikte, etrafını sarıyorlar. Kurt ağzından akan kanları diliyle yalıyor, avcılara bir defa daha bakıyor. Nihayet nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin, iri gözlerini kapıyor ve hiçbir ses çıkarmadan ölüyor. Şair Vigny, bu maceradan sonra başını tüfeğinin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının peşinden koşmaya karar veremiyor ve diyor ki: “Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı.” “Lâkin bir vazifesi vardı, o iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde av avlayan zelil hayvanların insanla akdettiği ittifaknameye hiçbir zaman dâhil olmamayı öğretmekti.”
Vigny hikâyesinin bu noktasında kalmıyor ve felsefesinin cezbesiyle şiirini bitiriyor, diyor ki: “Hayattan ve ıstıraplardan nasıl feragat edilir? Ey yüce hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz.”
Yeryüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı hesap ettikten sonra anlaşılır ki “yüce olan ancak sükûttur, maadası zaaftır.”
Şâir, kurdun son bakışında ne demek istediğini anlıyor. Kurd o son bakışıyla, “inlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir” diyor: “Kaderinin seni sevk ettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak ifa et! Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıstırap çek ve öl!”
Yahya Kemal, kurdun ölümünde bir edebiyat hocasının görmesi gereken her şeyi görüyor, anlatıyor ama bir şairin görmesi gerekenden nedense- bilmezlikten değil- uzak duruyor- ki bu aşktır. Yahya Kemal, şiiri, politik olarak yorumluyor. Bunda, elbette zamanın ruhu vardır; bu, önemlidir de, öyle bir zamandır ki aşk bile, politik bir malzemeyse bir anlam buluyor.
Yahya Kemal, bu şiirden söz ettiği sıra, İstanbul beş yıl sürecek olan işgalin ilk yıllarındadır. Aşkta bu yüzden gözardı edilmiş olabilir. Her koşulda kurdun ölümü şiiri, Yahya Kemal’i düşündürüyor: “Zannettim ki şair Vigny bizi, bizim maceramızı anlatmış. O erkek kurt, ölen ordudur; o dişi kurt, anne Anadolu’dur; o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki dul annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar.”
Elbette ki Yahya Kemal’in son ifadeleri karavanadır.
Bir başka hikâye vardır, alttan alta, sızı gibi deriyi içten içe kaplıyor. Hikaye şudur:
Nasıl koşarsa bulut, ayda koşuyordur suda: Koru karadır, çayır karadır. İnsan dediğin gün ışıyınca doğar, gün batımında ölendir. Doğa, açıktır, şiirde rüzgara katılan ruhu kurtarmaz, onu salıvermek ister; çünkü yeryüzü yaşanılacak bir yer değildir, ruhun kurtulması gereken öğelerindendir ve ona, ancak sessizlik eşlik edebilir. Kısa bir ek, doğa da gerçeği bir yana bırakır. Doğa, parçası olduğun müddetçe seni alır; ben, meçhuldür; evler, ocaklar, yurtlar vs. her şeyi dışta bırakır ki bunlar, ıstırap haleleridir ve kurt, doğanın kendisidir; ayın üstünde koşan buluttan farksızdır, hatta, bulut ne ise, o da, odur. Özgür ve güçlüdür ve ona karşı olan- onu kullanan herkes, köle ve güçsüzdür. Silahların ve tuzakların kölesidirler. Şiirdeki ışık ve gölgede bunu dengeler: Kurt, ışıktır; silah ve tuzaklar, gölgedir. Ay’sa geceye aittir ve onu canlı yapan, üstünde koşan bulut, kurttur. Biraz daha yaşama isteği de diyebiliriz buna.
Şair burada hikaye etmekten kaçınır. Çünkü hikaye, imgelenmediği zaman, şiire tuzak kurar. Bu yüzden! Manzara: Kurdun dizleri kırılmıştır. Ondan zayıf olan, tuzak kurarak onu alt etmiştir. Tuzak aklın işidir, kalbin burada söyleyecek sözü yoktur; olsa bile kalp burada bir gösteri alınıdır. Acısındaki ışıltı, sadece gözlerini kör etmeye yarayacaktır. Hem, kim sever ki acı çekmeyi, hem yolu bulunca, kim kurtulmak istemez ki acıdan? Sonra, duyduğu hazla, kim telafi etmez ki acısını, hem! (Hem’leri sabaha kadar çoğaltabilirim) Her kadın seni yaralamak için karşına çıkmamış mıdır? İlk seni yaralayan annen değilse, kim olabilir? Sonra onu takip eder karındır. Annen ve karın, ikisi de büyük kimsesizliğinin belgeleridir. İkisi de yere göğe sığdıramayacak kimselerdir. İkisi de boynunu kesmek için dünyaya gelmişlerdir. Annenin rahminden yeşermişsindir, kadın rahmine gömmüştür seni… Bu kadarsındır. Bu kadardır, adamotu!
Yaralı kurt, istediği zaman, büyük ve ıslak çalıların arasından, yoğun fundalıkların altından, çürümüş köknarın ormandaki silik izlerinden sıyrılıp, birden insanların karşısına çıkabilecek güçtedir. Ama bunu kullanmaz. Kullandığı an insana döner; doğa onun yaşam alanı, hayatı ve hikayesi olmaktan çıkar, hükümdarlık alanına döner: Orman yol vermiştir ona. Orman onun ruhudur. İnsanlar bıraksa, orman onun bütün yaralarını sarabilecektir. Orman, sınır değildir; orman, bir tek göğü bilir, bir tek suyu tanır ve orman, suya tek şey söyler: Geceye bırakma beni, ayaklarıma dolanarak ak! Su, nedensiz de değildir, akmadıkça, hayat yoktur, o akar ve ağaçların ayaklarına dolanarak mucizeler yaratır, buna hayat der birileri, birileri de aşk. Aşkta sudur, aktıkça, kendine toprak buldukça yaşar.
Yaralı kurdun geçtiği yollarda pençe izleri vardır, diridir daha, çakallar ulaşamaz; soluk alış verişi bile çakallara korku veriyordur belki, kim bilir; belki de yaralı kurt karşısında çakallar, güçle zehirlenmişlerdir. Çakalın insan formu, güçle, gençlikle zehirlenmiş olandır. Ama çakal, ormanda ona ne kadar yer açılırsa açsın, korkar; kurt, yaralı da olsa, her an ayağa kalkabilir, akla hayale gelmez ovaları sesiyle titretebilir ama asla leş peşinde değildir. Birileri peşindedir hep. Birileri ya kurdu kahreder ya da yavrularını elinden alarak, derbeder eder.
Şimdi, yalnızca alçaklardan elini eteğini çekmiş bir rüzgârın uğultusu vardır. Rüzgar en büyük haberci, en büyük mektup taşıyıcı. Ama. Sahtekârlığın iman olduğu yerde rüzgarın gücü ne olabilir? Sırlar fısıldayabilir mi? Haberi ulaştırabilir mi? Hem, kim nereye sığınabilir ki şimdi? Kuleler!
Kimi küçük kuleler vardır, sığınabilecek, önü görebilecek kulelerdir bunlar, yıkılmışlardır; kimi meşeler kayalara yaslanarak güç bela ayakta durmuşlardır. Kapılar! Dost kapıları ki dost kapıları bir dinlemek içinse, iki yüzüne vurmak içindir, ki yaralı kurtta vardır; yaralıdır ama hala, uyur gibi halk arasında geziyor, küçük bir hışırtı bekliyordur. Bilinir, bilir herkes: Yol göstericidir kurt; ışıktan bir göktür, gelişi, görünüşü yol göstermek içindir ama sıradan fikirlere bulaştığı an, kurt, kurt olmaktan çıkar, karşılaştığı herkes koyuna döner, dalar, gider ve biter. Halkta sever kurdu, adına yemin edilir; yiğitliktir, hak gözetir. Kurdun avına da el sürülmez, haramdır, hele boğazlamışsa, bunu gören, o hayvanı o gece gömmezse, o evden uğursuzluk eksik olmaz. Kurdun dişi cepte taşınır, maksat nazar değmemesindir, uykuda sayıklama nedir bilmemesidir.
Geçti diyor bütün bunlar, geçti ama yaralı kurt için ışık, yeni doğmuş kurtların ayak izidir; bu izler, haberdir, kulaklarını bu haberlere vermiştir. Haber gelmeyecektir. Alfred de Vigny, haberler bekler! Yaralıdır, yaşlıdır, eniklerle terbiye edilmek isteniyordur. Avcılarda peşine düşmüştür. Avcıların keskin bıçakları, yaralı kurdun saklı olduğu fundalığı kesemez, ellerindeki tüfekler işe yaramaz ama öyle bir zamandır ki avcılar da bilir, orman kurtsuz yapamaz; kurt ormandan çekilince, etrafı çakallar sarar; çakallar, yanlış büyümüş kurtlardır. Yaşlı kurt bunu nasıl söyleyecektir. Üstelik soyundukları bu dünyada, avcılar da birer tazıdır; efendileri için çıkmışlardır ava; biri diğerinden ayırt edilemez, bir gölge nasıl bir gölgeye benzerse, öyleydiler.
Avcılar, eni sonu yaşlı ve yaralı kurda geleceklerdir; yaralı kurdun dişleriyle ya da kayalara sürterek, karda parlatarak dinç tuttuğu tırnaklarını, keskin bıçaklarıyla törpüleyeceklerdir; belki de yaşlı bir kurdu, genç bir kurda yem edeceklerdir, demir çene, sarkmış gırtlak için nedir ki? Nedir ki anılara kıymak? Erkekler anılarını unutmazlar, hatta bedenleri ve ruhları anılarla doludur; burada kadınlardan ayrılırlar; kadınlar anılarının peşine gündüz düşerler, erkekler gece… Gündüz yaralayan, gece yarayı sarar diye bir masal da anlatılıyordur belki dünyanın bir yerlerinde… Ama!
Bıçak, kurdun derisinde kıskaca döner; birkaç bıçak birden saplanınca, bir bıçak diğerini kıracak hale gelebilir ama kurşun da delip geçer. Delip geçen kurşun, kemiğe değmişse, kurt gözlerini yukarı kaldırır, aya bakar; çünkü kurdun kanının kokusu, çakallara ulaşır; sırtlan ve çakal, bazen kurt gibi görülür, hatta onun ulumasını, böğürtüleriyle bastırabilirler. Avcı bunu ve bundan fazlasını bilir; bu diye gördüğü nedir ki zaten? En iyisi mi kurdu yaralı bırakmak. Kadınlar ve avcılar, kurdu yaralı bırakır. Yaralı bir kurt her zaman işe yarar: Avcı, yaraladığı kurdun kendisinden ağır bir merhamet beklediğini düşünür, hele kurdun kendi kanını bir süre yalamasından zevk alır. Kıvranan bir kurt, avcıya doyulmaz sahneler verir.
Bilmezler ama kurtlar vardır, yaralanır ama çığlık atmadan canlarını teslim ederler, ölmesini bilirler, çünkü yaşamasını bilmişlerdir; bunlar, yavrularına açlığı öğretmeyene kadar ölmezler. Ama onları bilmeyenler; köpek, keklik, çakal! Bunlar ki, kendilerini ormanın sakinleri sayar, öldürmeden ölmezler. Kurdu da ancak arkadan bıçaklanarak yok edebilirler. Kurt ilk darbeyi aldığı zaman gözleri, darbeler karşısında şaşkınlaşmıştır, ışığı kırılmıştır, deri artık başka bir ışıkla kanamıştır; sen, acıdan ve yalnızlıktan kaçan kadın, merhamet senin eserindir. Mezar taşları bile senin bir duanla dirilecek ölülerle doludur. Şimdi, sendeliyor kurt, ayaklarını kara gömüyor; avcı, kurdun acıdan kaçtığını düşünüyor; avcının, başı göklere eriyor, miğferi süslü, bıçağı kan içinde, bir de gülüyor; avcı güldüğü an, yaralı kurt gözlerini kapatıyor. Avcının kaderi öldürmekse, alay olmamalı bunda, avcı alay ettiği anda avı ölmüştür zaten; alay varsa eğer, ölüm de sayılmaz, alay varsa, mezardan ölü kalkmaz…
Ölüm güzeldir. Öldürülmek güzeldir. Yaşam yeri ormansa avcı güzeldir, bıçak güzeldir, kurşun güzeldir. Orman güzeldir, su, peridir. Kurt, suya yaklaştığı an, zaten kanın kokusunu da almıştır.
III
Kurdun gözlerinde bir hiçlik, birden, bir defa daha varlığa, şimdi var olana, bir zamanlar var olmuş olana döner ve zamanın çizdiği çember, sonsuzluğa doğru bir defa daha akıp gider; gözleri sudur, gözleri büyük bir ayna, zaman bu gözlerden akar, zaman bu gözler gibi hayatın içinde dönüp durur, zaman, gözlerin ilk açıldığı ana, zaman, testiye can veren suya, değer ve kırılır, zaman, gözlerini kapattığı an, biter ama kurdun gözünden, hiçbir şey eksilmez, zaman, kurdun kendisine dönmüştür çünkü, ölümüyle, doğmamış olana büyük bir armağan, bir acı ki, suyun kesmediği bir bıçak, bırak, kurşunun değdiği yerden gövdene yayılan sıcaklık, elbette dünyayı ısıtacak! Gemi kalktı, kurdun kanını deniz yıkayacak!