Karaçor dedikleri koca bir derya. En çok da Pepuk kuşları uçar orada…Kervanlar geçmez, dağlar yol olup bir avuç medeniyet için geçit vermez…Munzur, baharda öfkelidir, hırçın akar; can da alır, mal da…Gel gör ki ne kurtulabilir insan oğlunun elinden? Munzur vurur dağların karnına, söker meşe kütüklerini sürükler, üzerini sal eyler..
‘Dokunma’ dedi Turso, ‘dokunma’! ”Bir yeşil yaprağın dalına bile dokunma. Madem ki bu topraklarda yaşamak bize hak kılındı , varalım inelim bağrına ve nasibimizi hak kılalım…”
Vardılar karısı Şemse ile Munzur suyunun bağrına, meşe kütükleri topladılar, nehrin kıyılarını küçük dağlara çevirdiler. Sonra o kütükleri sırtlarında Taa Khajar (Kaçar)’a taşıdılar. Orada güneşin alnına yatırıp kuruttular. Taşlı kara toprağın karnında kuyular açtılar, meşe kütüklerıni içine yığıp yaktılar ve köz olan ateşi toprakla örttüler.
Madem ki toprak en büyük zenginlik kaynağıdır…Onlar da bunu alınlarının teriyle Karaçor ahalisine sundular…
” Karşıda görünen ne güzel yayla…” İşte sana Harput…Meşe kömürlerini sırtına verdi Turso, tabana kuvvet dedi.
Üç gün üç gece Mazgirt dağlarında yol aldı da vardı Harput’a. Sırtındaki meşe kömürlerini yığdı Harput eşrafının önüne…Meşe kömürleri o zamanlar bulunmaz Hint kumaşı; sert, dayanıklı ve sağlam…Mangallarda uzun ömürlü ve dost meclislerinin bulunmazı. Dostluğun, kardeşliğin sıcaklığı..
Turso Gollo; gözü pek, gözü kara, yoksulluğu kapısından def edeceğine and içmiş ve kararlı. Ayrıca ardında kendi gibi güçlü karısı Şemse de varsa, o zaman yalınayak ve yırtık mintanla üç gün üç gece sırtındaki yaralarla Harput’a varmak nedir ki?
Aldı Turso liraları, koynuna koydu. Lira ekmek, lira aşk, lira toprak, lira umut demekti…
Yolu yok Karaçor’un; yolu yok ancak açlığı, yoksulluğu, cahil cühelası çok…
Yolunu kesen çok oldu, bir umut diye koynunda yatan liralarını alan çok oldu…Bir canı kaldı ama yine de yılmadı. Çıkacaktı marabalıktan, onun için başka bir yol, başka da gün yüzü yoktu zaten…
Harput eşrafı Turso’nun mücadelesi karşısında diz çöktü, ona hayranlık duydu. Toplanıp dediler ki, ‘’madem ki bunca uzun yolu aşarak kapımıza kadar yalınayak geldin, madem ki diz çürüttün, biz de senin emek kokan elini boş çevirmeyiz…Al o zaman sana bir çifte, bir de at…Ananın sütü gibi ak , ananın sütü kadar helal olsun…Git var Karçor’u, su gibi aziz eyle…’’
Aldı Turso; atı ayak, çifteyi can eyledi…Vurdu kazmayı toprağın bağrına. Toprak, can verdi Turso’ nun yoksulluğuna ve marabalığını yer ile yeksan eyledi..
Taş örmelî ev yaptırdı, taşındı evinin gölgesine , tarlalar aldı, gilgil ekmeği yerine buğday ekmeği yemeye başladı…
Şemse ve Turso, Karaçor’da açık bir kapıydı; yoksulun , garibanın , tanrı misafirinin, pirlerin, dervişlerin açıp içeri girdiği engin bir kapı..
Bir de musahibi vardı Hozat elinden ve kardeşten öte…
Turso ile Şemse çiftinin her defasında kızları oldu. Hayat onlara kız çocuğu verdi de bir oğlan vermedi, vermek istemedi. Yaralı Şemse, bir oğlan çocuğu özlemiyle bağırıyordu, Pepuk kuşu misali…
‘’Ah’’ diyordu, ‘’ah, bir oğlum olsun da , olsun da doğar doğmaz ölsün , ölsün de kurtulayım cahil cühelanın bu bıçak gibi keskin dilinden…”
Kızları da uzun yaşamıyordu zaten; kimini sele verdiler, kimini yele, kimini kızamık, kimini çiçek hastalığı aldı ellerinden …Kaçar’ın mezarlığında koyun koyuna körpe mezarlara gömdüler kızlarını…
Üç kızları yaşadı…Kaçar ile Harput direngenliğinde üç kız…
Şemse yine gebe, bir oğlan verecek Turso’ya; ele güne karşı bir oğlan…İçinde sevinç, içinde bahar, içinde meşe kütüğü kadar sağlam umutları var…
Tam da harman zamanı. Hava sıcak, hava ölüm sessizliği kadar yalnız ve ıssız…Oraklar bilenmiş, buğday tarlaları bereketli, süt olup can verecek yoksulluğa, ekmek olacak , ocak olacak tütecek Kaçar’a…
Bir de belki bir oğlan…
Büyük kızları emine 16’sında ya var ya da yok , gece saçlı , gece gözlü , atları gibi süt beyazı , boyunu babasından almış , ince bir fidan…Cesaretini ikisinden, kaçarı yok feodalizmden ” Erkek” gibi olmak, erkeğin yaptığını yapacak..
Hava sıcak , hava kızıl kor…At huysuz, at susuz, kazığına bağlı ip ile şaha kalkmış…Babası diyor ki Emine’ye, “götür atı pınara su içsin, içsin de yüreğindeki ateş sönsün. “
Emine tutuyor atın yularından, pınar dediğin nere ki, tepeyi aştın mı, işte sana buz gibi pınar…İç Harput diyarının armağanı, kana kana iç, su ki hayattır…iç…!
Atın yularını eline sıkıca doluyor Emine…İşte pınar işte su…At kana kana su içiyor pınardan… Pınar ağaçlar arasında, gölgelik buz gibi, yerdeki kayalardan kaynıyor.
At su içerken daldan bir kuş havalanıyor, bir kanat sesi bir çığlık, hangi kuş , belki de Pepuk?
Ürküyor At, huysuzlanıp Kaçar’ ın taşlı, dikenli yolunu Harput ‘un yaylası sanıyor…Bir tırısa kalkıyor ki varsın pınar ağlasın.
Emine’nin eli yularda düğümlü bir türlü sökemiyor…Dağda ceylan olsa ne yazar , bir müddet koşuyor atın ardı sıra…Sonra canı bitap düşünce düşüyor Kaçar’ın taşlı dikenli yollarına…atın sürükleyip parçalarının döküldüğü, kanının aktığı arazilerin çoğu, anası ve babasının el emeği ile aldığı tarlalardır…Harput ‘tan Kaçar’a akan emek…
At arkasından sürüklenen yükten kurtulmanın derdinde , Emine taşlara çarpıp parçalanmamanın peşinde. Parça parça dökülen canının çığlığında….Hava sıcak ,hava ıssız, hava pepuk kuşları kadar ağıtlı…
Şemse gebe…İlle de oğlan.
Hava sıcak, halk yoksul, halk yolsuz, halk mektepsiz, halk öteki üvey evlat bile değil…
At koşuyor,Emine can veriyor, can parça parça gidiyor…
Şemse gebe, ille de oğlan olsun, ille de oğlan olsun , olsun da yeter ki doğar doğmaz ölsün diyor…Hava sıcak , hava ağır, hava kimsesiz ve çok yalnız; at koşuyor Emine, Hacı Lokman gibi parçalanıyor..
Ağaçlarda Pepuk kuşları…
Şemse, gebe ….
(Devam edecek)