Tarih, salt geçmişte kalan değildir, dünden bugüne, bugünden yarına süregiden bir yaşanmışlık, bir yaşanacak olandır. İnsanın sürekli olarak kendi tarihini ve aynı zamanda toplumsal tarihi yazma eylemi demektir.
İnsanlar ve genel olarak toplumsallığın egemenleri kendi tarihlerinden kopmadan, onların üzerine yeni yaşanmışlıkları da ekleyerek tarih yazımına devam ederler. Bu nedenle genel anlamıyla gerek insanlar, gerek siyasal yapılar, gerekse devletler geçmiş denilen tarihe vurgu yaparak politik adımlar atarlar. Bu, hem “düşman”larına hem de kendi savunurlarına karşı bir hatırlatma görevini üstlenir. Örneğin Şêx Seîd’in idam tarihi olan 29 haziran 1925 tarihi 96 yıl sonra 29 haziran 1999’da Kürt halk önderi Öcalan’a verilen idam cezasıyla aynı güne denk getirilmiştir. Bir anlamda TC, Kürtlere ve Türklere dönüp “biz halen başladığımız yerdeyiz, bunu unutmayın” demiştir. Bu nedenle geleceğe yürürken asla geçmişin derslerini unutmamak gerekir. Goethe “üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır” derken bütünlüklü bir yaşamın gözden kaçırılmamasını hatırlatmış olmalıdır.
Roma Cumhuriyeti ile Kartaca arasında Pön savaşları olarak da anılan savaşlardan önce de bilinen ama bu savaşlardan sonra genel kabul gören beyaz rengin kullanılması; kimi zaman ateşkes, kimi zaman teslimiyet, kimi zaman da barış isteği olarak dünya genelinde 1625 Hugo Grotius, uluslararası hukukun temel metinlerinden biri olan ‘Savaş ve Barış yasası’ndaki “Ac Pacis’i beyaz işaret olarak tanımlar. En son 1899 ve 1907 “Lahey Sözleşmesi’ olarak yürürlüğe girmiştir. Ne anlama geldiğinin anlaşılması açısından bir örnek vereyim: ikinci dünya savaşında 50 milyon i̇nsanın ölümüne yol açan Naziler bile çoğunlukla beyaz bayrak kaldırılması karşısında, beyaz bayrağın ne anlama geldiğini bilerek savaş kurallarına uymuşlardır. Elbette savaş tarihi de insanlığın gelişiminden bağımsız düz bir çizgide ve uyum içinde gelişen bir tarih değildir. İnsan ve toplum ilişkileri gibi karmaşık bir süreç izler. Kimi zaman geriye gider, kimi zaman da ileriye doğru sıçramalar yapar ama sonuçta anlamı değişmez.
Bütün bunlara rağmen, bu yazılı olmayan kurala uymayan, insanlık tarihinin gelişiminden kendini soyutlayarak farklı davranan devletler de yok mudur, elbette vardır. En bariz örneğini TC defalarca kanıtlayarak göstermiştir. İnsanlığın utanç ve suç olarak kabul ettiklerini, birer övünç madalyası gibi taşımak her zamanki gibi yine ilk sırada TC’ye yakışmış ve payına düşmüştür .
Gelebilecek itirazlara ilişkin birkaç örnek konuyu somutlaştırmak açısından yerinde olacaktır.
Hüseyin İnan Pınarbaşı’nda kuşatıldığı evde, yengesinin beyaz eşarbını çıkarıp önüne atması üzerine, o eşarbı çiğneyip geçmez. (Kimi anlatımlarda da kendisinin kaldığı evin kalabalık bir askeri birlik tarafından sarıldığı, çatışırsa evdekilerin de katledileceği düşüncesiyle teslim olduğu yazılır).
Teslim olan veya yaralı ele geçen PKK’li gerillalardan tutuklanmayan gerillaların öldürüldüğü ve bu sayının çok yüksek olduğu kayıtlara da geçen bir gerçekliktir.
Daha belirgin örneklerle devam edelim. Kürt halk önderi Öcalan’ın çağrısıyla 01 ve 29 Ekim tarihinde barış ve çözüm süreci adına TC’ye gelen heyetler, tutuklanarak onlarca yıl cezalara çarptırıldılar. Yine 19 Ekim 2009 tarihinde gelen heyet üyelerine siyasi konjonktür gereği hemen dokunulmadı ama unutulmadıkları için 7 ay sonra dava açıldı, tutuklandılar ve onlarca yıl cezalara çarptırıldılar. Cumartesi Anneleri beyaz eşarp takmalarına rağmen defalarca hakarete uğrayıp, işkenceden geçirilip gözaltına alındılar. Kurdîstanlı anaların beyaz eşarplarıyla sömürgeci devletin militer güçleri tarafından yerlerde sürüklenerek, iteklenerek yaşadıkları hafızalarımızda dipdiri duruyor. Daha Kıbrıs’ın işgalinde yaşananlara, Kürt, Ermeni ve Rum soykırımlarına değinmedim.
Böyle bir geleneği olan ve sımsıkı sahiplenerek sürdüren bir devlet anlayışını kavrayamamak, her hilesinden umut dolu bir gelecek vaadi yaratmak gibi bir naiflik de ne yazikki bu coğrafyanın ezilenleri olan, TC’nin ezeli ve ebedi düşman kabul ettiği bizlere ait bir düşünce ve duygudur.
Siyasi partiler parlamentonun belirlediği yasalar çerçevesinde hareket etmek zorundadırlar. Bu zaman zaman farklılık gösterse bile modern ve demokratik olarak kabul edilen ülkelerde bu böyledir. Ama bu gerçeklik TC’ye gelince iktidar veya muhalefet partisi olarak fark etmiyor. Konu, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Aleviler gibi bir gerçekliğe geldi mi, yasa veya demokrasi ortadan kalkıyor, birer askeri kıta haline gelip ne barış ne de kabul etmek gibi bir anlayış kalıyor ortada. İnkar ve imha tek refleks oluyor.
Anlaşılması ve kavranılması gereken gerçeklik: bu devletin hiçbir şeye saygısının ve vereceği bir değerin olmadığıdır. Oligarşik bir şekilde bile olamayan sadece iktidarı ele geçirenin diğerlerine karşı gösterdiği gaddarlık ve Türk-sunni kabul ettiklerinin dışında kalanlara uyguladığı zulümden başka birşey yoktur. Kendini sürekli bir iktidar savaşının içinde gören bir devlet hangi barışa inanıp da imza atacak, hangi hakka saygı duyacak? Daha düne kadar hep birlikte alınlarını secdeye değdirdikleri Fetullah Gülen taraftarlarına karşı bir gecede “olmaz” denileni “olduran” bu devlet değil mi? Övündüğü askeri yapısını bir gecede dağıtıp, kafalarını kestiren hangi devletti?
Daha barışın simgelerini bilmiyorlar, ne tahammülleri var ne de talepleri. Onlar için barış, diz çöktürmek için zaman kazanılması gereken bir hile demektir, iste bu yüzden geçici süre kazanmak için barış adımlarını atar gibi yapıyorlar. Şêh Seid’le Hınıs’ta kuzu yemeyi, Önder Öcalan ile toplumsal barışı kurmayı görüşürler ama görüşmeye başladıkları gün Fransa’da cinayet işlerler ve “biz yapmadık, içimizden bir grup yapmış olabilir’ derler.
Beyaz renk barışın simgesi olarak varlığını daha da sürdürecek, hem de bütün dünya dillerinde. Ama bir tek TC bunu anlamlandıramayacak, değer veremeyecek. Bu nedenle beyaz rengin kirlenmesine, kirletilmesine ilişkin yazılan dünya dillerindeki şiirlerden bir tek TC’de yazılan şiir tam anlamıyla ete kemiğe büründü:
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”. (Özdemir Asaf)