Aynı kalpte çarpan iki insanın zamanına
“kalp zamanı” derler
I-Masal
İyi bir aşk (ya da büyük bir aşk) masalı olan aşktır ve bu masal şöyle başlar (belki):
Evvel zaman içinde sevgilinin yanında sevgiliyi düşünmezdi kimse… Masalın sonu şöyle biter (belki): Sular bastı bütün kenti. Masalın anlatıcısı şöyle bir not düşmeden edemez: İkisi de ıslanmadı. Dinleyicilerden biri yerinden kalkar (belki): Her biri bir Nuh olsa da bu sularla baş edemezdi ve şimdi anlatacağımız masalın iki kahramanı vardı; biri Paul Celan (1926- 1970), diğeri Ingeborg Bachmann’dı (1926- 1973).
İkisinin Türkçe’de hatırı sayılır bir okuru var. Bachmann’ı pek çok kişi Malina adlı romanı, Otuzuncu Yaş adlı hikaye kitabı, radyo oyunları ve Toplu Şiirleri ile tanıyor. Bachmann’ın savaşa karşı yazıları ve edebiyat üzerine verdiği konferansları da bu arada anmam gerek.
Bachmann’ı dünya ölçeğinde tanıtan Malina’dır. Kitabın arka kapak yazısında “Herkes aşık olabilir mi” diye hoş bir soru vardır. Bachmann soruya “hayır” yanıtını verir. Çünkü, aşk, ona göre bir sanat eseridir. Malina’nın konusu kısaca şöyle özetlenmiştir:Malina’da, ölme biçimi olarak aşk ele alınır. Malina’nın ruhu Celan’nın şiirleridir.
Bachmann ve Celan ilişkisi ise ikisinin yakın okurları dışında bilinmez. Türkçe’ye Kalp Zamanı adıyla yayımlanan ve her biri şiir inceliğindeki mektuplara kadar da bu ilişki pek bilinmiyordu. Kalp Zamanı, Celan ve Bachmann’ın mektupları ile sınırlı değildir. Bunun yanında Celan, Bachmann’nın sevgilisi Max Frısch’e; Bachmann’ın Celan’ın eşi Gısele Celan’a yazdığı mektuplar da kitapta yer alıyor. Kalp Zamanı bir roman olarak okunursa -ki bir gün birileri tarafından mutlaka yazılacaktır- kuşykusuz bu romanın bir hikayesi, dört kahramanı olacaktır ve her kahraman kendi iç dünyası ile bizi sarsacak; biri diğerine gölge etmeden kalbimizin sisi içinden akıp gidecektir.
Bütün bunların yanında Kalp Zamanı başta da söylediğim gibi bir masaldır ve bu masalın bir tek konusu vardır, aşk; kahramanlarımızdan erkek suskun, kadın sessizdir: Suskun doğmanın verdiği acıyı anlatır; sessiz, doğmanın verdiği acıyı ölümle silemez. İkisi iki dilsizdir. Kimse görmesin diye geceleyin suya doğru koşan iki kavaktır ikisi; biri diğerinin kollarının ne kadar uzadığını görür, diğeri köklerin derinliğine salar kendini. Böylece ülkeler ve şehirlerden geçerler: Romanya, Avusturya, Almanya, Fransa… Her yer ve her şey bir leke gibi kalır kalplerinde ve bu yerleri var eden ikisidir. İkisi ile bu ülkeler vardır. Doğrusu biri diğerinin ülkesidir. Birinde diğerinin bayrağı dalgalanır ve bu bayrak bir ulusa ait değildir. Savaş yeni bitmiştir. Herkes bir taş gibi olduğu yerde kalmıştır.
Bu yüzden yara almak da yaralamak da kolaydır ve bu arada sözler de kimi zaman yara açar, kimi zaman yara kapatırlar. Yüzler yüzleri gerer bazan. Bir yüz diğer bir yüzü tanımlar. Herkesin yakından tanıdığı ve bildiği tek şey acıdır ve kimse, artık bundan sonra bir acıya dayanamaz. Böyle bir güçte yok. Kimileri işin kolayına kaçar: Çektiği acıyı ilk fırsatta karşısına çıkana devreder ve kurtulur hemen. Ama suskun böyle bir rahatlıktan yana değildir. Gözlerini su da arayan bir taştır o ve bundan sonraki hayatı kayıp gözyaşlarını yine su da aramaktır. Bu yüzden canının mahyasından sessizin ışıklarını yakar. Çünkü sessiz “ama bu gece değil” der, “önce sözcükleri bulalım” (s., 137). Çünkü konuşmak değil, sevdiği kadının yanında bazan “suskun kalmak da ister” (s., 69).
Mektupların tarihi: 1948, Viyana’dır. Matisse’nin resim sergisinde karşılaşırlar. Belki Matisse’nin resimleriyle ilgili konuşmuşlardır. Belki Yaşama Sevinci adlı tabloya bakıp birlikte gülümsemişlerdir. Belki bu karşılaşma masal zamana işarettir. Celan’ın bir şiirinde söylediği şey belki de bu karşılaşmanın ve hatta sonrasına ait bir kehanetidir: “Çevrende ateşten bir soluk vardı sanki.” Bulundukları yer buz’dur belki ama o, gülden gelir.
Resmi verilere göre ikisi arasındaki mektuplaşma 1967 yılına kadar sürer. Bana göre mektuplaşma Celan’ın ölümüne kadar sürmüştür; çünkü, ikisinin telefon görüşmeleri var ve ikisi birbirlerine yazmadıkları zaman, en yakındakini bulup ona seslenme- yazma ihtiyacı duyuyorlar. Bachmann, Celan’ın eşiyle mektuplaşıyor; ikisi dost değiller aslında, ikisi ölmüş bir adamı içlerinde sürdürüyorlar. Belki ikisi Celan’a karşı garip bir suçluluk duygusu içindeler. Yazışmalarında garip bir suçluluk duygusu da var. Örneğin Gisele, Bachmann’a, “Paul size döndüğünde gösterdiğim tepki yüzünden utanıyorum” diye yazar. (s., 190). Mektuplardan anlaşıldığı gibi Gisele, Bachmann’a karşı da mahçuptur. Hatta, mektupların birinde “elinizden gelirse bana birkaç satır yazın” diye bir ısrar vardır ve bu ısrar başka mektuplarda da devam eder: “Yazmasanız da birbirimize yakın olduğumuzu biliyorum, suskunluğunuzu anlıyorum ve saygı gösteriyorum” (s., 210).
Celan ile Bachmann’ın mektupları kimi zaman sevindirir bizi, kimi zaman burkar ve çokça gözlerimizi kapatıp bizi iç dünyamızla başbaşa bırakırlar. Hele ikisinin birbirine seslenişleri yakalayabileceğimiz en güzel seslenişleri barındırır. Bachmann, “Sevgili, sevgili Paul, Sevgilim, sen” diye başlar mektuplarına. Celan aynı kıvamda yanıt verir: “Ingeborg, canım, sevgili Ingeborg’um. Mektupların bitiş cümleleri güzeldir. Ingeborg, mektuplarını “Ingeborg’un” diye bitirir. Bazanda bitiş şöyledir: “Senin.”
II-Su ve ey su ve su, sende ne gördüm
Bu masalda biri diğerinden güçlü değildir. Biri diğerini yüreklendirmez. Biri düşse diğeri düşecek gibidir ama; İkisi, ikisini varedecek sözler arar; biri, diğerini varedecek sözü aramak için yola çıkmıştır sanki. Bachmann, Celan’ın “nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmek” dahi istemez. Bachmann için Celan, “Hindistanlıdır ya da daha da uzak, karanlık, kahverengi bir ülkeden” gelmiştir ve bu adam “çöldür”, “denizdir”; “sır olan herşeydir” ve o çöl ve deniz olan bu adam için bir saray kurmak peşindedir; Celan bu sarayın “sihirli efendisi” olacaktır. Bachmann’ın kendisi için ise şunu ister: “Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşüne ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sulara” (s.,16).
Celan’ın, Bachmann’a yazdığı ilk şiirde- mektup, ithafta temel izlek sudur: Yabancı kadının gözüne, “su ol!” demelisin. Nedir ki su olmak? Ayna olmaktan başka nedir ki su? Beni göster ve beni kendinde saklama. Su, sen demektir, Bachmann’dır ve ona yazılan, ona ithaf edilen Mısır’da adlı şiirde her dize sen diye başlar. On dizeden oluşan şiirde her dize On Emir’den bir emire işaret eder ve her dize, sen’e döner. On Emir sırasında gök gürlemiş, dağ tütmüş ve emirler sırasında Musa, Tanrı (Yehve) ile karşılaşmıştır. Aşk bir karşılaşmadır. Gizli bir aynada ansızın bir ağız açılır ve sonra devasa büyüklükte bir gurur sütunu yükselir. Birbirini sevenler, diz çöküp birbirlerine koyu bir karanlık verirler. Böylece gelir aydınlık.
Bu emirlerden ilk dördünde Yehve’den başka Tanrı’nın olmadığı belirtilir ve şu tembih edilmiştir: Rabbin ismini boş yere ağıza alma. Bunu, şu şekilde okunabilir mi? Sevgilinin adını ağzına boş yere anma…
Bu şiirle Celan, sürgünlüğünü ve Bachmann’la arkadaşlıklarının temellerini de dile getirir.
Bir yanda üç kutsal Yahudi kadın (Ruth, Noemi ve Miriam), diğer yandan bu üç kutsal kadınla ilişkide olan bir başka kadın; sen. Şiirde geçen isimlerle şiir dinsel bir temele dayanır. Bu üç kadından Ruth ve Noemi Hekimler Dönemi’nde karşımıza çıkarlar: Ruth ve Orpa, Noemi’nin gelinleridir. Bu gelinlerin eşleri ölür ve kaynana olarak Noemi ikisinden annelerinin yanlarına dönmelerini ister. Ruth kabul etmez. Noemi’nin yanında kalır. Orpa geri döner. İsimlerin anlamları da hallerini açıklar:Noemi acı, Ruth sadık ve sarılmadır; Opra ise gittiği için ense anlamına gelir. Ruth’un kelime anlamı ile erotik bir ilişki de söz konusudur; sarılma, İbranice dabak anlamına geliyor ve bu daha çok “kadına bağlanma- gönül kaptırmak” anlamında kullanılıyor. Ruth’un, daha sonra Boaz adlı biriyle evlendiği, Davut’un dedesi, Ovet’i doğurduğu söylenir. Bu isimlerin yanında yer alan Miriam ise Meryem’dir, ancak bu Meryem, İsa’nın annesi olan Meryem değil, Musa ve Harun’un ablası Meryem’dir. Musa’ya bir süt anne bularak, onun İbrani olarak büyümesini sağlamıştır. Dahası, Musa’yı sepete koyup Nil’e bırakan ve böylece onu kurtarandır.
Şiir, Barbara Wiedemann ve Bettand Badio’nun dikkat çektiği gibi On Emrin belagati içersindedir ve burada şiir bir yanda Musevi adı taşıyan ve her biri sen sözcüğünün muhatabı olan üç kadınla, diğer yandan sadece yabancı olarak nitelenen bir başka kadın arasındaki temel bir karşıtlığı açığa çıkartır: “Adı meçhul bir makam, konuşan ve seven kişi olarak sen’i, dokuz emirle, iki taraf arasında arabuluculuk ilişkisiyle görevlendiriyor. Geçmişe gömülenin yasını tutmadan, şimdide yer edinmiş yabancının sen ile ilişki kurması mümkün değildir; meçhul kadına, yahudi olmayana yönelmek, ancak kaybedilenlerin sen’e acının içinde ait olanların anılmasıyla mümkün” (s., 239).
Buradan şunu anlarız: Celan için, Bachmann yalnızca bir sevgili değildir. Mektupların birinde bunu açıkça da dile getirir: “Sana rastladığımda benim için tensel hem ruhsal olandın” (s., 69). Buradan Mısır’da şiirine baktığımız zaman, şiir ne zaman okunursa okunsun Bachmann, bu şiirin içindedir. Bachmann, Celan’ın sen’idir ve aynı zamanda “yaşama nedeni”dir. Varolmak bile Celan için “birbirimiz için” varolmaktır ve ancak bu “elinden” gelir. Bir tek şey ister Celan, o da şudur: Sesinin kulağında olması.
Öte yandan şiirdeki bütün sen ve senin ilişkide olduğu kimseler erotiktir: Sen yabancı kadınla yatarken süslemelisin onu; Sen Ruth, Miriam ve Noemi’ye söylemelisin, bakın onunla yatıyorum ben vs…
Şiirin dinsel okumaları her zaman daha farklı şekillerde okunabilir, yorumlanabilir ve hatta her fırsatta güncellenebilir bir okumaya müsaittir. Su ise şiirin önemli bir damarı olarak yerini alır ve ilk üç mısrada çarpıcı imgeler üzerinden akar: Yabancı kadının gözüne, “su ol!” demelisin. Sen suyun, içinde bilen, aramalısın yabancı kadınının gözünde, sen suyun dışında çağırmalısın onu…
Bachmann’a yazılmış başka şiirlerde de yine su vardır: Suya gidilir açıkça. Beyaz ve Hafif şiirinde alın kıyı, deniz değirmen, buz aydınlıktır ve burada, bütün nesneler yine, sen’de buluşurlar: Sen vardır, sana vardır ve bir de yitik vardır. Celan, sen’e karşı çıplak büyür ama sevgili olan yitiktir. İkisi sen (Bachmann) ve ben (Celan) birbirlerine itilmiş, birbirlerini taşımakla görevli iki kişidirler, işleri acıyı ve adları taşımaktır. Arsız beyaz devindirir ama devinimin bir ağırlığı yoktur, beyaz değiş tokuş edilir. Ta, alınlara kadar. Son bir örnekle bahsi kapatma yarar var. Mektuplara ad olmuş Kalp Zamanı şiirinde de ırmaklar, saat gibi akar. Dudaklar işte bu nehri, saatler işte bu kalbi susarlar.
Kalp Zamanı’nda yer alan mektuplara göre kurgulamaya çalıştığım masalın sonu su ile biter.
Aşka gelince. Masalın kahramanları birer suçlu gibi aşktan söz ederler ama ikisi de burada olmaktan, bu suçtan mutludur; burada olmak ve burada ölmektir belki de tek dertleri. Masalın sonunda Celan, Seine nehrine atıyor kendini. Belki de kulaklarında “Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşüne ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sulara” sözü vardır. Cesedi üç gün sonra bulunuyor. Tahmini tarih, 20 Nisan 1970’tir. Otopsi: Balıklar hiç dokunmamışlardır cesedine, sağ yanağına doğru bir tebessüm vardır.
Masalın kadın kahramanına gelince. Üç yıl sonra Bachmann’ın evinde yangın çıkıyor. Celan’ın “Buzun Olduğu yerde” şiirindeki kahenetin bir başka biçimidir bu; Bachmann uyku ilacı aldıktan sonra elindeki sigarayla uykuya dalıyor. Sanki kulağında Celan’ın sesi, şiiri ve çevresinde “ateşten bir soluk”, “külden bir parıltı” vardır. Bu izlek aslında hep var; su ve ateş, saç imgesi kadar geniş bir yer tutuyor Celan’ın şiirinde. Biri diğerine dua eder gibidir. Biri diğerine dönmez, biri diğerine müdahale de etmez. Biri diğerine ancak yanarak yaklaşır ve yaklaşarak yanma bir tek sözün ucundadır. Bir sözle biri diğerine doğru akar ve burada biri güneşin ateşten çemberi içerisindedir ve bu çember genişler; gece, ikisiyle (ateş ve suyla) dağa çıkar: Yanarak yaklaşırlar birbirlerine. Aşk yanarak yaklaşmaktır birbirine (Su ve Ateş şiiri).
III- Mektuplardaki şiirler, Bachmann’a şiirler
Sıkça vurgulandığı gibi Bachmann, Celan’ı 22 yaşında tanımış ve hemen etkilenmiştir. Celan’da sevmiştir bu kızı. Bachmann’ın odası “gelincik tarlası” olmuştur. Bachmann’ın deyimiyle Celan çekicidir ve o da ona tutulmuştur (s.,249). Bundan sonra Bachmann, yoğun bir şekilde Celan’ı düşünür: “Hep aklımdasın, çok düşünüyorum seni, seninle konuşuyorum, senin o yabancı, siyah saçlı başını ellerimin arasına alıyorum, göğsümdeki taşları itmek, karanfilli ellerini serbest bırakmak ve şarkı söylediğini duymak istiyorum” (s., 15).
Bachmann’ın böyle düşünmek için bir nedeni yoktur. Hatta, hayret eder; “işim var, başarılıyım, çevrem erkeklerle sarılı” der. Sonra bunun nedenini bulur. Celan, “güzellik ve hüzün”dür onda. Bachmann kimi umutsuzluklar yaşar, korkar; Celan’ın başka denizlerin akıntısı, başka denizlerin kıyısı olmasından korkar, açıkça şunu söyler: “Başka denizlere dalmışsan…” Ancak umutsuzluk anlarında bile ber tek şey ister ondan: “Beni, başkaları için boş bıraktığın elinle tut” (s., 21).
İkisinin an ve evrenleri şiirdir. Şiiri olmayan hiç bir mektup yoktur. Mısır’da şiirinden sonra dikkatimizi çeken diğer şiir Corona’dır. Bu şiirle ilgili olarak Bachmann “senin en güzel şiirin” der ve şiiri kendince açımlar: “Her şeyin mermere dönüştüğü ve ebedileştiği bir anın çok önceden kusursuz bir biçimde gerçekleşmesi o” (s., 16).
Bachmann, şiirde geçen gelincik ve zamana dikkat çeker. Bir yıl önce Celan ona, 23’üncü doğum günü için bir gelincik buketi göndermiştir. Corona’nın onuncu dizesinde bu an vardır. Oruç Aruoba “sevdik birbirimizi afyon ve hafıza gibi”; Gertrude Durusoy ve Ahmet Necdet “haşhaş ve bellek gibi seviyoruz birbirimizi” diye çevirmişlerdir bu anı. Ahmet Cemal’de ise bu an şöyle çevirilmiştir: “gelincik çiçeği ile hatıraların birbirlerini sevmeleri gibi seviyoruz birbirimizi.”
Burada çeviriler arasındaki farkla ilgili bir şeyler ima etmeye çalışmıyorum. Burada ima’m gelincikleredir. Bir yanda sevgi ve aşk, diğer yandan yarına duyulan kuşkuyu dile gitirir, gelincik. İki dünya savaşı boyunca gelincik meçhul askere benzetilmiştir;dünü vardır, bugünü vardır ama, yarını meçhuldür ve meçhulün düştüğü yerde onun kanının renginde gelincikler açar. (Karanfille birlikte gelincik, özellikle devrimciler arasında “kan çiçeği” olarak da bilinir.).
Celan, Bachmann’a bu meçhullüğü söylüyor sanki. Bu yüzden olsa gerek Bachmann’a yazılmış mısralara bir gelecek korkusu sinmiştir. Gelecek uçurumdur. Celan sıkı tut beni diye sayıklar sanki. Yaşanan bir rüya vardır ve şiir, bu rüyaların tefsiridir. Hayatın şiiri şunu söyler: Kimi kanallarla bir şeyler değişebilir. Rüyanın şiiri tersini söyler: Hiç bir şey değişmeyecektir. Bachmann, Celan’ın şiirlerinin yayılmasını ister; onların bilinmesi için çabalar. Bu durumu kendi adıma çok iyi anlıyorum. (Kürt olmak ve Türkiye’deki yayın piyasası içersinde yer almak nerdeyse imkansızdır). Celan Yahudi’ydi ve bu tarihlerde (altmışlı yıllara kadar da) ne kadar iyi şiir olursa olsun mevcut piyasa da varolması- bilinmesi imkansızdı. Bachmann ona kapılar aralamaya çalışır. Konumu buna uygundur. Örneğin “Almanya ile uygun bağlantım var” (s., 27); örneğin, “şiirlerin uğruna hir şeyi iyi düşün, taşın; Jünger ya da Doderer kanalıyla bazı şeyleri harekete geçirmenin hata olmadığına inanıyorum” (s., 25) vs ifadelerle durum daha iyi anlaşılabilir. Ancak Celan olup bitenin farkındadır. Dünya bir başka yere akmaktadır. Bir yanda “her şeye çabuk sahip olabilen” Bachmann, diğer yandan elindekini yitirme telaşında olan Celan…
Bachmann açıktır, Celan için; onun şiirleri için çırpınır. Çünkü bu çırpınma bana göre Malina’ya olan gebeliğin de ayak sesleridir. Bu yüzden Celan’ın şiirleri Bachmann için bir evren yaratır. Şiirlerini okur, yayar ve bazan onları çalıştığı radyoda seslendirmek ister. Şiire en çok ihtiyaç duyulan bir zamandır bu (50’li yıllar). Bu yıllarda Celan ve Bachmann gibi şiire sarılıp bir hayatı kurtarmak isteyenler olduğu gibi kimi insanların arkasına gizlendikleri bir maskedir de şiir; zoraki yalnızlıklar, kutsal insanlar, sahte duyular… Bütün bunların üstünde ise aşk vardır. Celan, işte bu kalbi görür; çünkü onun dünyasında düşünceler, kalplere söz söylerler.
En nihayet Bachmann’ın çabaları sonuç verir (gibidir). Örneğin Söz ve Hakikat adlı dergide Celan’ın iki şiiri yayımlanır. Celan, Bachmann ve Klaus’a teşekkür eder (s., 40). Bachmann bu teşekküre hemen karşılık verir: Çünkü bu teşekkür ezer onu: “ Aslında bana hiç teşekkür etmemelisin, hiçbir zaman, çünkü böyle anlarda, sana karşı beslediğim, ayrıntılı olarak tanımlayamasam da derinden hissettiğim bir suçluluk duygusu daha da eziyor beni” (s., 41). Çünkü Celan, Bachmann’ın öteki’ne olan inancını pekiştirir ve “aynı zamanda kendisi kaybolsa da” ikisinin içinde bulunduğu siperi Celan’ın savunduğunu bilir (s., 41). Viyana’da Celan’ın şiirleri okunur mesela. Bachmann bundan mutlu olur: “Şiirlerin okunduktan sonra büyük bir sessizlik olmuş; tıpkı senin arzulayabileceğin gibi” (s., 48).
Bu yüzden Celan’ın şiirleri, Bachmann’ın dünyasıdırlar ve o bu dünya ile ilgilenmekten mutludur. Örneğin Su ve Ateş adlı şiiri özene bezene temize çeker, sağa sola yollar. Bu şiir Bachmann’ın ölümü ile ilgili bir kehanet gibidir; ya da ben, bu şiiri bir kehanet gibi okumuşumdur hep. Tuhaftır Bachmann, şiirle ilgili olarak “ en son şiirin olacak diye bir korku taşımıyorum” (s., 43) diye bir not düşer. Şiiri hikaye edecek olursam: Burada bir kadın vardır ve şair kadını bir kuleye hepseder, sonra da porsuk ağaçlarına gidip bu kadından söz eder. Derken bir alev çıkar ve bu alev çok geçmeden bir giysiye döner; bu giysi, kadının gelinliği olur. Alevden giysi ile yürekler icat eden gece aydınlanır böylece. Uzaktan deniz ışımaya başlar; boğazda ayları uyandırır, köpüklü masaları kaldırır, her şeyi zamandan arındırır: Masa çalkalanır, kadehleri rüzgar doldurur, yiyecekler sürüklenerek gelir. İşte bu sırada şairin üzerinde çeşitli (bayrakları dalgalanıyor üzerimde çeşitli ülkelerin) ülkelerin bayrakları dalgalanır, kıyıya (sessizce) tabutlar taşınır. Final şöyledir: Porsuklarda bir soluk, denizde bir sarhoş ve bir söz, yanarak yaklaştığın…
Celan, bu şiirde (Su ve Ateş’te) aklı yadsır. Düş bir zaman yaratır ve tek kelime ile yaratılan zaman ürkütür ve gerçek bir kapı gibi üstümüze kapatılır; artık tek bir işimiz vardır, kendimizi irdelemek… kim kendini irdeleyebilir ki? Kimse.
Bachmann, Celan’ın şiirleriyle kendini irdeler. Bazan da Celan, Bachmann’ın şiirleri ile yakından bir bağ kurmamasından yakınır. Bachmann aynı fikirde değildir, şunu söyler: “Bazen sadece bu şiirler sayesinde yaşıyorum ve soluk alıyorum” (s., 43). Celan’ın şiirleri, Bachmann’ın boşluğa konuşmasının önüne geçer. Celan’ın şiiri ve hayatı, Bachmann’da bir hayat belirtisidir. İkisi de “Aramızda artık sadece arkadaşlık olabileceğinin bilincine varacak kadar iyi tanıyoruz birbirimizi. Ondan ötesini artık yitirdik, kurtaramayız” (s.46) diyecek kadar garip bir boşluğun içinden seslenirler. Vedalaşmak için hep bir araya gelmişler.
Celan ve Bachmann’ın ayrılmasından sonra da şiir üzerinden devam eden bir ilişki vardır. Seneler geçer ve ikisi birbirlerini kitaplardan ve dergilerden takip ederler. Seneler sonra tekrar karşılaşırlar. Birbirleri ile doludurlar. Bachmann “Seninle öyle doluyum ki” der. Celan aynı dille karşılık verir: “Avuçlarında ağlamak istiyorum.”
Celan ve Bachmann üzerinden şiir ve aşk merkez alınarak sayfalar harcayabilirim daha. (Ben dayanırım ama okur dayanmaz buna).
IV- Celan, Bachmann ve Heıdegger
Kalp Zamanı’nın bir diğer önemli yanı Martin Heıdegger’dir. Bachmann, Heıdegger’in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı tezle (Martin Heıdegger’in Varoluş Felsefesine Eleştirel Beakış) doktorasını alır. Celan, başından beri Heıdegger’den haberdardır ve onun geç dönem felsefesiyle bağlantı kurmuştur. Heıdegger ikisinden haberdardır. Aşağıda anacağım gibi Celan’ın şiirlerine de özel bir ilgisi vardır.
Heıdegger Kalp Zamanı’na, 1959 yılında hazırlanan Heıdegger’e Saygı kitabı etrafında dahil olur. Bachmann hazırlanan kitapla ilgili olarak ne yazacağını bilmez. Bu konuda Celan’dan yardım ister. Bachmann yıllar önce Heıdegger ile ilgili bir yazı yazmış ve hala aynı fikirleri taşır. Heıdegger “siyasi açıdan tartışma kabul etmez biçimde isabetsizdir” (s., 127). Celan hazırlanan kitap hakkında katıdır. Kendisine bir mektup gitmiş ve bu mektupta kitap için yazı istenmiştir. Celan kitap için yazı yazmaz. Ancak Bachmann’a yazdığı bir mektupla Heıdegger ile ilgili görüşlerini açıklar. Buna göre Heıdegger, “hatalı davranışlarında boğulan; hiç hata yapmamış gibi davranmayan; üzerine yapışmış kusuru gizlemeyen kişinin, kendini eskideki kusursuzluğunun içine rahatça ve en kazançlı biçimde yerleştirmiş olandan daha iyi olduğunu söylüyorum, öylesine rahatça ki bu kişi şimdi ve burada- elbette, sadece “özelde”, insanların arasında değil, öyle olsaydı prestiji sarsılırdı- en bariz adilikleri yapabilir. Başka bir deyişle Heıdegger’in bazı şeyleri anlamış olduğunu söyleyebilirim kendime” (s., 126).
Bachmann, bu sert yanıta çok geçmeden yanıt verir. Ki Heıdegger’le ilgili aynı şeyleri söyler. Bachmann, bu konuda Celan’ı anlar ve eskiden olduğu gibi “şimdi de reddinin bir gücendirmemeye dönüşmemesi” yönünde bir fikir taşır (s., 128).
En nihayet, bir kaç yazışma sonrasında ikisi arasındaki Heıdegger tartışması sona erer. Celan, kitabı hazırlayan Neske için “Pis biri” der ve ekler: “Heıdegger’in 75’inci doğum günü onuruna yeniden bir saygı kitabı yayımlayacak olursa beni zamanında haberdar etmesini umduğumu söyledim” (s., 129).
Bir gerilim hattının olduğu açıktır. Bunun yanında şiir ve felsefe adına Heıdegger ve Celan ilişkisi gerilim hattına rağmen güzeldir. Heıdegger’e Saygı kitabından iki yıl önce Celan, Çizikler adlı şiirini Otto Pöggeler üzerinden (Çizikler, Dil Kafesi’nde yayımlandı, 1959) Heıdegger’e göndermek ister. Heıdegger’in sağlam bir yaşam öyküsünü yazan Rüdiger Safranski’ye göre bu şiir, yaralanarak dünyayı kavrayan ve hafızasında saklayan bir gözden bahseder: “Gözdeki çizik/ korunuyor/ karanlığın bıraktığı bir iz.”
Celan’ın bu şiiri Heıdegger’e gönderip göndermediği belli değildir. Sonraki yıllarda azda olsa bir ilişki gelişmiştir. Rüdiger Safranski’nin aktardığına göre 1967’de Celan, Freiburg’a, üniversite tarafından düzenlenen bir şiir dinletisine gelmiştir. Heıdegger dinleti öncesinde kitapevlerini ziyaret edip Celan’ın kitaplarının raflara konulmasını sağlamış ve dinletiyi ön sırada izlemiştir. Dinleti sırasında ikisi yan yana gelmiş ancak, biri ikisinin fotoğrafını çekmek isteyince Celan çekilmiştir hemen. Celan, Heıdegger ile aynı fotoğraf karesinde yer almak istememiştir. Heıdegger ise soğukkanlı davranır. Üstelemez. Celan bir süre sonra geri döner ama bu sefer de fotoğraf çekme isteği yinelenmez.
Dinletiden sonra yine bir araya gelirler. Heıdegger, Celan hareketinden dolayı üzgün olduğunu fark eder. Birlikte Karaorman’da tırmanmayı, bir dağ kulubesinde sohbet etmeyi önerir. Bu anları izleyen kimseler Celan’ın huzursuz olduğunu söylerler. Celan, hem yakın olmak ister, hem suçlar kendini: Celan eserleri ve kişiliği ile Heıdegger’in etkisi altındadır ve bu etki, kendine karşı bir suçlamaya döner. Karmakarışık bir ruh hali. En nihayet kulubede ne konuştular bilinmez. Celan defterine kulube ile ilgili kısa bir kaç satır yazar: Gelen bir sözün umudu yüreğimde. Celan, Heıdegger’in suçlarını kabul etmesini mi bekliyordu, bu bilinmez ama görüşme Celan’ı olumlu yönde etkiler. Bir süre yazışırlar. Açıktır. Heıdegger, Celan’ın kalbini kazanmaya çalışır. Bir keresinde de buluşurlar da; 1970’te, Celan şiirler okur. Heıdegger şiirleri dikkatle dinler, hatta tek tek sözcükleri ezberler ama Celan onu, dikkatsizlikle suçlar. Heıdegger, Baumann’a şunu söyler: “Celan hasta, çok kötü durumda.” Heıdegger, Celan’la bir gezi de planlar ama bu gezi Celan’ın intiharından dolayı gerçekleşmez. Bu ilişkiden bize kalansa Gelen söz ve Işık Zoru’dur.
V- Bir mezartaşı: Ölüm Fügü
Celan’ın bütün şiirleri benim için büyüktür ve ben Celan’ın şiirleri arasında bir ayrım yapamam. Bunun yanında Celan’ın ezbere bildiğim tek şiiri vardır ki bu Ölüm Fügü’dür. Bu, Ölüm Fügü’nün diğer şiirlerden önemli olduğu için değildir; bu şiir Türkiye’de hep günceldir: Almanya diye geçen yerlere Türkiye yazacak bir cesaret olmadığından da bu şiir hep belleğimde kalmıştır. Şiirde geçen “Alman Üstat” o kadar büyümüştü ki şimdi, dünyanın her yerinde pek çok çırağı vardır.
Ölüm Fügü yayımlandıktan sonra tartışmalar yaratan bir şiirdir de. Nazi Kamplarında yaşamamış birinin, kamplarda yaşayanların duygu ve düşüncelerini anlatması hayali bir tanıklık olarak değerlendirilmiştir. Ölüm Fügü’nde şiirin bir düş, şairin bu düşe bilinçli bir şekilde yatan bir kişi olduğunu anlarız (görürüz). Kampların sahici tarihi bize sadece bir tarihçe verir ve bu tarihçe içinde yaşanan şeyler zamana bir dua ve bir temenni olmaktan öteye gitmezler: Tanrı, bir daha bize aynı şeyleri yaşatmasın. Celan’in bu şiiri ile ruhsal bir tanıklık dikkatimizi çeker. Kapatılmış, belki müzeye dönen kamp, beyinde kapatılmamıştır ve gerçek olan da beyindeki kamptır. Burada gök yüzüne dar gelmeyecek bir mezar kazılır ve Yahudiler çağrılır: Toprağa bir mezar kazsınlar diye.
Ölüm Fügü’nün Celan’daki karşılığını Kalp Zamanı’nda bir kez daha görüyoruz. Bu şiir Celan’ın için bir mezar taşı üzerindeki yazı ve bir mezardır. Annesi de sadece bu mezara sahiptir. (s., 135).
Doğasıyla şiirle ilgili tartışmalar ve Adorno’nun Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz sözü sadece sözden ibaretttir. Ayrıca kurgusal olarak bir yeniden üretim de yoktur bu şiirde; anne ve babasını kaybetmiş bir oğulun, bir mezar taşı yazma kavgası vardır ve kavga, düş içinde yapılmıştır.
1-İki kitapta Gertrude Durusoy ve Ahmet Necdet tarafından çevirildi. Paul Celan., Bademlerden Say Beni., Adam yay., İstanbul 1983; Haşhaş ve Bellek., Broy yay., İstanbul 1994. Nerdeyse Yaşayacaktın (BFS yay., İstanbul 1989) adıyla Oruç Aruoba tarafından yapılan bir başka çeviride, “çevirenin notları” adıyla bir ek bölüm verilmiş ama Bachmann adı anılmamıştır. Yazıda yer alan alıntılar için bkz., Ingeborg Bachmann- Paul Celan., Kalp Zamanı/ Mektuplar., çev., İlknur Özdemir., Turkuvaz yay., İstanbul 2009.
2- Kalp Zamanı’nın çevirmeni İlknur Özdemir şiiri çevirirken, bütün sen’leri atmıştır ve doğasıyla şiirin göstergeleri de yerinde oynamıştır. Ancak kitabın açıklamalar bölümünde yer alan Barbara Wiedmann ve Bertrant Badio imzalı yazıda sen’in önemi vurgulanmıştır; sen, Yahudi adını taşıyan ve her biri sen sözcüğünün muhatabı olan üç kadına sirayet eder. Bkz., Kalp Zamanı., s., 237-245.
3- Paul Celan., Nerdeyse Yaşayacaktın , s.63-65.
4- Corona’nın Türkçe’de bir kaç çevirisi vardır; bunlandar biri Gertrude Durusoy ve Ahmet Necdet tarafından çevirilmiş, Haşhaş ve Bellek (s., 37-39) ve Bademlerden Say Beni (s., 17.) adlı kitaplarda yayımlanmıştır. Bunun dışında Ahmet Cemal’in Celan’ın Bütün Şiirlerinden Seçmeler (s., 58) adlı seçkide Corona yayımlanmıştır. Oruç Aruoba tarafından çevirilen ve Nerdeyse Yaşayacaktın (s., 125) adlı kitapta yer alan çeviri ise yukarıda sözünü ettiğim iki çeviriden farklıdır; Aruoba, şiiri Almanca aslı ve kitabın sonunda kısa bir açıklama ile yayımlamıştır. Çevirilerin tümü birbirinden farklıdır. Bu fark ilk dizeden itibaren hemen anlaşılır: Elimden yedi yaprağını güz: dostuz (Oruç Aruoba); Sonbahar, avucumdan yemekte yaprağını: biz dostuz (Ahmet Cemal); Güz kendi yaprağını yiyor elimden: Biz iki dostuz (Gertrude Durusoy ve Ahmet Necdet). Üç ayrı şiir girişi ve üç ayrı anlam var burada, açıktır.
5- Corona: Latince başlık, genellikle defne yapraklarından yapılan “alınlık/ taç” anlamında: Eski Yunan ve Roma’da, ödül kazanan sanatçılara takıldığı gibi, satışa çıkartılan kölelere de, satıcının mal’ından sorumluluk kabul etmediğini belli etmek amacıyla, takılırdı. Bkz., Nerdeyse Yaşayacaktın., s., 198.
6- Celan., Haşhaş ve Bellek., Durusoy- Necdet., s., 83.
7- Rüdiger Safranski., Bir Alman Üstat- Heıdegger., çev., Ali Nalbant., Kabalcı yay., İstanbul 2008., s., 586-590.
/Nupel/