Müslüm Yücel: İki taş meseli: Aysel, Alican ve Edward Said 

Yazarlar

“Yaptığımı yapmalıydım” (Lautreamont)

Aysel Doğan, doksan kuşağı gençleri için efsane isimlerden biriydi. İlk bağımsız vekil seçilen kimsedir; 54 doğumludur, kıtlık yılında (sala xele) doğmuştur. Bu tarihte peynir vardır ama onu içine koyup satacak teneke yoktur, teneke bulunsa, onu bir kentten bir kente götürecek vasıta ve vasıtaya konacak mazot yoktur; hükümet acil önlem alır; Marshall Planı dahilinde Türkiye, Amerika’dan buğday alır; Kürdistan’da ekilen buğdaya vergi gelir, kimi buna kaçor, kimi papor, kimi başka isimler verir… Devlet buğdayı o sene sudan ucuza alır, hayvanlara vergi gelir; hayvanlarını saklayanlar olur… İstanbul’da da durum çok farklı değildir, bir zümre dışında herkes zor durumdadır; İstanbul o sene ağır bir kış da yaşamıştır, deniz donmuştur. Süt tozları, sana yağları o yıllarda yayılmıştır. 

Aysel’in bir de arkasında büyük bir tarih vardır: Dersim İsyanı: İnsanlar mağaralara sığınır ve bir çocuk mağaraya ateş atıldığı zaman dışarı çıkar. Dışarıda, eli silahlı adamlar vardır ve bu çocuk, tekrar mağaraya, ateşe doğru koşar. Böylesi ve daha binlercesi anının evladı olmak elbette zordur. 

Aysel, buralarda büyür, gelişir. Çocukluk arkadaşları da vardır; birlikte ip atlarlar, ağaçlara tırmanırlar… Bunlardan biri Sakine Cansız’dır. 

Okula gider ama burada, ilk şey, okula gitmek değildir; Türkçe öğrenmektir. Türkçe nasıl öğrenilir ki, öğretmenler söyler, bildiklerini unutamasan, yenisini öğrenemezsin sen…

Üniversite için önüne onlarca tercih konulur ama o, beden eğitimi öğretmenliğini seçer… Sporun, ruhunda, garip bir meditasyon duygusu yatığının bilincindedir. 

Mezuniyet sonrası ataması yapılır, öğretmen olur. Hata öyle bir öğretmen olur ki, rapor alıp bu derse katılmayan kızlar onun dersine girmeye can atar. 

Darbe olur; 12 Eylül; tutuklanır; bir buçuk yıl, mahkemeye çıkartılmaz. Yaşar Kemal’in İnce Memed’indeki Anacık Sultan’dır, ölüm oruçlarını bildiği kadar, susma orucunu bilir. Anacık Sultan, İnce Memed’i ele vermektense, susar, kendini ölüme bırakır; bilir, bu dünyaya, gitmek için gelinmiştir, bırakılacak iki şey vardır; biri hamiyet, diğeri haysiyettir! Anacık Sultan, İnce Memed’e tılsımlı gömlek dikenlerdendir; bu gömleği giyene kurşun geçmez. 

Aysel’in geldiği yer buralardır; barış buralarda kelime olarak bilinmez; cem toplanır, talipler gelir, varsa çözülür; bu topraklarda yetmiş iki millette, bir nazarla bakılır… 

Aysel cezaevinden çıktıktan sonra Dersim’e gelir. İnsanın doğduğu yer, ana rahmi gibidir; bütün yaşam, bütün dert, buraya tekrar dönmek içindir. Aysel’in burada, dostları, arkadaşları, akrabaları vardır. Onlarla konuşmak, dertleşmek bile bir süre sonra bölücülüğe yorumlanır. Aysel, Dersim’den Erzincan’a götürülür, burada, 11 ay tutuklu kalır. Sonra 91 seçimleri gelir, Aysel bağımsız aday olur. Herkesin, bir parti aradığı yerde, bir partiyle nüfus bulduğu yerde, o kendinden başka kimsenin teşbihi olmayan ruhuyla, zaten partilerin üstündedir. Dersim’de bu tarihte, toplam seçmen sayısı doksan bin civarındadır; Aysel 30 bine yakın oy alır, oyların çoğu kabul edilmez, buna rağmen, 20 bine yakın oy alır, seçilir ama vekillik verilmez, onun yerine Sosyal Demokrat Halkçı Parti, iki vekil çıkartır. Hakkı yenir, haksızlığa uğrar, bir de bunlar yetmezmiş gibi, iki de bir gözaltına alınır…

Yurtdışına çıkar. Kadın Ana’dır; küsleri barıştırır, siyasal faaliyetlere katılır; yetmişlerin devrimci ruhuyla, gittiği her yerde güvenilir bir el olur; bir lokma, bir hırka demez, bunu yaşar; her gün sabah erken kalkar, koşu yapar, en sevdiği şeylerden biri, çocukluktan kalma alışkanlık, ağaçları sever, tırmanır… Bir de ağaç ve hayvan sevgisi yüzünden, etyemezdir; külliyen vejetaryen! İnsan nasıl yakın dostu hayvanları yer, mide nasıl hayvan mezarlığı olur; hele, avcılıktan nefret eder, yüceltilmesini istemez; bu konu açıldı mı, sıkılır. Yiğitlik, öldürmek değildir, yaşatmaktır. Üstelik bedeniyle barışık olanın, ruhuyla da bir barışıklığı vardır; yaşamaya, yaşatmaya meyletmiş biri hayatını barışa açar ama bu sadece insanlarla barışı da içermez, doğanın da korunması gerekir, doğada yaşayan her canlının da… Bu yüzden kendisini tanımlarken, ekolojist demekten hoşlanır. 

Aysel, Avrupa’ya gittikten sonra en çok üzüldüğü Dersim’dir.  Doyasıya doğduğu yeri yaşamamak acıdır; 99’da, Öcalan’ın çağrısı üzerine 2’inci Barış Gurubu üyesi olarak gelenler arasında yer alır. Çoğu kimsenin ekmek kapısı, çoğu kimsenin güvenlik nedeniyle tercih ettiği Avrupa’nın onda bir cazibesi yoktur, olsa da, bu ülkenin hapishanesi, barışa hizmet edecekse Aysel, gelmekte çekinmeyecektir, gülerek gelir, bir jest olarak gelir. Hayatı, başlı başına bir yapıt olanların, bildiği tek bir gerçek vardır, kökleri; bu kök, doğayla, insanla iç içe olmaktır; kendine sadık olarak yaşamak, kendine sadık olarak ölmek, hiçbir canlıyı öldürmemek, hiçbir canlının yaşama hakkını elinde tutmamak… 

Aysel, dokuz yıl cezaevinde kalır. Barış elçisinin eline, geldiği gibi kelepçe vurulmuştur. Buna itiraz etmez, elçinin bir işi, çiledir; çilede, kendi ışığıyla karşılaşır insan, başka ışıklar görür, onların sesini duyar, içine çeker; insanın içi aydınlanmadıkça, dışı karadır; dışı kara olanın, elleri de karadır, yüzü de, gözü de… Cezaevinde, sanki dışarıdadır; her sabah ilk kalkan odur. Bir gömleği vardır ve bunu hep yıkar, giyer, sırasında, bir yeri söküldü mü, onu diker… İsraf haramdır. Birileri çıplak dolaşıyorken, giyinmek haramdır ve tabii bir de buna eklenen o devrimci kültür; oradan gelmiştir, bir zamanlar, arkadaşları için kazaklar örmüştür, bunları kimi zaman onlara vermiş, kimi zaman bu kazakları satmış, küçük bildirilerin basımı için matbaa parası yapmıştır…

Sanki Dersim tarihi birikmişte, bir bedene sinmiştir. İşte cezaevinde de bunları yaşar; bazen, duygulanır, en duygulu olduğu yer, bir zamanlar beden eğitimi dersi verdiği öğrencilerinin yanına gelmesidir… O zaman sanki yıllar diye bir şey yoktur, ruhun sağlığı, erken uyanmaktır; güneşle yıkanmaktır, erken kalk, erken uyu, işte böyle yaparsan, gelir, ilişir ruhuna Munzur’un bin bir gözesi… Gözeler geldiği zaman, elini çek, onlar nereye gideceklerini biliyor. Niye mi, suyun da ruhu vardır, damlanın da bilgiliği, toprağa ve suya karışır insan, sonrası, taş meseli… 

Aysel, tahliye olduktan sonra hayalini yaşamaya çalışır. Dersim’e gider, burada Alevilik İnanç ve Kültür Akademisi’ni kurar. Amacı, toprağı ve suyu anlatmaktır. Ancak bu dernek de uzun yaşamaz. İstenilen bir Alevilik vardır; bu Alevilik diyanete bağlıdır. 

Aysel, 2011’de yine tutuklanır, üç yıl sonra çözüm süreci başlar, ama o hastadır; İmralı Heyeti, onunla bir görüşme yapar; hayat dediğin ölümle vardır, o da heyete, “eğer ölürsem, Diyarbakır’da ölmek isterim” der.  Tahliye olduktan sonra Avrupa’ya gider. Eskisi kadar dinç değildir; çabalar, her sabah erken kalkar yine, sporunu yapar ama kanser öyle bir hızla yayılır ki, gün be gün erir; 11 Mayıs’ta, Mayıs kervanına katılır. Tek bir isteği vardır: Dersim’e gömülmek. Mezarlık, taş vb bir şey de istemez: Yalnızca bir kefiye Rojava’dan, bir de Ezidi kızların giyindiği beyaz fistanlardan bir örtü… 

 

II

Aysel Doğan’ın cenazesi vasiyeti üzerine Dersim’e getirilir. Bütün dünyada ölüye ve ölüme karşı bir saygı vardır. Kişi ne yapmışsa, yapmıştır; ne söylemişse söylemiştir ve onun istediği gibi gömülme hakkı vardır.  Ölen kişinin yakınlarının da defnetme hakları vardır, yoksa bile bu olmalıdır. Ancak güvenlik güçleri, güvenlik gerekçesiyle yalnızca ailesinin defin işlemine izin veriyor…

Bu arada başka bir kare beliriyor. Başka biri sahneye çıkıyor. Bu adamı tanımıyorum. Sırrı abinin bir iki söz etmesi dışında hakkında bir bilgim yok. Adı Alican Önlü! Aysel’le ilgili haberlere bakarken, bu adam dikkatimi çekiyor. Çünkü bu adamdan herhangi bir Kürt sitesi söz etmiyor. İç İşleri Bakanı, kendi resmi hesabında bu adamın görüntülerini paylaşıyor; bir tek yerde, bu adamın yaralı olduğu söyleniyor… Birden korkuyorum, bir şey mi oldu? Öldü ya da yaralandı mı? Garip bir şekilde, bu adam beni etkiliyor. Bu adama bir şey olmasını hiç istemiyorum. Nedenini, sabah üçe kadar düşünüyorum, görüntüleri izliyorum… Bu adamın beni bu kadar etkileme nedeni yaban olması, aklıma İsa amcam geliyor, amcam taş gördü mü korkmazdı, sporcu bir dövüş tekniğinden uzaktı, taşla, dünyaya meydan okuyabilirdi, ne silah ne de bıçağa sığınırdı; sonra başka adamlar vardı, köy yerinde biri tarlalarına dadandı mı, birden kucaklarını kesekler doldururdu, öyle bir giderlerdi ki, aklım şaşardı; işte Alican bu adamlardan biriydi, yabandı,  başparmağını sıkıp yumruk yaptığında, parmağı kırılanlardandı.

 

Adam Phllips, tenin dramlarından söz ettiğinde, içimizde sakladığımız yabancıdan bağımsız hiçbir şeyin olmayacağını söylüyordu. Sözü şöyle bağlıyordu: En tanıdık yabancıdır beden! Bu adam, bedenini öyle bir tanıyordu ki, taş atarken, taş onun elinin bir parçası oluyordu; sanki yer de, bir şehir değildi, bir tarlaydı…

Karşıdaki güç, tanımlanabilir bir güçtü ve güç, sıkıştırırken, sıkışıyordu ama Alican, öyle bir yabandı ki, tıpkı modern ziraat öncesi, toprağı koruma gücü olan ısırgan (gezgezok) otuydu; buğday tarlalarına tek bir süne bırakmıyordu; hazza odaklı (acı ya da sevinç) bir direnme de değildi; tene dokunmuyordu, hayata ve ruha dokunuyordu. Sanki hayatına bir bedel arıyordu; her şeyini feda etmeye hazırdı ve bu yüzden şurada, şu anda, bir şeylere göz yummaktansa, durmadan ölüme yatıyordu; bu yüzden yüksek ego, yok oluyor; benlik diplere çöküyor, yaban, sıcak ve diri bir hal alıyordu; bu yaban otları buğdaylık tasladıkları zaman, ısırgan otunun toprağımı bırakmam dercesine verdiği kavgayla birdi. Üstelik Alican, amorph yapıya karşı, kendine göre, bir form oluşturuyor; herhangi bir temsile sığınmıyor, bir şekil almıyor, bir şeye kement atmıyor, doğal; Bruce Lee izlemiş bir kuşak oysa ama buna rağmen doğallığını koruyor; ne taşın sırtı biliyor onu, ne eli taşın sertliğini; ikisi, aynı doğanın bir hali… Milletvekilidir, isterse silahını iki de bir gösterebilir, isterse bir bıçak çekebilir; dokunulmazlığı da var ama taşa gidiyor eli… Ortaga y Gasset, İspanya’nın köylüleri karşısında hayranlığını dile getirirken şu söylüyordu, diyordu, onların teni, ağırlık taşımaktan başka bir şeyler anlatır? Nedir bu sorusuna da sanırım Alican yanıt veriyor: Arıtır! Alican, taş atmıyor, bir şeyleri arıtıyor. Taşın, sözcülüğüne soyunmuş bir hal; öyle bir hal ki, o anda ölse, ölüm bile bir gülümseme gibi gelecektir; acı da çekmiyor, acının kendisi oluyor… 

Dahası, karşısında bir görüntü enflasyonu vardır. Bir kaos yaşıyorlar. Adım atsalar, adım atmaları için emir almaları gerekiyor; görevlerini yapıyorlar, bir mesaiye tabiiler, şimdi de mesaideler. Bir tek şeyi simgeliyorlar: Görevleri.  Bunun için güç kuşanmışlar. Su sıkma araçları, silah ve gazları var. Alican, öyle heybetli biri değil, kısa boylu, gözlüklü, zayıf biri… Tek gücü taştan alıyor, ikinci karede, taş geri geliyor, Alican, kendini sapan taşına dönüştürüyor, fırlıyor, bir hamle yapmıyor; hamle oyundur, tuzaktır;  sonra elindeki taşla yürüyor; fiilin buradaki tam karşılığı bir tablodur ve bu tabloda, fiil sonsuz şimdiye talip olan yaşantıyı veriyor; şimdi, nedir? Şimdi bir yaşantıdır, yaşantı, karşıdaki güce borçlu kalmıyor, boyun eğmiyor, dahası boyun eğdirme sevdasında da değil, bunu bir gösteriye de çevirmiyor, arkadaki kitle onu koruyacağına, o hepsinin önüne geçiyor ama şunu yapmıyor, kendini sergilemiyor, bir gövde gösterisine dönüştürmüyor kendisini, kibirli değil, yaban, varlığa ve ana karşı görkemli bir saygı duruşu; “yaptığımı yapmalıydım” diyor sanki, ısırgan otunun, süneye söylediği gibi, burası, buğdayın yeri; burası, bir taziye evi, burası… 

 

III

 

Doksanlı yılların başında, bizim yaştaki insanları etkileyen iki yazar vardı. Bunlardan biri Noam Chomsky, diğeri Edward Said idi. 

Chomsky, terörizmin bir kültür olduğunu söylüyordu. Onun için devlet tedhişti ve devletin temel özelliği meydan okumaydı; bunun için, belli skandal limitleri vardı, demokrasi derdi ama hasar kültürüyle beslenirdi; diplomasi taktikleriyle de ayakta kalırdı; bu ülke, ABD idi: Bu ülke helak ederdi, bazen güzellikler sunar, bazen savaşlar çıkartarak kendini yaşatırdı ve devletin, güç kullanarak, kontrol altında tutardı. Chomsky, bir devlet önermezdi, bir devletle bağ kurmazdı. 

Said ise görkemli bir entelektüel değildi. Çok okuyan biri de değildi. Ama garip bir şekilde ilgimi çeken ve hala çekmekte olan biridir. Oryantalizm bahsinde oldukça biçimseldir. Dine ve dile yaklaşımı da biçimseldir. İlgilendiği konuların arka planı okumalarını yapamamıştır; Saussure’a, mesafelidir, Marx’sa da…  Saussure, oryantalizmi söylem olarak ele alır; ona göre dil, dilden önce gelen fikirlerin fonetik ifadesi değildir; Said, bunun tam tersini söyler, olumsuzlamaya girer, fikirlerin göstergeleri hiç ilgi alanına girmez; büyük başlıklar atar: Kültür ve Emperyalizm diye, ama bunları, açıklamaz; kültür dediği şeyleri, tarihle; edebiyat eserlerini de politikayla yorumlar. Doğu derken- İslami bir doğu vardır ve sanki, bu doğu da bir tek bir topluluk yaşar; Batı’da onun metninde doğru bir tanıma tabii tutulmaz, imtiyazlı, hakim bir kutuptur, bu kadardır. Said’le ilgili çok uzun yazmam gereklidir ama burası şimdi, yeri değildir. Kısa kesiyorum. 

Said, 2000’li yıllarda Arap dünyası ve Arap entelektüelleri için pop star düzeyindeydi. Her gittiği yerde, bir akademisyen, bir yazar olarak değil, büyük diplomat gibi olarak karşılanırdı ve elbette ki oda kendisine uygun görülen bu diplomatlık hattını, çok sevmiş olmalıdır ki kısa bir süre sonra sahaya indi: Said, bir taş atıyor; oldukça şık giyinmiş, başında şapka, sırtında ince bir ceket ve sağlam kunduraları var; Alican’a bakıyorum, üstünde ince bir gömlek, basit bir ayakkabı, o kadar. Alican, Aysel’in cenazesi sırasında, bir şey istiyor: Saygı, izin verin, gömelim. Bu kadar! Ama izin verilmeyince, Said’in taş attığı İsrail’den bir cenaze töreninin görüntülerini paylaşıyor: İsrail polisleri, bir cenazeyi defnediyorlar. 

Said, İsrail’e taş atarak, büyük bir tartışma yarattı. Hatta bu tartışma, taşı İsrail’e attı mı, atmadı mı gibi sorulara kadar gitti. Kimi profesörler, Said’i taş attığı için üniversitedeki işinden istifa etmesini istedi. Said’in taş attığı ama nereye attığı, hedefin görülmediği bile uzun tartışmalara neden oldu. Kimine göre İsrail askerleri bölgeden çekilirken Said bu taşı atarak, olayı kutlamıştı. Said, daha sonra yaptığı açıklamada, tıpkı eserlerindeki gibi tam orta ölçekti bir açıklama yaptı: “Sınıra, Bab-el-Fatma, yani Fatma Kapısı isimli bir yere gittik. Yüzlerce turist vardı ve karşılarında devasa tel örgüler duruyordu. Yaklaşık 200 metre ötede, etrafı yine tel örgülerle ve betonla çevrili bir gözetleme kulesi duruyordu. Muhtemelen içinde İsrail askerleri vardı ama onları görmedim. Epey uzaktı. Bu konuda pişman olduğum şey, olayın gülünç durumunun anlaşılmaması. İnsanlar birine taş attığımı düşündüler. Ama orada kimse yoktu. Aslında oğlum ve gençlerden bazıları kimin taşı en uzağa atabileceğine dair yarış yapıyorlardı.  Oğlum iri yarı biri olduğundan -sonuçta beyzbol oynayan bir Amerikalı- en uzağa o attı. Kızım da bana dedi ki, ‘Baba, Wadie kadar uzağa atabilir misin?’ Bu tabii ki babalık ve rekabet duygularımı harekete geçirdi. Ben de bir taş alıp fırlattım.”  

Said, böyle diyor; ancak bu taş atma Türk entelektüelleri için bir çığır oldu. İslamcı kesim taşı aradı. Şimdi önemli bir bakanlıkta bulunan İbrahim Kalın, twitter hesabından Said’in taşlı fotoğrafını paylaşarak, şunu yazdı: “Her zaman rahmet ve saygıyla anacağız.” 

Kalın, elbette ki Said’in fikirlerini seviyor, rahmetle andığı; evet, Said idi ama saygı derken, elbette attığı taşa vurgu yapıyor. 

Böylece bir Filistin dayanışması… İslamcı kesim, Filistin’le ilgili şunu söyler ve haklıdırlar: Cenazelere saygı duymuyorlar!

Said’le yazıyı bağlarsam. 

Said’in ilgilendiğim kısım tekrar üzerine kafa yormasıydı. Batının sürekli yaptığı şey ona göre tekrardı. Bundan bir şey öğrendim: Bir eseri tekrar etmek, okuru hesaba katmamaktır. Bir şeyi tekrar etmek, üst üste birkaç kez söylemek kitleyi hesaba katmamaktır. Bu şudur: Kendini hesaba katmamak! Çünkü tekrar eden, üretme kaygısı yüzünden bir şey üretemez, salt yineler, yalana başvurur, hatta yalan, gerçeğinin parçası haline bile gelir. 

Açıktır. Taş, entelektüelin elinde bir aksesuar, bir kukladır ama yabanın elinde, o taş çok şeydir; sırasında, aynaya bile döner, yabanın tini ve hiçbir şey de tutamaz onu, hiçbir şeyi tutmaz ama hiçbir şeyi geri çevirmez, alır ama saklamaz… 

 

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: Kazakistan İsyanı
Günay Aslan: Türkiye İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı Rojava şantajı yapıyor 

Öne Çıkanlar