Toplumsal yığınların ve bireylerin yaşamlarına ilişkin geleceğe dönük niyetler taşımaları ve bu niyetlerin gerçekleşmesi için de pratik adımlar atmaları olağan bir sonuçtur.
Her toplumsal yığın ve her birey daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için faaliyet yürütür. Yaşam koşulları elbette sadece ekonomik koşulları içermez. Daha adil, daha özgür, daha eşit koşulları da kapsayan i̇nsanın yabancılaşmasının kaldırılmasını içerir.
Ancak niyetlerin veya teorik düşüncelerin sınandığı yer pratik alandır. Taşınan niyet ne olursa olsun, ancak pratikte sınandıktan sonra fazlalıklarından veya yanlışlıklarından arınır.
Böylelikle nesnel gerçekliğin ne olduğunu, nesnel gerçekliği ne kadar zorlasak da kendimize uyduramadığımızı, bizim onu kabul ederek ona uymamız gerektiğini gösterir.
Nesnel gerçeklik nedir, sorusunu kendi siyasal sorunsalımızı örnekleyerek yanıtlamak gerekir. Kurdîstan bir sömürgedir: her sömürge gibi ancak sömürgeci devletlerden koparak kimliğini, dilini, toprağını ve kültürünü yani kendi varlığını elde edebilir. Kurdîstan sorunu, kendisini sömürgeleştiren ülkeleri de aşarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Sadece sömürgeciler ve sömürgeleştirilen arasında değil, daha çok sayıda devletin de dolaylı olarak içinde olduğu bir ilişki biçimini kazanmıştır.
Niyet nedir? Niyet: nesnel gerçeklikle yüzleşmeden gerçekleştirilmeye yönelik düşünceler dizisidir. Kendi sorunsalımızda ise niyet değişkenlik göstermektedir. Sömürge, sömürgeciler ve üçüncü tarafların farklılaşan niyetleri ve hatta bu güçlerin kendi içlerindeki ayrı ayrı niyetler de değişiklik göstermektedir. Temel sorun, bütün bu güçlerin nesnel gerçekliğe karşı olan yaklaşımlarında yatmaktadır. Sömürgeci devletler açısından niyet bellidir ve zaten bu niyetleri de hiç değişmedi: Sömürgeleştirdikleri Kurdîstan’ı, bu konumunda tutabilmek hatta başarabilirlerse fiziki ve kültürel soykırımdan geçirip, tamamıyla “sorun”dan kurtulmak dışında bir niyetleri yok.
Elbette bunu da salt askeri yöntemle değil, çoğu zaman “ağzında bal ama kuyruğunda da zehir olan arı” çalışmasıyla yaptıkları da ortada. Ancak bu “niyet”in nesnel gerçeklikle örtüşmediği, tamamıyla emperyal ve sömürgecilik refleksi dışında bir anlamı olmadığını geçen yaşanan isyanlar ve sonuçları bağlamında biliyoruz. Uyguladıkları soykırım modelleri öfke, nefret ve kin olarak kendilerine geri dönmüştür. Yaşattıkları her zulüm, yeni bir bireyin kimliksel dönüşümüne aracı olmuştur.
Uluslararası güçlerin niyetleri de benzer şekilde yaşanmıştır. Dönemin SSCB, şimdinin Rusya’sı, ABD, Avrupa, Ortadoğu ülkeleri gibi güçler bu soykırıma sadece çıkarları doğrultusunda bakmış, Kurdîstan ve Kürtlerin yaşadıkları onlar için günü geldiğinde bir şantaj aracı olarak sömürgecilerin önüne sürülecek belgeden öteye gitmemiş, hatta şimdilerde de devam eden bu soykırıma gerekli desteği sağlamaktan imtina etmemişlerdir. Kürtleri sevdiklerinden veya “insan hakları-demokrasi” bağlamında değerlendirdiklerinden değil, çıkarları doğrultusunda Kürtlerle ilişki kurmuş, kendilerine veya sömürgecilere mahkum etmeye çalışmışlardır.
Temel sorun biz Kürtlerin “niyet ve nesnel gerçeklikle olan ilişkisi” noktasında başlamaktadır. Çünkü , bir birey veya toplum kendini net olarak tanımlamazsa, doğal olarak karşıdaki güç onu tanımlayacak ve bu tanım üzerinden hareket edilecektir. Varlık anlamında kendimizi tanımlıyoruz ama ya ötesi? Niyetimiz nedir, nesnel gerçekliğimiz nedir? Bu konularda her parçadaki siyasal yapıların ve Kurdîstanlıların yaklaşımı başka olduğu için tanımımızın içeriği de değişiyor. Eşitsiz gelişim yasasının bir yansıması olarak, her parça sömürgenin ulusal gelişimi de farklılık göstermiştir. Her sömürge kendisini sömürgeleştiren devletin kültürünü yaşamış, düşünce dünyası bir ölçüde buna göre şekillenmiştir. Yabancılaşma kavramının farklı bir şekilde de olsa vücut bulduğu bir gerçeklikle karşılaşılmıştır. Uzun zamana yayılan bu asimilasyon doğal olarak niyet ve gerçekliğin arasındaki cizgiyi bulanıklaştırmıştır.
Sömürgelerin kurtuluşu tarihsel olarak biliyoruzki şiddete dayalı olarak gerçekleşir. Düşünce karışıklığını önlemek için yazmak gerekir: Türk sömürgeciliği diğer bütün sömürgecilerden farklıdır. Türk sömürgeciliği en başta “kimliği” inkar etmekte, böylece ortada sömürge sorunu görmemektedir. Diğer sömürgeciler ise kimliği kabul ederek sömürgeleştirmişler ve geri çekildikleri zaman da bütün kayıpların yanında sömürge ülkelerin kimliği bilindiği için, bir hayat yeniden kurulmuştur.
Türk toplumsal yapısının devletin bir yansıması olduğu, ırkçı, faşist ve anti demokratik bir yapıya sahip olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçekliktir. Bu yapısı geçmişte de böyleydi, şimdi de böyledir. Kendi iradesiyle bunu değiştirecek veya talep edecek bir yapıya sahip değildir. Peki bu sorumluluk ve bu görev Kürtlere mi düşmektedir? Neden, Kürtler Türk devletini demokratikleştirmeye çalışmalıdır, neden bu Türk halkının değil de Kürtlerin temel görevi olarak görülmektedir? Denilebilir ki sorunun çözümü için geçerlidir. Bu anlaşılabilir bir görüş olmakla beraber Kürtlerin özgürlük mücadelesinin temel sorumluluğu değildir. AKP-MHP faşizmi yıkıldığında yerine gelecek olan siyasal yapının da bir farkı yoktur. Sorun demokrasi mücadelesi değil, sömürgelikten kurtulma sorunudur. Niyetimizin kırılma yaşaması bizim nesnel gerçeklikten kopmamızın yolunu açacaktır. Öte yandan ekonomik-politik olarak çöküşün eşiğindeki Türk devletinin son hamle olarak Rojava’ya saldırması planı geçerliliğini korumaktadır.
Bir demokratikleşme olacaksa özgür, eşit ve geniş toplumsal yığınların kararına dayalı olmalıdır. Hiçbir halk dışardan demokratikleştirilmez. Demokrasi kağıtlara yazılan kanunlarla gelmez. Hukuk devleti olmak ile, kanun devleti olmak arasında fark vardır. Daha cumhuriyet ile yönetilmekle, demokrasiyle yönetilmek arasındaki farkı bilmeyen bir kitle nasıl değişecek?
Bin yıldır çiğnenen bizim hayatımızdır, bin yıldır özgürlük uğruna savaşarak toprağa düşenler biziz. Bin yıldır aynı kararlılıkla hayatımızı yaşanmaz kılan da sömürgecilerimizdir. Önümüzde geleceğimizi çizecek iki seçeneğimiz var: ya niyetimizin kurbanı olacağız ya da nesnel gerçekliğin parıldayan ışığı önümüzü aydınlatacaktır. Çünkü hayat başka bir yol göstermeyecektir bize.