Bazen gerçekliğin görünürlüğün yetmediği, bakıp da kavramakta güçlük çektiğimiz zamanlara tutsak oluruz. Her şeyin ortada olduğu ama nedense kabul edilemediği bu süreçler etrafımızı saran bir çemberin ortasında, bizi efsunlanmış bir hayata mahkum eder. Hayallerden kurulan hayatımızı gerçekliğe tercih ederiz. Oysa gerçeklik hiçbir seye uydurulamaz, çırılçıplak ortadadır.
Belki de gerçekliği daha da anlaşılır kılmak için harflerden bir birlik, cümlelerden bir ordu kurarak geçmiş dönemlerden bize miras kalan köhnemiş düşüncelerin, örümcek ağı gibi çöreklendiği beyinlerimizin üzerine bu orduyu savaşmak ve zafer kazanmak için göndermeliyiz. Bizi hayallerin, umutların dünyasından kurtarıp gerçeklikle tekrar buluşturması için yaşadıklarımızı anlatmalıyız.
Nasıl anlatmalı ve nasıl anlamalıyız? Her günümüzün yaşamla ölüm arasında gidip gelen bir ince çizgide yaşandığı ve bizi sürekli tercihlere zorladığı bu dönemleri yaşadığımız durağanlıktan bir silkinişle yerimizden sıçrayıp kendimizle buluşmamızı sağlayacak noktaya nasıl getirmeliyiz?
Bir kimliğimiz var. Dilimiz, inancımız, kültürümüz, toprağımız var. Bütünün tamamlayıcı halkası olan tarihimiz var. Parçalanmış olsak da kendi içimizde bölünsek de var. Biz varız.
Basite indirgeyerek yazmak, örneği görünür kılmak için cümlelere başvurmak gerekiyor belki de. Kendimizi tanımladığımız “şey” miyiz? Dünyanın bütün halkları dillerini, inançlarını ve kültürlerini yaşarken hiçbir zorlukla karşılaşmıyorlar. Kendi topraklarında kendileri olarak yaşıyorlar. Tarihsel olarak yaşadıkları sömürgeleştirilmiş, işgal edilmiş dönemleri olsa bile bir noktada kendilerini tanımladıkları “şeyle” buluşup, kendileri olarak yaşıyorlar.
Hiç kimsenin aklına bir balığın kavak ağacına çıkmamasını garip bulmak gelmiyor. Bir kedinin uçmadığını hayretle karşılamak gelmiyor. Bir insan veya bir devlet başka bir insana zulüm uygularken kimliğini tanıyarak o zulmü uyguluyor. Hitler milyonlarca Yahudi’yi soykırımdan geçirirken kimliklerini yok saymamış, gerekçe olarak göstermişti. Fransa Cezayir’i sömürge olarak tuttuğu dönemlerde kimliklerini yok saymamıştı. Elbette tek istisna olarak Türk devleti karşımızda duruyor. Kurulan cumhuriyet “tek”çilik üzerine olduğu için faşizmin ve sömürgeciliğin tarihine altın harflerle geçmek adına sadece insanları değil, coğrafyayı bile “Türk”leştirmek politikasını sürdürmeye devam ediyorlar. Dünya işkence tarihinde ilk sırayı alan Amed zindanında casusluk suçlamasıyla tutuklu bulunan Alman’a aylarca “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganını işkence zoruyla attırmanın şerefi ! de bunlara aittir.
Peki, bizler kendi gerçekliğimizin farkına nasıl varabiliriz? Halk olarak kendimizi tanımladığımız ne varsa hepsinin işgal ve sömürü altında olduğunu anlayacak bilince nasıl kavuşabiliriz? Ağır bir kırılma yaşayan bilincimizi nasıl tamir edebiliriz? Umudu hayale dönüştürmeyi nasıl başarıyoruz, gerçeklikle yüzleşmek bize neden korkunç geliyor?
İnsanların hayatlarından çalınıyor. Bir özgürlük savaşçısının 30 yıllık tutsaklığının ardından serbest bırakılması bize yetiyor. Bu ağır bir çelişki değil midir? Zindanlarda esir tutulanların özgürlüğünü hiçbir gerekçeyi kabul etmeden sağlamanın üzerinde düşünüp politika yürütmek gerekmiyor mu?
Politik programlar kitle desteği ve sahiplenmesi olmadan ne kadar doğru bir temelde oluşurlarsa oluşsunlar varlık gösteremezler. Maddi güç, bir noktada volontarist bir yaklaşımı dayatır. İlkelerden ödün verilmeden, ittifaklar yapılır. Ancak kitle partilerinin her ittifaka açık olması tartışma gerektiren bir durumdur. Geniş kitlelere seslenmek, onları kendi programının altında birleştirip mücadele etmek başkadır, her düşünceyi (kendi ilkelerine ters düşse bile) kendi mücadelesine katmak çok daha başkadır.
Rojava’ya işgal etmek politikasından vazgeçmeyen, bunu uygulayacağını dile getiren ve yaşamsal önemde gören bir devletin, politik tuzak olarak önümüze süreceği “hayallerden oluşan ve umuda bulandırılmış” taktiklerini ciddiye almanın yaratacağı sonuçları nasıl anlatmalıyız? Tepeden tırnağa faşizmle yoğrulmuş, kendisi de dahil olmak üzere herşeye düşman bir toplumsal yapının dönüşmesinin en az üç kuşaklık zamana ihtiyaç duyduğunu nasıl anlayacağız?.. Bunca yaramızın, travmamızın içinde bu faşist güruhu “demokratikleştirmeyi” dile getirmenin çelişkisini görebilecek miyiz? Demokrasinin zamana yayılan bir kültürel birikim olduğunu, tepeden inme sağlanamayacağını anlatabilecek miyiz?
Sömürgecisinin döktüğü onca kan, dağıttığı bunca hayat varken, daha ağırlarını gerçekleştirmek için hamle yapmaya hazırlanırken, halen ona el uzatmanın naifliğini kaç hayat paramparça edilirse anlayacağız? Rojava’ya ağır bir saldırının başlamasına sayılı günler kala kitlelerin seçim ve çözüme odaklanmasının yaratacağı ataleti üzerimizden nasıl atacağız?
Harflerden bir birlik, cümlelerden bir ordu kurmalıyız ve önce beynimizdeki düşmanla savaşmalıyız. Bunu başaramazsak; geriye kuracağımız bir cümlesi olmayan hayatımız olacaktır.