1455-1485 yılları arasında İngiltere tahtı için yapılan iç savaş dönemine verilen isimdir. Beyazgül York ailesini, Kırmızıgülise Lancaster ailesini temsil ettigi için tarihte “Güller Savaşı” olarak yerini almıştır. Günümüz Türk devletinin siyasi arenasında yer alan partilerden HDP ve gerçek “sol” kimliğini taşıyan partileri çıkarırsak, geriye “Güller Savaşı”ını yürüten “aileler savaşı”ndan başka bir danışıklı dövüş olmadığını görürüz.
Türk devletinin kuruluş ilkelerini kabul eden askeri ve siyasi yapılara ve bunların iktidar olma, iktidarı elde etme süreçlerine bakacak olursak, bu anlamda aralarındaki benzerliği görebiliriz. Temel olarak iktidarı elde etmek için savaşan karşıt güçler, iktidar uğruna kan dökmeyi ilk kural olarak benimsedikleri için, temel ilkelerden-ki bu ilkeler “Türklük Sözleşmesi” olarak belirtilmiştir-vazgeçmemek koşuluyla her yolun mübah olduğu noktasında hic itirazsız bir arada bulunuyorlar.
İktidar kavgasında koşullara göre değişen ittifaklar, politikayı bütünsel olarak incelemeyen bakış açılarına göre ciddi bir birlik olarak görülür. Bu nedenle bu ittifakların söylemleri de bu bağlamda bir algı bir etki yaratır. Gerçekliğini yitirmeyen ve hep akılda tutulması gereken ilk kural: ”politika duyguyla değil, akılla yapılır”. İkinci kural ise “dostluk, güven ve değişmeyen taktikler yoktur, değişmez çıkarlar ve stratejik hedefler vardır”. Ancak her ideolojinin ilkelerinden ödün verilmemesini de ekleyelim. Maalesef gerek sol Kürt politik çizgisinin, gerekse sol Türk politik çizgisinin bir bölümüyle, her iki görüşün kitle tabanının büyük bir bölümü genel süreci güven ve değişmeyen kalıcı politik adımlar üzerinden okuması bir sorun olarak önümüzde duruyor.
Bu nedenle Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin politikasını Amerikancı, Türkçü, Avrupacı veya Rusyacı olarak okuyorlar. Oysa 50 yıla yakındır ayakta kalan ve mücadele eden bir hareketin bütünselliğine bakacak olursak hedeflerinden ayrılmadan, çıkarları doğrultusunda askeri-sivil politika ürettiğini görebiliriz. Bunu devrimci değerler açısından yanlış mı buluyorlar, 1917 devrimi ve daha sonraki sol iktidarların söylemlerini mi öneriyorlar, öyleyse soralım: Lenin İngiltere ile anlaşma yapmadı mı, NEP politikası nedir, yine M. Kemal ile yapılan anlaşmalar ne anlama geliyor? herhalde bir “aziz” mertebesine yükseltilen Lenin’in devrimciliğinden şüphe etmiyorlardır. Değişim sol düşüncenin temelidir ve mücadelenin taktiklerini belirler. Lenin, Stalin anlaşma yapınca “devrimin ayakta kalması”, Kürtler anlaşma tercihini düşününce de “oportünistlik” olarak değerlendirmek gayri ciddi bir belirlemedir.
Türk devletinin içindeki ailelerin kendi aralarında yürüttükleri güller savaşı elbette Kürtlerin geleceği açısından da önemlidir ama belirleyici değildir. Kendilerini ister Cumhur, ister Millet ittifakı olarak adlandıran bu görüşlerin konu Kürtlerin yok edilmesine gelince yek vücut olduklarını hayat bize öğretti. Ve bunu şimdi öğrenmedik, bunu, Qocgiri’den, Pontos’tan biliyoruz. Bunu Pîran’dan, Dêrsîm’den biliyoruz. Liste uzun…
Bir devletin iktidarı “aile içinde” değişerek sürüyorsa, hiçbir gücün o “aile”nin içine girmesine izin vermezler. Girmeye çalışanı elbirliğiyle yok ederler. Bugün (görünürde AKP-MHP iktidarının, asıl olarak da “Türklük Sözleşmesi”ni kabul eden bütün kurum ve kuruluşlarının Kuzey, Güney ve Rojava’da sürdürülen) savaşın toplumsal kabul görmesi bu nedenden kaynaklanmaktadır. İtiraz seslerinin ise başta HDP ve bir avuç devrimci değerlere sahip sol kimliklerden kaynaklanması da bu nedendendir. Bu ayrımda safını belirleyenleri hepimiz görüyoruz, hafızamıza yazıyoruz. Bir dost olarak sormak hakkımızdır: “Demokrasi İttifakı”nı oluşturan partilerin merkez yönetimleri Kuzey Kurdîstan’a gidip herhangi bir yerde açıkça saf tutuyorlar mı? HDP neden yalnız bırakılıyor? Partilerin basın açıklamaları yeterli değildir, çünkü süreç demokratik bir düzlemden çıkıp savaşa dönüşmüştür. İktidar parlamento yerine sokağı tercih ediyorsa, bizleri savunan partilerin de parlamentodan sokaklara çıkmaları gerekmektedir.
Yaşadığımız günler bir anlamda gelecek günlerin ön bilgisini veriyor bizlere. Devlet Rojava’dan başlayarak ağır bir işgale hazırlanıyor. Bu anlamda gerekli gördüğü anda savaş haline geçip, demokrasi tiyatrosunun sergilendiği sahneyi de kapatabilir. Koşullar elverdiğince sivil siyasetin olanaklarını değerlendirmek ancak diğer taraftan da bu olanakların kaldırılabileceğini düşünerek hazırlanmak gerekmektedir.
Ekonomik çöküntünün yarattığı ve öfkesini temsil edecek önderliği bulunmayan toplumsal yapıların hedefi her zaman “suçlu” olarak kabul edilen kitleler olmuştur. Günümüzde bu “olağan suçlular”ı Kürtler, sığınmacılar, göçmenler ve mülteciler oluşturmaktadır. Geçmişte böyle bir süreçten geçmiş devletlere bakarsak, ekonomik çöküntüden çıkışın yolunu, kitlelere yok edilmesi gereken bir düşman ve demokrasinin olmadığı bir yönetimi öneren lider ve partinin kazandığını görürüz. Kitleler özgürlük, eşitlik ve demokrasi olmadan karınlarının doymayacağını kavramaktan uzak, temel sorunun bu düşman kitle olduğu konusunda ortak bir refleks gösterdikleri için yoksulluğun kıskacında nefes almaya çalışmaktadırlar.
Türk devletinin aileleri kendi aralarında yüz yıldır savaşıyorlar, daha da savaşacaklar. Bu “Güller Savaşı”nın tek hedefi: dikensiz bir gül bahçesi yaratmaktan başka birşey değildir. Madem ki bizi “diken” olarak adlandırıyorlar, öyleyse bize dokundukları her yerde canlarını acıtmak boynumuzun borcu olsun.