Adana’nın kadim bir mahallesine kendisine benzeyen bakımsız evlerle birlikte sanki tehlikeli noktadan kullanılacak bir serbest vuruş öncesinde baraj kurmak üzere sıralanan futbolcular gibi yan yana ve hatta omuz omuza istiflenmiş “orta sınıf” evimizdeki o güzel dünlerimizde, evde pazar gününün yaşanmakta olduğunu hafta başına hazırlık kapsamında çoğunlukla siyah önlüklerimizin ütülendiği nev-i şahsına münhasır ütü kokularından ve gürül gürül yanarak içerisinde bulunduğu emektar banyomuzu buhara boğmaktan çekinmeyen odun sobamızın Subaşı ailesinin tüm fertlerini banyo yapmaya davet eden o çelikten inadından anlardık!
Her yanından huzur ve güven sızan o Çukurova dünlerimizde yaş haddinden “tek başına yıkanmaya” takılanlardan birisi olarak annemin sıkı gözetiminde banyo yapmak zorunda kaldığım için, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” ile noktalanması gereken o “son tas su” duasına eşlik etmeyi her defasında inatla reddetmemin ağır bedelini, nedense temizlik seanslarının hep en sonuna saklanmış olan “en sıcak suyun” o küçük kafamdan aşağıya bir çırpıda dökülmesiyle birlikte tıpkı sobamız gibi çelikten imal edilmiş direncimi hiçbir şekilde kıramayacağını anlayan annemin o esnada bana olan tüm öfkesini lehimlediği “son tas su” darbelerine maruz kalarak; ama bütün o sıkışmış, adeta nefessiz ve kimsesiz kalmış hallerime rağmen daha o yaşta “inanç dünyası”yla arama koyduğum dünyevi mesafeye de bir santim bile olsa helal getirmeden mertçe öderdim!..
Odun sobasının yol verdiği o yoğun buhar bulutunda bile rahatça görülebilen ana oğul arasındaki bu tehlikeli “son tas su duası” inatlaşmalarının üzerinden elbette çok uzun zamanlar geçti. Eşlik etmemekte direndiğim bütün o rahmani çağrıları sadece çocukluğumun temizlik seanslarından değil, üzerimdeki tüm hoyrat mahalle baskılarına aldırmaksızın yetişkinliğimdeki hayatımın her alanından, her köşe başından da, üstelik büyük bir azim ve kararlılıkla, çıkarmayı başarmış durumdayım.
Oysa son yıllarda, ayağını nedense gazdan çekmemekte inat eden böylesi örgütlü bir kötülüğün ve vahşiliğin hayatın, hayatımızın her alanına bu kadar kolayca çıkarma yapması karşısında “kaynar su destekli” annesinin o heybetli gölgesi altından sadece “inad”ına tutunarak direnmeye çalışan iradeli bir çocuğun o “nefessiz ve kimsesiz” kalma halini bir türlü çıkaramıyorum emektar hayatımdan.
Çıkaramadığım için de, babasının kucağına sanki sıradan bir kargo gibi rahatça teslim edilen bir memleket delikanlısının naaşının, karanlıklar içerisinde atmaya çalıştığı ama ne yazık ki kimselerin duymadığı, duymak istemediği o sessiz çığlıklarını, haklı isyanlarını duyuyorum haftalardır.
Bu kimsesizler nasıl üzerlerine çöken hayatlarını azar azar da olsa elleriyle aralayarak kendilerine bir direnme üssü bulmaya ve neden bu kadar büyük bir zulme muhatap olduklarını anlamaya çalışıyorlarsa, ben de köstebek gibi kendi karanlığımı ve çaresizliğimi durmadan eşeleyerek bir tanığı, bir parçası ve zamanla bir kurbanı olmaya başladığım bu zalim, bu rezil düzene bir şekilde direnmeye çalışıyorum.
Ancak olmuyor biliyor musunuz? Yapamıyorum, direnemiyorum ve nefes alamıyorum artık. Zira adına hayat demekte nedense hala ısrar ettiğimiz şu “toplu çilenin” ve çekilmez “cinnet halinin” Adana Namık Kemal Mahallesi’ndeki yıllarım kadar masum olmadığını; bir irade gösterisine dönüştürdüğüm o yıkanma seanslarındaki kırılmaz inadımın asıl gücünü o esnada arkamda adeta kapı gibi duran vefakar annemden aldığımı ve “dirilerin ölüler üzerinden hunharca cezalandırıldığı” bu lanet hayatın kimsenin arkasında durmaya ve inadını çekmeye artık mecalinin ve tahammülünün kalmadığını çok iyi biliyorum.
Galiba her insanlık dramı sırasında ve sonrasında yere dökülen ve hızla yayılan bir mürekkep misali yüreğimi kaplayarak dünyevi umutsuzluğumu hunharca harlayan da, gerek benim kişisel hayatıma gerekse de bir kurbanı haline dönüştüğüm hayata dair bu korkunç gerçekler oluşturuyor.
Ve bu inatçı gerçekler, tıpkı o sakil kargo kutusuna kapatılan delikanlı gibi benim de üzerime çöküyor ve gün ışığını bana haram kılarak karanlıklar arasında kurduğu vahşi egemenliğin tadını doyasıya çıkarıyor, sonuna kadar keyfini sürüyor.
Beden temizliğine ruh temizliğini ekleme telaşına düşmüş vefakar annem; “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” derken benim de kendisine katılmamı yürekten bekliyordu biliyorum. Belli ki anneme esir düşmüş o “kıskıvrak” halimden anlamını bilmediğim ve hala da bilmek istemediğim bu Arapça cümlelere eşlik ederek hem annemin gönlünü hem de odun sobamızın harladığı buharlar arasında görünmeyen özgürlüğümü kazanarak çok rahat bir biçimde çıkabilirdim.
Oysa şimdilerdeki bu sıkışmışlık halimden sıyrılmam, bu sıkışmışlık halimizden sıyrılmamız için belli ki bu türden rahmani dualardan ya da temennilerden çok daha fazlasına..Adaletle birlikte kapı dışarı edilen hakkaniyete, haysiyete, vicdana, utanmaya..Yani özetle erenler, her yanından buram buram “vicdan” ve “cesaret” sızan insani bir düzene, tertibe hiç olmadığı kadar çok ihtiyacımız var.