Hayat denilen yolculuğumuz sonuç olarak pratik denilen eylemlerimizden oluşur. Ancak her pratik adıma ebelik eden, doğumunu sağlayan teorik kavramlarımızdır. Atılan her pratik adıma, ilk adımda mutlaka teori öncülük eder. Ve her teorinin doğruluğu ve gerçekliği ancak pratikte sınanarak bir anlam kazanır. Bu nedenle yanlışlarımız bizi biz eder, bu nedenle yanlışlarımız olgunluğa ve gerçekliğe doğru bizi yönlendirir. Çünkü yanlışlığı kanıtlanmış bir teorinin tekrarı “hata” değil, “tercih” anlamını kazanır. Israr edilmesi halinde geriye dönülmesi mümkün olmayan bir çıkmaz yola dönüşür. Diğer bir anlatımla her şey hareket halindedir ve mutlaka değişir.
Sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de pratiğe dökülmek için teoriye gereksinim duyarlar. Bu nedenle teori, geniş toplumsal yığınlara içinde yaşadıkları sorunlardan çıkış yolunu gösterir. Ancak bir teori, üzerinde düşünülmeden, gerçeklikle bağı kurulmadan oluşturulmuşsa hiçbir anlamı yoktur. Daha ilk adımda tarihin çöp sepetine gider, giderken de bir sonraki teorinin daha gerçekçi olmasının yolunu açar.
Toplumsal yığınların eylemliliklerinde kavram netliği sağlanmak zorundadır, çünkü kitlelere öncülük edecek olan, pratik eylemlerin oluşmasına öncülük edecek olan teorik kavramlardır. Bir protesto gösterisine, ayaklanma anlamını biçmek hem eylemin niteliğini belirleyememek, hem de eylemi doğru tahlil edememekten kaynaklı mücadeleyi kaybetmek demektir.
Öyleyse kavramları netleştirmek gerekir. Son günlerde ağırlığını koyan Rojhilat’ta yaşanan eylemlilikler bir protesto mu, yoksa bir ayaklanma mı? Bunu netleştirmeden yapılan tanımlar, kitlelerin yanlış yönlendirilmesine yol açar. Çünkü baskıdan bıkmış kitlelerin iktidara karşı gerçekleştirdikleri protesto eylemlilikleri duygusal bir anlamın yoğun olduğu eylemlerdir. Bunları ayaklanma diye nitelemek mücadeleye öncülük eden siyasi-askeri güçleri de erkenden adım atmaya zorlamak demektir. Bunun anlamı da bilinçsizce de olsa bir tasfiyenin gerçekleşmesine yol açmak demektir.
Rojhilat’ta gerçekleşen eylemlilikler bir protestodur. Ancak bir protestodan daha geniş, bir ayaklanmadan daha dar anlama sahiptir. Değerlendirmeyi yaparken nesnel gerçeklikten yola çıkmak, teorik ve pratik bütünlük sağlayacaktır. Protesto niteliğini taşıyan eylemler, çoğunlukla yasal sınırlar içinde kalarak yapılır. Devletin temellerini sarsacak düzeye ulaşılırsa, her türlü baskı kullanılarak bastırılır. Protestocular genel anlamda bir örgütlülüğün gerektirdiği planlı ve taktiğe dayalı strateji temelinde hareket etmezler. Bu nedenle her devlet yönetim anlayışına bağlı olarak protestolara izin verir, hatta protestonun yapılabilmesi için gerekli yasal prosedürleri uygular.
Ayaklanma ise her türlü protestoyu aşan, toplumsal bir anlayışa ve katılıma sahip olan, bir örgüt disiplini içererek, taraftar, milis, militan bireylere sahip olan ve en önemlisi mevcut yönetimi yıkıp, yerine daha iyi, daha ileri olduğunu düşündüğü yeni bir toplumsal yapı kurmayı hedefleyen bir kavramdır. Protestodan ayrı olarak bilinçli bir şekilde “zor” kullanmayı temel politika olarak önüne koyar.
Birikmiş öfkemiz, nefretimiz sadece bize ait değil. İran’dan başlayarak bütün sömürgeci, bütün kapitalist devletlerde yaşayan toplumsal yapıların da taşıdığı bir öfke ve nefret birikimi var. Dünyanın neresinde olursa olsun ezilenlerin ortak duygu ve düşüncesi var. Kurdîstan’ın genelinde bazen yüksek sesle bazen de kısık sesle de olsa dile getirilen “sömürgeciliğe isyan” düşüncesinin kaçınıllmaz olarak evrileceği toplumsal yönetim anlayışı “ikili yönetim” veya “öz yönetim” anlayışıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için de mevcut mücadelenin doğal olarak “zor” üzerinden yürüyen bir mücadele olması gerekir. Bu süreç içinde mücadele “protesto” olarak kalırsa, devletin tanıyacağı alan kadar özgürlük olur ama “ayaklanma” koşullarını oluşturacaksa bu “ayrılığı” dayatacak bir süreçtir.
Egemen devletler, çoğu zaman yasal sınırlar veya yasal sınırları aşmış ama kabul edilebilir şiddet eylemliliklerinin kısa süreli olmasına göz yumarlar. Böylelikle hem “bakın, ne kadar hoşgörülüyüz” mesajını verirler, hem de “bununla yetinin daha ileri gitmeniz suç niteliğini taşır” baskısını hissettirirler.
Kurdîstan yanıyor, günlerdir değil çok uzun yıllardır yanıyor. Sömürgecileriyle zayıflamış olan ve artık bir daha güçlenip yeniden kurulması mümkün olmayan zincirlerinin aleviyle yanıyor. Hiçbir onurlu Kurdîstanlının yaşamak istemediği kölelik bağlarının koparılıp atılması için yanıyor. Geniş toplumsal yığınlar ve halk kitleleri devrimi yapacak olan maddi güçtür ancak bugüne kadar görüldüğü gibi bu maddi güçler kendiliklerinden bir eyleme kalkışmazlar.
Önderlik edecek bir örgütlülük gerekir ve bu örgütlülük halkın eylemliliklerini bir devrime götürmek zorundadır. Çünkü artık hiçbir şey olmamış gibi yaşamanın koşulları ortadan kalkmıştır. Ruhumuzun derinliklerine işleyen bu duygu ve düşüncenin (şimdilik) görünür olmaması veya üzerinin örtülmeye çalışılması bu gerçeği değiştirmez. Özgürlük isteği bir nehir gibi akıyor ve diğer nehirlerle birleşip denize dökülmesi reddedilemez bir gerçekliktir.