Seviyorum seni bileğimin gücü, yıpranmış ezilmiş, sömürülmüş olsan da, sana ben omuzlarımdan bağlıyım…Sen olmasan bilmem ki ben ne yaparım? Beni hiç terk etmeyen inancım; bileklerim, bileklerim …Bir gün terk edersen beni, işte o gün bil ki öleceğim…
Haftanın iki günü, yani salı ve perşembe günleri Diakonie’nin büyük salonuna yemek taşıyorum. Kominyus okulunda pişen sıcacık, vejetaryen yemeklerini bu küçük kasabada bileklerinin gücünü yitirmişlere sunuyorum.
14 kişi… 5’i kadın… Hepsi de 80 ya da 90 yaşlarda ve belki de daha yaşlı olanlar ki aralarında 97 yaşında olan bir adam bile var. Sarkmış kulaklarında modern bir işitme cihazı var ve bu sayede duyuyor.
” Her şey çok güzeldi, teşekkür ederim…” Saygılı, modern, güngörmüş ve sonunda yorgun düşmüş, yalnız, yapayalnız kalmış yaşlılar…
Tam 9 ay oldu bu ek işe başlayalı. Bir mutfak aldım. ‘’Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer ” diyor arkadaşlarım. Deli saçmalığı. Köleliği onaylayan yakşalımlar bunlar. Ben mutfağımı kendim için, çocuklarım, bir tek çocuklarım için bileklerimin gücüyle alıyorum…
Seviyorum seni ey bileklerim; öperim şimdi hem de büküldüğün o yerden. İşte mutfak taksidi için, yemek yapmak ve yemek taşımak işi bir gün bileklerime düşüverdi. “Bu iş için biçilmiş kaftan, dakik, disiplinli” diyorlar oysa, yarım saat içinde bunca işe yetişebilmeyi bir tek, sadece ben bilirim…
Saat tam 12’de servis yapıyorum. Ben gelmeden masa hazırlanmış, peçeteler, kaşık, çatal bıçak ve bir de masanın tam orta yerine kocaman bir çiçek demeti konulmuş. Aha burası varya; öyle hiç benzemez bizim yer sofralarına, dizleri kırıp bir tencereye kaşık sallamaya hiç benzemez…
Buradaki yardımcıların hepsi gönüllü. Eski bir sendikacı, eski bir işçi temsilcisi, bir de iki pedagog. Hepsi de emekli. İkişer ikişer salı ve perşembe günleri sabırla, hiçbir karşılık beklemeden gelirler. Onlarla bir masada oturur, konuşur, varsa sorunlarını çözer, kağıt kürek işlerini hallederler. Bu ayrıcalığa yalnızca bu küçük kasabada yaşayan yaşlılar sahiptir.
Kapasite 14, bilemedin 15 kişilik ama bazen masanın önünde boş bir sandalye durur. Önünde çiçeğe bezeli, ağlayan bir mum yanar…
Plastik bir tabakta giden yolcu için para toplanır, mezarına bir demet çiçek, yakılacak bir mum için para. Hepsi de p plastik tabağa bozuk paralarını atarlar ve bilirler ki bir gün o boş sandalyenin önünde kendileri için de bir mum yanacaktır. Gidenin yerini başka bir yaşlı dolduracaktır .
Kiliseye ait bu kurumun yemek ücretleri de piyasaya göre neredeyse bedavadır. Yemekler taze, yemekler leziz hepsi de takma dişlere özel yumuşacıktır. 2.Dünya Savaşı’nın çocuklarıdır onlar. Bi dünya saklı hikayeleri ve acılarıyla bir başına yapayalnız kalmışlardır.
Yemekler yenir, salata ve tatlılar tükenir, masa toplanır, salon yavaş yavaş boşalır. Bulaşıklar makineden çıkarılır ve her şey yerli yerine dizilir.
Biri var ki 86’sında bir kadın. Salonu terk etmek istemez, bir insan tebessümüne, bir insan sesine asılmak ister. Yalnız o, yalvaran gözleriyle dönüp dönüp hep arkasına bakar… gitmek yalnızlığına yenilmek, ıssız duvarlarına gömülmek istemez..hep aynı soruları sorar ,hep aynı cevapları alır…
Sonra neredeyse yok olmuş saçlarını eller, koridorun sonuna kadar yavaş yavaş yürür kaybolur. Ben şu Almanya’da olan yalnızlığı başka da bir yerde görmedim, göreceğimi de sanmam.
Şu kahrolası yüreğime hep derim ki, “rahat bırak şu gözleri, yönlendirme onları, bakmasınlar, bakmasınlar işte..hem sana ne ? Sana ne ki, sen önce kendine bak’’ derim ama dinletemem yüreğime, dinlemiyor bir türlü.
Bir pazar günü Diakonie’de görevli, oranın sorumlularından biri olan Anna, ki özelde de iyi bir arkadaştır, ara sıra akşamları kaçamak yapıp yüzmeye gider kollarımızı iyileştiririz.. kollarımız ki bizim tek kurtarıcımızdır, severiz kollarımızı, bir dünya kadar severiz…
Beni aradı, hoş beşten sonra dedi ki ; ‘’yaşlı bir adam var yalnız biri ,ona haftada bir kere alışveriş yapacak, biri lazım, sen ister misin?’’
Zaten haftada iki kere bu kasabaya gidiyorum neden olmasın…
Neden olmasın ki hadi kollarım, bizi bizden başka ne saracak ki …Hadi !
Navigasyon yapay bir göl kıyısına gizlenmiş villalar arasından yolu gösteriyor. Araba onun buyruğuyla ilerliyor. Buralar yüksek binalardan kopmuş, tek tek dağılmış, herkesten uzak ıssız beton yığınlarıyla dolu…
İşte..! Mayer’in kapısındayım. Yeşil demir parmaklıklı, bir kamyonetin bile rahatlıkla geçebileceği kadar geniş bir kapı. Kapının parmaklık aralarına büyük harflerle Familie Mayer (Mayer Ailesi), işlenmiş. Kapı hafif aralanmış, anlaşılan Anna ne zaman gideceğimi önceden haber vermiş.
Büyük kapının üzeri aynı demir parmaklıklarla evin duvarına kadar uzanıyor ve üzerinde üzüm asmaları ile neredeyse kaybolmuş bir kano yatıyor.
Hiçbir ses yok, kocaman bir bahçe, taşın en iyisinden döşenmiş, bahçeden geçiyor villanın kapısına varıyorum.
Kanatlı büyük bir kapıyı daha aralıyorum. Girişte upuzun ahşap bir masa ve bir sandalyeye kurulmuş Mayer…Beni görünce ayağa kalkıyor, masanın üzerinde duran işitme cihazını özenle kulaklarına yerleştiriyor. Sevecen bir gülümseme ile elimi tutup,” hoş geldin ” diyor.
‘’Anna geleceğinizi söylemişti, sizden öyle çok bahsetti ki…’’
Mayer 1932 doğumlu. Hafif esmer tenli ve öyle kısa boylu ki onunla konuşmak için aceleyle sandalyeye oturmak zorunda kalıyorum. Küçük kara gözleri, bu yaşta bembeyaz gür saçları var, sanki birileri bir top çamur atmış da öylece yüzüne yapıştırılmış bir burnu var.
Her şeye rağmen sıcak, sempatik .
“Almanlara benzemiyorsunuz ” diyorum .
‘’Yarı Fransız’ım’’ diyor.
Masanın üzerinde epeyce kalabalık bir alışveriş listesi var. Ev arınamayacak kadar küf kokuyor. Duvar kağıtları yer yer nemden çözülmüş ve biraz ilerde bir duvar dibine sığınmış bir piyano var. Üzerinde Bach’ın bir portresi. Biraz ileride her açıdan görülebilecek büyütülmüş, duvara çerçevelenmiş siyah beyaz bir fotoğraf ki eski sinema artistlerini andırıyor.
Belki biraz Greta Garbo, garip bir hüzünle odaya bakıp her açıdan evi gözetleyen bir resim. Öyle güzel ki gözlerimi ayıramıyorum, büyüleyici.
” Annem’’ diyor, ‘’annem, ondan nefret ediyorum, onu hiç sevmiyorum, nefret ediyorum ondan nefret…”
Resim daha bir hüzünlü bakıyor, bir kadın olarak bir bana bakıyor bir de hıçkırıklara boğulmuş yaşlı oğluna…
Herkesin bir hikayesi var. Mayer de hikayesi olanlardan biri.
Hep derim şu yüreğime, “yönlendirme, yoldan çıkarma şu gözleri, hem sana ne, sana ne ki , sen kendi derdine yan…”
Dinlemiyor, hiç dinlemiyor ki Allah’ ın belası …
/Devam edecek…/