Ey dedim ne büyüksün sen; insanlık mayasını senden almıştır, alemin gözü, kulağı, sözü ve şerefi sensin: Herkesin unuttuğu hamiyet ve haysiyetsin… Ne güzelsin, ne görkemlisin, ne kadar büyüksün ama bundan dolayı değil, bundan değildir aydınlığın, ışığın ve güzelliğin, bundan değildir, bunlar zaten senin varlığındır. Ey dedim, ay senin karşında iki büklümdür, gece de gündüz de sensin ve tam, dokuz felek saymıştır eskiler; dokuz feleğin karnı sana gebe kalmak içindir; hatta derler feleklerin nurunda bir karanlık ışık vardır, derler, o gün bu gün yerle gök senin karşında kulaklarını kapatmıştır, nedeni açıktır, nedeni bilinir, ey dedim, her şey senin incilerine sedef olmak içindir…
Ey dedim geceye oklar atıyorlar, yaylar çekiyorlar; yeri ve göğü karartıyorlar. Kim seninle baş edebilir ki? Kılıcın suyunu Fırat’tan emer, ateşi güneşten olmazsa dövdürmez kendini, abı hayat çeşmeleri akmak için kızlarının ağzını arar, her biri ağlayan kayalardan kendini aşağılara vurur; çeşmelerde bilir, nehirler de bilir; ey dedim, senin tufanında, senin geminde yer almayan her kim, Nuh bile olsa boğulur; gölgen pervaneyi yakar, güneşi söndürür, ay bir mum gibi geceden geceye başını kayalara vurur: Senin gücün bileğinden gelmez, yüreğinden gelir, safi yürek olan bu cihan da kimdir diye sormaz hiçbir kamus, bilir ki, yüreğin olduğu yerde sen varsın: Senin yerine ne şahlar, ne vezirler gelir, senin yanında, yörende durmak için melekler bulunur: Ey dedim, Allah sana mülk diye Adalet bağışladı, sen adil olansın, sen vasi olansın; toprak, senin ayağının altında altındır, zehir senin dudağında şekerdir…
Ey dedim, senin sonsuz devletin var, evsizler, yersizler, yurtsuzlar, sana sığınır, senden doğan ırmaklar, kuraklıklara hayat verir: Sana yüz çeviren, şikayet eden, lütfü olmayandır, keremden nasip almayanlardır. Ey dedim, sen güzel, iyi ve doğrusun; yerin temeli, dünyanın düzeni senin tırnaklarının altındadır; yedi kat gök, sekiz cennet, senin cevherinin bir hokkası olur ancak, nice başlar vardır, senin görür görmez ayak olur… Senin kalbinin atmadığı bir hükmün karşılığı yoktur, senin kalbinin atmadığı bir taç, en büyük kralın başına ya fazla ya da beladır… Her fen de fen olan, her zerre de zer olan sensin; iki alemin canı sana emanettir, sen birliğin teni, ruhun görkemisin: Sen İsfahan’ın sürmesi, Musul’un gülü, Diyarbakır’ın kara taşıyla feleğin kulağın, en büyük harp zamanlarında bile edebi öğretensin: Senin mayan edeptir. Ey dedim, dünya kaftanı kölelere giydirilmiştir. Sultanlar, şahlar, krallar, cumhurlar mayan karşısında mahsurdur, ne yapacaklarını bilmediler hiç; insanlıktan çıkarak, ancak senin karşında durabildiler.
Ey dedim senin ayak bastığın yer şekerdir, haddini bilerek, geçer onun üstünden sinekler! Bilir çünkü senin kılıcın, sözün elmasından kesilmiştir. Bu yüzden midir bilemem, başın her zaman mum gibi öndedir ve karşında birileri vardır hep: Gündüz sanırsın insandırlar, hatta dersin insandırlar, birden çarklarının döndüğünü düşünürler, düşüncelerinin hızına yel bile ulaşamaz, birden perdede görünen hayallere benzerler ve hayallerini öyle bir büyütürler ki, sürekli senin sözün üstüne söz söylemeye cüret ederler, senin güzelliğine başka güzellikler ararlar, daha iyisini göstermek değildir elbette dertleri; güzelliğin karşısında çaresizdirler, bundandır ne dedikleri, ne yaptıkları belli değildir…
Ey dedim bilirsin sen, zaten bilmek denilen şeysin, elinde altın cevherleri bile olsa sen öğünmeyi bilmezsin, işin gücün, değerli cevherlerdir, onların peşindesin. Babil sensin, Zühre sensin; Zühre, Mizan burcuna senle yükselir, âlimler söylemiştir; hem de yıldıza, aya ve güneşe bakarak söylemişlerdir; yıldızın, ayın, güneşin yaratanı Allah söyletmiştir: Senin dilin, alemin lisanı olsa gerektir, senin sanatın, helaldir; haram yiyip sana göz dikenler, ey dedim, gölgedirler, gölgedir hepsi!
Senin ülken kanatlar ülkesidir; orda insanlar ölmez, orda insanlar, ölüp dirilirler ve hatta derler, gölgeleri serviden yüce, meşeden köklücedir ve öyle bir yükseklerdedir ki ruhları, Allah, her gün zehirlenen ademin toprağını, diriltmek için dört bir yanda meleklerle arar onları; Mikail, ki o büyük bir melektir, mevsimleri düzenler, işte o ki, adı bile “Kim tanrı gibi” olan, o bile, dört mevsim, yedi iklim arar onları; her yer dumandır ve ne yazık ki bana, ateşim bu dumana merhem olacak güçte değildir: Ceylanlar, dağ keçileri onların toprağından yeşeren bir ota canlarını verir, Mikail’in erdem dolu şebboy ve nesrinleri, amberden yapılmış yelpazeler gibi titreşip durur. Üveyikleri saymıyorum; sultani söğüt yapraklarını da, yerin ve göğün büyük aşk efendileri Süheyl ve Semen aklıma bile gelmiyor…
Ey dedim, senin kızların var, oğulların var. Şeker kamışından körpedirler, benleri taze gül suyuyla yıkanmıştır; gözleri güneşten yakıcıdır, dudakları geceyi aydınlatır, her bir sözleri bir yıldız, saçları karşısında demeye gerek yok, Samanyolu, yolunu şaşırır…
Ey dedim, senin oğulların var, Allah kırk sabah topraklarını annelerinin sütüyle karmıştır.
Ey dedim, su gibi ağırsın! Çamurdan yaratılan kuş da, ölüye can veren İsa’da sensin. Ay senin bir tüyün değildir, güneş senin yüzünde doğup senin yüzünde battıkça dünyadır; ey dedim, sen insanlıksın…
Ey dedim, sen öleceksin. Kuşun kanadına değen kurşun gibi bir iz bırakmadan öleceksin! Sana İsa gibi ölmek yaraşır, öl ki ayaklarının altında kanatlar bitsin ve bunları yazan, çizen hatta bunları yazıp çizmek için zihnindeki şiirleri mahzeni esrara zerk eden ben, yalvardım, dedim, Allah’ım, ölenlerle öleyim, öldürenlerden olmayayım ben…