Kadın hareketi denildiğinde üç şey akla gelir: Düşünce, İstek ve Muhakeme. Düşünce sezgi, bilinç, imgelem ve kavram ve süreçler üzerinde inşa edilmiştir ve bunların temel taşlarından biri sorgulamadır; kadınlar, hayatın içindeki bütün nesneleri, bütün canlıları sorgularlar, tek amaçları vardır; gerçeğe ulaşmak; buradan, büyük bir merak doğar. İstek ise genelde ihtiyaç ya da hacet olarak karşılanır; kadın hareketi üzerinden gördüğüm dillendirilmeyen bir şeydir ihtiyaç, daha çok dikkat çeken istektir; istek, arzu, şevk ve özlemdir: Neye arzu, neye şevk, neye özlem? Tek kelime: İnsana… Muhakeme bahsinde kadın hareketi belki de dünyada eşi benzeri olmadık bir yerdedir. Burada inanılmaz bir kadın belleği söz konusudur; bellek sürekli bir karşılaştırma içindedir ve karşılaştırma kalple, vicdanla karşımıza çıkar; bu, yasaların ve buyrukların çok üstendedir.
Kadın hareketi kadar tarihi bir nesnellik içinde ele alan her hangi bir dinamik yoktur ve bu dinamik de, saflık ve naiflik içinde karşılık bulmuştur: Tarihi yapan değildir yalnızca, tarihin anlatıcısıdır, öyle bir anlatıdır ki, kendi kendini açıklar, kendi kendini doğurur, bunu yaparken de büyüklenmez; büyüklüğün kendisidir o…
Hegel, tarihin büyük insanlarından söz ederken, büyük dinlerden ve büyük komutanlardan yola çıkıyordu; onun takipçisi Marx, işçi sınıfı derken, büyük oranda yalnızca erkekten söz ediyordu. İkisi için de en önemli olan fikir ve fikri ortaya koyan eylemdi. Edebiyattın da en büyük kahramanı (Bovary ve Anna) dışında kalanları genelde erkeklerdi. Yirminci yüzyılda dünya büyük bir kadın hareketine tanık oldu; Fransız İhtilali’nde, resimlere konu olan, elde bayrak, göğüsleri açık olan kadın, tuvalden çıkmıştı artık… Türkiye’de bu kadınların elbette kimi yansımaları oldu: Halide Edip, Behice Boran, Sabiha Sertel, Necla Tekinel ilk aklıma gelenlerdir. Kürt tarafında, okuma yazma bağlamında değil de bir direniş kültürü etrafında kadınlar belirdi: Şeyh Said’in eşi Amine, Seyit Rıza’nın eşi Bese, Alişer’in eşi Zarife.
Dikkat edilirse, kurduğum cümlede bir aksilik vardır; bu kadınlar eşleriyle anılır, hikâyeleri de eşlerinin tarihi üzerindendir. Altmışlı yıllarda Kürt örgütleriyle, Sevgi Soysal’ın “Güllü” diye bahsettiği Hatice Yaşar, kendi politik hayatıyla anılır; hapis yatan, işkence gören, bir davası olan bir Kürt kızıdır.
Seksenlerde pek çok siyasi kadın dikkat çeker; bunlar, havada kuş, denizde balık kadar çokturlar. Diyarbakır Cezaevi’nde en ağır işkencelere maruz kalırlar, içlerinden biri Esat Oktay’a şunu söyler: Namus bacak arasında değildir, insanın beynindedir…
Doksanların başlarında bir Kürt kızı, Zekiye Alkan kendini yaktı. Üstelik birçok kimsenin üniversiteye kapak atmak için can verdiği bir zamanda Alkan, Tıp Fakültesi’nde öğrenciydi. Aynı zaman diliminde gencecik Kürt kızları dağa çıkıyordu. Sadece namus kelimesine bir karşılık olarak adı anılan kadınlar şimdi, bir davanın öznesi durumundaydılar… Sayıları da her gün biraz daha artıyordu. İki binli yıllarda bütün dünyanın gözü Kürt kadınlarının üstüne çevrildi: kendi başlarına bir birliklerdi. Suriye Savaşı’nda Kürt kadın hareketi dünyada yankı buldu.
Doksanlı yıllarda siyasal hareket içinde ilk kez bir Kürt, Leyla Zana vekil oldu, Kürtçe konuştu, linç edildi. Şimdi HDP üzerinden olsun, sivil toplum kuruluşlarında olsun, binlerce kadın var.
Geçtiğimiz günlerde SES Eşitlik ve Dayanışma Derneği ve Operation, 1325 ve Swidish İnstitute işbirliğiyle iki belgesel çekildi; Barışa Adanmış Bir Ömür: Aysel Tuğluk ve Hakikat, İnat, Cesaret, Umut: Eren Keskin…
Eren’in belgeselini Ayşegül Doğan, Aysel’in belgeselini Mehveş Evin hazırlamış; Nesrin Ölmez’de yönetmenliği üstenmiş, kısa süreli, büyük iki iş ortaya çıkmış… İki belgeselinde mükemmel müzikleri var.
Eren belgeselinde, Eren kendini anlatıyor. Kendini anlamla donatmış bir kadının birçok eylem üzerinden kendini anlatması belki unuttuğumuz bir şiirin havasını solumamıza yardım ediyor. Kendisine ilham veren düşünceler, anılara yöneliyor; hikayeler, dilin özünü içeriyor; on beş dakikalık bu konuşma bize şunu veriyor: Eren, tavırdır.
Eren makyajını anlatıyor. Soru soruyor: Solcular niye makyaj sevmiyor? Bu yüzden midir bilinmez, aklıma “Eren’in kirpikleriyiz” duvar yazısı geliyor. Makyajı rahatsızlık vermiyor. Makyaj ne olduğunu değil, kim olduğunu gösteriyor belki. Konuşmak için, birilerinden rıza istemiyor, eylemek için, birinin eyleme geçmesini beklemiyor, eylemin kendisi oluyor: Sözün sahibi, konuşmanın erdemi, onda karşılık buluyor; Eren, bir eyleyendir ama her eyleyen biri değildir; eylerken, düşünen biridir…
Ancak, egemen Türk aklı, her türlü şiddetiyle Eren’i bir yere sıkıştırır; cinsel bir obje haline getirmek ister: “Apo’nun dişi kuşu” diye medyada sözler sarf edilir. Hatta basının, kalemini silah gibi kullanan bir muhabiri, şunu söyler: “Onu gördüğüm yerde taciz edeceğim.” Bu ne demektir ve bunlar niye söyleniyor… Çünkü Eren, belgeselde de anlattığı gibi genç biriyken, bir gün elleri zincirlere bağlı siyasi mahkumlar görmüştür ve sonra bunlara gözaltında, hapiste cinsel tacize uğrayan kadınlar eklenmiştir… Eren, cinsel istismarların üstüne gitmiştir ve karşı taraf, ancak, böylesi bir tacizle, karşısında durabilmiştir. Eren, eyleyenden çok, bir belgedir.
Eren’i ilk gördüğümde Maltepe’de oturuyordu. Musa Anter’in komşusuydu, Meklim Sitesi diye bir yerdi burası. O zamanlar gençti, ona platonik aşık olan arkadaşlarım vardı. Şimdi araya otuz küsur yıl girmiş, hala gençtir ve dilinden umut düşmüyor. Şunu duyduğumda çok, duygulandım: “Kürt kadın hareketi ve Türk kadın hareketi bir araya gelmiyor.”
Bir de belgeseli izlerken Eren’in de sesinin titrediği bir yer vardı. Bir türlü eylemekten niye vazgeçmediğini anlatıyor… Şunu diyor: “Ölüler gözlüyor…” Kalbi, kulağına tek küpe olan biri başka ne söyleyebilir ki…
Diğer belgesel Aysel’indir. Belgeselde Sırrı Süreyya Önder, Ahmet Türk ve Eren Keskin konuşuyorlar. Aysel’in hayat hikâyesinden kesitler veriyorlar.
Aysel, Dersim katliamında, ailesinden yetmiş kişi kaybetmiş biridir ama biz onu hastalığı sürecinde derinlerimizde duyduk; hapislik hayatı, hastalığı hepimizi etkiledi ama hepimizi çok etkileyen en az onun kadar annesinin ölümüydü de… Dünyada hiçbir vicdanın asla kabul etmeyeceği bir şekilde annesinin cesedi, mezarlıktan çıkartıldı…
Cenazesini hatırlıyorum, cenaze işleriyle Sırrı Süreyya Önder ilgileniyor. Bu konuda önemli bir fotoğraf da var. Çok alabalık değiller. Önder, önde yürüyor, Aysel, iki arkadaşının kolları arasında ayakta zor duruyor. Cenaze öncesi kimi ayrıntıları da yine Önder anlatıyor. Aysel’in annesi “beni şuraya gömün” diyor. Nedeni şudur: “Aysel’im yorulmasın…”
Ayrıca Önder, Aysel’le ilgili hoş anekdotlar aktarıyor. Eş başkan olurken, bölgede Aysel’e “yenge başkan” diyorlar. Önder, onu Furug’un bir mısrasıyla dile getiriyor; Aysel, “ağaçların soyundandır…”
Aysel belgeselinde dostları, arkadaşları güzel şeyler anlatıyorlar… Eksik olan belki Mülkiye Türk’ün bir şeyler söylemesiydi. Mülkiye hanımın Aysel’e ayrı kıymet verdiğini biliyorum, keşke o da konuşsaydı…
Aysel belgeselinde insanı acıtan bir şey de var… Sesi var, soluğu var, büyük bir hikayesi var ama Eren gibi, kendisini anlatamıyor… Sesi yıllar önce duyduğumuz ses, yüzü, tavırları yedi yıl önce bildiğimiz…
İki belgesele buradan ulaşabilirsiniz…