Türkiye siyasetinde lider yoktur; ender adam vardır; ender, yetişmez, yetiştirilen bir şeydir.
Fakıbaba, Urfa’nın yetiştirdiği ender siyasetçilerden biridir.
Ahmet Eşref Fakıbaba, nüfus kaydına göre 1951’de Urfa/ Birecik’te doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini burada tamamlamış, sonra Erzurum’da Tıp Fakültesi’ni okumuştur: 1951 doğumlu olduğuna göre; 70’li yıllarda üniversite öğrencisi olmalıdır. Fakıbaba,1982’de, Taksim İlk Yardım’da cerrahi uzmanlığını tamamlamıştır.
Darbe yılları. Hızla yükselmiştir. Peşinden, Iğdır Devlet Hastanesi’nde başhekim olmuştur; 1992’de Urfa SSK’ya gelmiş, 11 yıl başhekim olarak çalışmıştır. “Bıçak parası almayan” bir doktor olarak ünlenmiştir!
Hikâye bıçak parasından mı yoksa Erzurum’dan mı başlıyor bilinmez. Ama her ikisi de toplumsal ve siyasal olarak önemlidir. Erzurum komünizmle/ Kürtlükle mücadelenin ilk merkezlerinden biridir. Bıçak parasıysa ayrı bir derttir. Bunun konuşulması bile siyasetçinin nasıl yetiştiğinin belgesidir. Yani devletin hastanesinde, maaşla çalışan bir doktor bıçak parası almıyor! Fakıbaba bıçak parası almamakla ünleniyor.
2000’li yıllarda Fakbıbaba’nın yıldızı hızla parlıyor; yerel seçimlerde AKP’den belediye başkanı oluyor. Urfa’nın yığına dönmüş, aşiret özelliklerini kaybetmiş aşiretleri de destek veriyor. Aşiretlerin hoşuna gidiyor bu; istediklerini yapacak adam ihtiyacı karşılanıyor, tahsili biri, doktor… Beş yıl belediye başkanlığı yapıyor: AKP ondan, o AKP’den memnundur: Yaşa AKP, büyük AKP… Rıza ve imtiyazın AKP’si!
Eskiden Urfa’da tokalaşma vardı, yanak yanağa öpüşme vardı. Fakıbaba’yla birlikte kafa kafaya bir selamlaşma başladı.
2009 seçimlerinde Fakıbaba yeniden aday oldu. Karşısında Mehmet Oymak vardı. Burada biraz durmam gerekiyor biraz.
Mehmet Oymak, hem dayım sayılır hem de din dersi öğretmenimdir. Bizim ailede hepimizin lisede öğretmeniydi. Ben hariç hepimizi din dersinde bırakmışlığı vardır. Benim şansım şuydu: Bütün duaları ezbere biliyordum, babası Cuma dayıyla da camii üzerinden iyi sohbet ediyordum. Ayrıca şiir yazıyordum. Dayı da şairdi, küçük bir kitabı vardı: Adsız Kitap. Birde “Harran” diye bir dergi çıkartıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, bu dergi de şiirler iyi değildi. Ne Atilla Maraş ne Akif İnan ne dayının yazdığı şiirler bana iyi geliyordu. Akif İnan şiirini gösterirdi, yüzeysellerdi. Oysa Beraziler iyi ya da kötüdür, hiç yüzeysel değillerdir. Bir de Atilla Maraş! Şiir demeye şahit gerektiren şiirleri vardı. Dayının şiirleri de bu ikisinin arasındaydı. Üçü de gerçekle bağlarını ihtimal Mavera Dergisi’nden dolayı Afganistan üzerinden kuruyordu, Afgan edebiyatından uzaktılar. Sovyet karşıtlığı imgeye dönüşmüyordu. Leyla ve Mecnun devrine gidip geliyorlardı. Bir de tabii edebiyat hocası Adil Saraç’ı da eklemem gerek. Kendilerine Harran Gurubu diyorlardı, aynı adlı bir dergi çıkartıyorlardı. Yusuf Paşa Camii’nin oradaki çay ocağında oturuyorlardı. Edebiyatla ilgili oldukları için hoşlardı ama bu kadarlardı. Sadece hoş. Yaşar Nezihe ve Urfalı Abdi dışında bir edebiyat ufukları yoktu.
Bu edebiyatçıların yanında Naci İpek ve Mustafa Dişli gibi şairler de vardı. Dişli, eski terzilerdendi, iyi bir hitabete sahipti, kimi filmlerde oynamışlığı vardı, yerel olan bir şeyleri dile getiriyordu, kendi içinde tutarlıydı, gerçekle ve iç dünyasıyla ilişkisini böyle kuruyordu.
İpek, bazen serbest, bazen divan tarzı bir şeyler yazıyordu. Hepimizin gittiği, taksitle kitap aldığı Özlem Kitapevi’nin sahibiydi.
Refah Partisi’nin yükselişiyle çay ocağı şairlerinin yıldızı parladı. Hepsi siyasete girdi; dayı da burada devreye girdi. Yakışıklı dayım belki de arkadaş kurbanıydı: O ve Adil Saraç, Halil Çelik diye bir adamı sırtlarında taşıdılar. Çelik’te ayrı bir şeydi… Şair değildi, bu üç şairin okuruydu! Edebiyat sosyolojisi açısından ilginç bir vakadır. Çelik yükseldi, belediye başkanı, milletvekili oldu; bel aşağısı fıkralarla hep gündem oldu. Refah Partisi havuzundan lakaplar türedi: Çukur Xele, Kaymak Xele: “Çukur” demek, her tarafa yol yapan demekti; “kaymak” çukur yerleri kaymak gibi dolduran demekti. Şu da yayıldı: Halk söylüyor! Aksiyonları oldu. Genelev yapımına karşıydı. Gazetecilere sivri yanıtlar veriyordu: Eğer sen sermayem olursan, açarım. İki eşi vardı, bunu halk anlıyordu, anlamayanlara ne aşiret ne de terbiye babında yer alan yanıtlarla karşılık veriyordu.
Oymak, Çelik’in tersiydi, biri adını sorsa utanırdı, biri adres sorsa, iki gün tarif edebilirdi, birinin işi düşse, işini bırakırdı, biri ailen, aşiretin dese, susardı; haram, yalan ne bilmezdi. Mülayim biriydi. Erdoğan ona “abi” derdi. Abdullah Gül’le yakındı ama yakınlığını saklardı.
Oymak, 2009’da AKP’nin ısrarıyla belediye başkan adayı oldu ya da o istedi. Fakıbaba, dışarıda kaldı; bu kimine göre Fakıbaba’nın vekil olacağına, bakan olacağına yorumlandı. Fakıbaba kızdı. Parti geri adım atmayacaktı. Fakıbaba ne kadar aşiretlere yanaşırsa Oymak’ta bir o kadar uzak durdu. Ne de olsa AKP iktidardı, kesin gözüyle kazanacağını düşündü belki de…
Fakıbaba’nın etrafında aşiretler ve tarikatlar kenetlendi. Bu aşiret ve tarikatların tek özelliği vardı; 61 sonrasında çoğu devleti tebliğ ediyordu. AKP milletvekillerinden Mahmut Kaplan, bir keresinde niçin aday olmadığını açıklıyordu; Tayip’e şunu söylüyordu: Biz bu devletin üç yüz yıllık hizmetkârıyız. Derdi, tarikatı üzerinden vekil olmaktı. Dedesi Şeyh Said döneminde asılan Cenap Gürpınar AKP’deydi. Aşiret desen Seydi Eyüpoğlu akla geliyordu.
Oymak, din dersi öğretmeni, şair ve fikri olarak AKP’ye güveniyor olsa gerekti. Aşiret diz kırma, tarikat boyun eğme yeriydi. Oymak’ta diz kırıp, boyun eğecek biri değildi. Kendince gençliğinden beri bir fikri vardı, onu işlerdi. Kürtler dışında bütün mazlum milletlere gözyaşı dökerdi.
Özetle, Urfa belediye reisliği AKP’li Oymak ve Fakıbaba diye bölündü…
Bir de HDP vardı. HDP o zaman Urfa’da birinci parti değildi. HDP’den birileri ya da HDP adına ya da kendini HDP’li sayan birileri Fakıbaba’yla görüştü. “Bizden aday ol” teklifinde bulundular. Bağımsız aday kazanamazdı, HDP desteklerse kazanırdı. Fakıbaba, kendisiyle görüşenlere ne evet ne hayır dedi. Belki de böyle bir görüşme olmadı. Ama bu durum ya da söylenti lehine döndü. Kendisi de bir şey söylemedi. Ben de bunu senelerdir tespih satan birinden duydum. Söylenti zaten büyük bir gazeteydi. Burada manşet çıkarlardı. Birkaç gün sonra AKP’ye muhalif herkes, Fakıbaba demeye başladı. Sonuçta Fakıbaba 77 bin, Oymak 69 bin oy aldı. Fakıbaba kazandı. Kazandı ama belediye reisi olur olmaz, kendisine soru soran bir gazeteciye tokat indirdi. Gazeteci, “ben görevimi yapıyorum” deyince de “başlarım görevine” dedi. Güç, ne büyük bir şeydi. İlk meyvelerini veriyordu. Başlarım görevine demek, başladım görevime demekti. Bu gazeteci gariban biri olduğundan mesele büyümedi. Ezilenlerin dili olduğunu söyleyen adam, ezen olmuştu artık, onu kimse durduramazdı. Urfa’da öyle birine tokat atmak kolay değildi, küfretmek kolay değildi. Bu şu demekti: Artık ben de varım, hem de güç olarak…
Fakıbaba’yı seçimlerde Saadet Partisi destekledi. Seçim sonrasında Saadete geçti. Partisiz olmazdı. Urfa, 2012’de Büyükşehir olunca Fakıbaba, Tayip’i ne kadar çok sevdiğini söyledi. Saadet eriyordu. İktidara yakın olmak gerekti. Ne olur ne olmazdı. Ona oy verenler çürük diş gibiydi; her an düşebilirlerdi. İmdadına Numan Kurtulmuş yetişti. Kurtulmuş, gücü seviyordu. Fakbıbaba bunu fırsat bildi, Kurtulmuş gidince, o da gitti. Bir gerekçe bulup gitmek siyasette erdemdi.
Biriyle gitmek her zaman önemliydi; bu bir tavırdı, olumlu ya da olumsuz, alkışlanır ama siyasette bu her zaman bir tavır olarak yorumlanmaz, hele Türk siyasetinde fikir yoktur, çok küçük çıkarlar vardır. Fakıbaba, AKP’ye katıldı… Etrafında döndüğü binanın kapıları önüne açılmıştı. Dün omzuna basıp yükseldiği aşiret ve tarikatlar da birer basamaktı. Gözü, daha yükseklerdeydi. Zaten aşiret ve tarikatların bir bölümü Urfa’da siyasetçiden şunu beklerler: Devlete giden anahtar…
Fakıbaba, bu anahtar olmuştur artık; vekil olacaktır: 2015’te vekil olur. AKP, çözülür, oyu düşer ama Fakıbaba vekildir. Dahası, bakan olmuştur. Akıllı adamdır. Herkese telefonunu verir, kim ararsa, çıkar; biraz önce başka bir bakanla görüştüğünü söyler… Bu anekdotlar Urfa’da bolca anlatılır. Eskiden iyi bir kasap olan Seydi Eyüpoğlu ve Fakıbaba hikayeleri derlemek gereklidir. Eyüpoğlu, yaşlı olsa gerektir. Urfa’da herkesin bu ikisiyle ilgili fıkraları vardır. Fakıbaba bir gün Fırat’a bakıyor, baktıkça derin bir of çekiyor. Yanındakiler soruyor, merak ediyorlar, başkan niye “of” dedi, derdi ne; yoksulluk, çaresizlik, buhran, Urfa’nın hali…
Başkan derdin ne? Fakıbaba yanıt veriyor, “bakın” diyor, koklayın, “ta nerden şu patlıcanlı kebabın kokusu geliyor…” Herkes sağına soluna bakıyor…
Halka mal olmuş kimselerle ilgili fıkralar mesajlar yüklüdür. Bu fıkra şu anlama geliyor. Fakıbaba iyi koku alır. Sağlam bir burnu vardır.
Fakıbaba, derin toplumsal meselelerin uzağında yer alır. Kürt meselesi ve etrafında gelişen olaylardan uzak durur. Suruç Katliamı’ndan uzak durur, Şenyaşar Ailesi’nin katliamından uzak durur. Suriye meselesine girmez. Urfa’daki demografik değişikliğe ses çıkartmaz, hatta destek verir. Bakandır! Taraftarları da bu ilgisizliği anlar, o derler, “hayvan bakanıdır.” Tarım ve Hayvancılığın özetlenmiş halidir bu.
Derken bir gün Fakıbaba, İyi Parti’ye geçti diye bir haber yayılır. Gerekçesi insanı güldürür cinstendir. Fakıbaba CHP kampında yer alan TV kanallarında görülür. Kendini büyük mağdur olarak tanıtır. Acınasıdır. Hakkı yenmiştir. Yazıktır. Bir kanalda, kendini bu olaydan dolayı affetmediğini söyler. Dün, insanlar hastanede öldürülürken buna “terör olayıdır” diyen adam gitmiştir. Özür diler.
Piyasa ekonomisi, aynı zamanda yeteneğe dayalı kariyerdir. Yetenekli kişi, burnu iyi koku alan kişi, kitlelerin pasaportlarını geçersiz kılan ve kendi kendine hak verendir; onu burnu tıkalı liberallerden ayıran budur.
Fakıbaba Halk TV ve Medyascope söyleşilerinde oryantalist bir tavır sergiler, şunu söyler: “HDP’ye oy vermek ayıp değildir…”
Ayıp nedir? Töre kurallarına aykırı olan, utanç verici durum ya da davranış; eksiklik, kusur, noksan (TDK Sözlüğü).
Oy verip vermemenin ayıp ya da günah karesine indiği garip ama bir o kadar da bilmez bir yorumdur bu. Üstünde durmayacağım…
Şimdi Fakıbaba, Meral Akşener’in baş danışmanı olarak sahnededir; İyi Parti’yi örgütlüyor. Tuhaftır AKP’den ayrıldığı günden bu yana çıktığı iki televizyon kanalında da Kürtler ve Kürt meselesiyle ilgili konuşuyor.
İlki Şenyaşar Ailesi’yle ilgiliydi, ikincisi HDP’yle ilgili…
Fakbıbaba, İyi Parti’ye geçmesini şöyle açıklıyor: “ İYİ Parti’ye geçerken Meral Hanım’a yürekten inandım, samimi bir lider, söylediği her şeyi içten söyleyerek geliyor.” (cümle çok bozuktur, samimi, içten, yürekten, aynı şeylerdir. Doktor, Belediye başkanı, vekil ve bakan olan birinin Türkçesi bu kadar olmamalıdır.)
Akşener, Urfa’da ilk kimle görüştü… Sedat Bucak’la!
İyi Parti’nin programı nedir? MHP’den ayrılmış bir parti, bunun ötesinde bir şeyi var mı? Dahası bir insan, hatta bir dönem belediye başkanlığı, vekillik, bakanlık yapan biri partilerin fikrine bakar, parti liderlerinin yüreklerine bakmaz. Yürek diye bahsettiği kimse ise, Meral Akşener! Tansu Çiller’in bakanı değil miydi? Akşener’in yüreği Sedat Bucak değil mi? İlk onu ziyaret etmedi mi? Yürek!
Fakıbaba konuşmasının bir yerinde şunu söylüyor: “Irksal bir yaklaşımla insanlara yaklaşılıyorsa bence ayıp olan budur.”
Fakıbaba doktordur, belki yapmıyordur ama bilmesi gereklidir; “ırk” ve “halk” ayrı şeylerdir ve bir halkın hakları, hiç bir ittifakın çıkarları düzeyinde tartışılamaz, tartışılsa bile bu konuda ırk ve halkı birbirinden ayıramayan birinin işi değildir.
Bilmediğimiz konularda gelişi güzel konuşmamızın nedeni, insanlığın gerçek özüne nüfus edememektir ve hala kendimizi doğada yerleşik, sabit cinsler bulunduğunu bilmemektir. Fakıbaba, Kürtlerle ilgili gelişi güzel konuşuyor.
Dikkat edilirse Fakıbaba’nın bir fikri yoktur. Konuşmalarını dikkatle okuduğumuzda çokça da “bilmez” bir konumdadır… Meselelerden uzaktır. Salt, kazanmak diye bir dert dışında bir derdi olmayan biri karşımızdadır.
Kendi adıma Urfa’nın en güzel ilçesi olan Birecikli olması nedeniyle de üzüldüğüm biridir. Bu kadar bilmezliğine yazıktır. Konuşmaları şöyle bir baktığımda saygısını kaybetmiş bir insan profili vardır; on yılda, bunca parti değiştirme fikirsizlik dışında, bir şeyle açıklanamaz; fakirliklerin en büyüğü budur: Fikirsizlik.
Bunun faturasını da Fakıbaba ödüyor, bu onu eylemsiz biri yapıyor. Şenyaşar Ailesi’nin asıl yanında olması gerektiği zaman uzak durmuştur, ağır laflar etmiştir ama şimdi, “özür” dileme babına giriyor. O zaman ifade ver, mahkemeyi kendin aç. Vekilsin… Arada Yıldız ailesinden birilerinin onu tehdit ettiğini de söylüyor. Mağdur olan odur sanki. Gazeteciye tokat atıp küfür eden adam Yıldız ailesi gibi bir aileye iki kelime edemiyor mu? Kim ki Yıldız?
Pişkinlikleri de var. Üzülüyor insan. Diyor ki ben bakandım, bana böyle bilgi verildi. AKP bu yüzden eridi… Bakan devletin verdiği bilgiyle yetinir mi? Yetiniyorsa, bu bakan değildir; bu, ne söylenirse, başıyla onaylayandır. Başıyla onaylayan, bana gelip, benden oy isteyebilir mi?
Bir de şu: Neden bunları, AKP’den ayrıldıktan sonra söylüyor, neden bir anda bu aile aklına geliyor? Burada Fakıbaba’nın sevdiği kelimeyle bir yürek, bir yürekli olma hali bulunmuyor. Artık AKP’ye muhalif ve dümen, Millet İttifakından yana gibi görülüyor. Fakıbaba bu gücü seviyor. Bunu kişisel anlamda yadırgamam, güç sevene ne diyebilir ki. Firavun karşısında İbrahim’de güçsüzdü. Fakıbaba, İbrahim’den yana değil, güçten yana.
Kendini üstün görerek, karşısındakinden hürmet beklemek 18’inci yüzyılın hastalığıydı. Rousseau, “Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Konuşma” (1755) adlı metninde sıradan insanların
kendine saygısının diğerleri tarafından belirlenen bir örneğe benzemeye çalışılarak nasıl solduğunu çarpıcı bir dille ifade ediyordu: “ En iyi şarkı söyleyen ya da dans eden, en yakışıklı, en güçlü ve en zeki olan ya da güzel konuşan kişi en fazla sayılan kişi olur ve bu, eşitsizliğe aynı zamanda da kötü huya atılan ilk adımdır.”
Kürt meselesinin muhatapları vardır ve bu muhataplar arasında Fakıbaba hiçbir zaman yer almamıştır. Ne belediye başkanlığı döneminde ne vekilliğinde Kürt meselesi onun ilgi alanı olmamıştır. Urfa, Suriye sınırı olması haliyle apayrı bir yere sahiptir ama Fakıbaba, Suriye savaşıyla ilgili twitter hesabına bakılırsa bile görülecektir- sorunlardan uzaktır.
Tezkerelere parmak kaldırmıştır. Bunu anlarım, adamın Kürt meselesi diye bir derdi yoktur. Kuşları da anlarım, kondukları dala göre kanat açarlar.
Urfa’nın en az yüz bin ailenin (Kürt- Arap) Suriye’de akrabaları vardır. Fakıbaba yarın bu ailelere ne diyecektir?
Ayıp denilen bir şey de vardır. Her konuda konuşmak zorunda değildir insan. Fakıbaba bir cerrahtı ama siyasi meselelere, Kürt meselesi bağlamında, artık ahlaki bir boyut kazanan kimi meselelere köşker neşteriyle giriyor…
HDP bir aksilik olmazsa, Urfa’da en az altı vekil çıkartıyor; geçen seçimlerde sekiz vekil çıkartmıştı ama CHP birini, AKP bir diğerini almıştı. Sonuçta, AKP’nin yedi vekili oldu. Şimdi İyi Parti ve onun Urfa’daki temsilcileri AKP ve HDP üzerinden tutmayacak bir hesap yapıyor: Kürtler üzerinden bir, AKP ve Saadet üzerinden iki vekil çıkartmaya çalışıyorlar… Bunca laf onun içindir; onun için pişmanlıklar dile geliyor, özürler deliniyor, onun için birden demokrat kesiliyorlar, yoksa hiç kimsenin canı yanmıyor…