Suna Arev: Yeşil sabun, Şemse ve biraz ses…

Yazarlar

Anam her güz yeşil sabun gönderirdi, kalıp kalıp, torba torba yeşil sabun… “O gurbet ellerde bulunmaz, ille de belinizi yıkayın” derdi. Anamın sanki bütün derdi bizim belimizdeydi.

Belimiz ya; belimiz, elimizin kavuşamadığı, gözümüzün göremediği, nice ihanetlerin, nice süngülerin, çıplak savunmasız alanı; belimiz.O belki yara aldığında boynumuzu büken ,kollarımızı omzumuzdan koparan insanın insana ettiğine dair ne kadar acı varsa yüklenen, güçsüz kalan o  en mazlum, o en korunmasız alanımız. 

Şimdi o belimiz değil midir ? Bizi amansız korkulara sürükleyen  ” Sen de mi Brütüs” dememek için her yeni yüzde bir taşa yaslanıp o yeni yüzün içinde bir çift göze odaklanmamız, o gözlerin taa gözbebeklerinde bir çift güvercinin oynayıp oynamadığını, o gözlerin canlı olup olmadığını aramamız şu bel acısından değil de nedendir?

Sabunlar gelir sabunlar…Kalıp kalıp yemyeşil en doğalından sabunlar, dünyanın kirini pasını, derdini arıtmaya, misler gibi kokutmaya gelir…Kimyasal şampuanlara meydan okumaya gelir ve onunla birlikte memleket gelir, toprak gelir…Sanki anam gelir…Anam  belimizdeki derdi yıkamaya gelir.

Sabunlar bir tek bize mi gelir…? Olurmu hiç öyle bir şey.

”  Kızım, babanın hayrına arada bir şu dayımın kızının belini de yıka sevaptır,  günahtır, o gurbet ellerde ,kapısız bacasızdır” derdi anam

Yıkamam mı ?

Yıkarım  elbet, yıkarım hem de cam gibi parlatırım o beli üstüne bir de dünyanın duasını alırım, hatta babama rahmet de okuturum. Çocukların geleceğine dair dualarla, cennet bahçelerinden de salına salına gezerim. O inanmadığım ilahi adaletiniz için, sırf kalbiniz kırılmasın diye bir  “amin ” bile çekerim.

Anamın dayı kızı adını güneşin kızıllığından almış ,o kızıllık ki bir tek beline değmemiş  ,bir tek belini ısıtmamış Şemse’ymiş, adı  Şemse…

Doksan altı yaşında bir kadın. Yol bilmez dil bilmez, okuma yazma hiç bilmez hem doğru düzgün göremiyor bile…Elleri olmasa yığılıp kalacak bu kadın bu cehennem yalnızlığında, bu kapkaranlık sessizlikte, bu hiç dönmeyeceği yolda, ilticalıkta,hem de tam 25’yıldır ne işi var, ne işi var onun yurdundan  binlerce kilometre uzak olan taa Almanya’da? Ne işi var ne işi…

Neden kendi yurdunda, o doğduğu topraklarda, eviyle, ağacıyla o bildiği, o yürüdüğü yollarda bir bütün olduğu dilinde değil? Neden kendi duvarının dibinde çömelip o güzelim komşularıyla iki lafın belini kırıp, kâh hüzünlenip kâh gülemiyor? Neden diktiği ağaçların bir tek meyvesi bile nasip olmuyor, ona..? Ömrünü harcadığı, evi, emeği kendince yarattığı o dünya ,kendi yağında kavrulduğu, o sade, o doğal yaşamı hani nerede?

25 yıldır doğduğu toprakların hasretiyle, yanıp kavrulurken kaç kalıp yeşil sabun temizler onun o bu korkunç yalnızlığını? 

Kuş diliyle var da hani Şemse’nin dili? Belirli bir yaştan sonra bir dil öğrenmek öyle kolay mı ? Hele ki bu dil Almanca ise…

Oturduğu binada bir kapıyı çalsa ,”Allah rızası için bana biraz ses verir misin? Çok değil biraz, mesela nasılsın de, ben de sana sesimi seve seve veririm, iyi değilim derim, iyi değilim işte , iyi, hiç değilim”  dese…Ne yazar ki? Kapıyı açan el dona kalır, hiç bir şey anlamaz ve bir süre sonra da kapıyı Şemse’nin yüzüne kapatır.

Şemse’nin merdivenlerde önce ciğeri yuvarlanır, yavaş yavaş iner, o gri, o dört duvar arasında “aneee, baooo” diye inler durur.

Çeyrek asırdır bu böyle…Yok yok , hiç bir insanın ruhu böyle bir hasrete katlanacak güçte değildir.İnsan ölürse, bir tek sessizlikte ölür.

İlk zamanlar öyleydi, ancak bunun bir çözümü olmalıydı, bir ederi, bir düz yolu, bir çıkışı. Peki ama ne, nasıl, nereye kadar?

Gün olur günden ağır, zaman su gibi akmaz, gece sabaha bir türlü erişmez, yataklar diken olur, rüyalar haram.

Bunun da çözümü zamanla ses oldu geldi oturdu kapısına Şemse’nin ve bir daha hiç gitmedi.Şemse artık mutluydu, bir masal diyarında Allah’ın bir tek kuluydu; ne belinde bir hançer izi, ne dert, ne özlem. Çözümü bulmuştu; her şeyi, herkesi UNUTMAK…

Burası soğuk bir hastane odası, nasıl modern nasıl, nasıl da temiz ama Şemse’nin umurunda mı ? Yaşamın son günlerdir artık, belini yatağa vermiş doğrulup kalkamıyor. Kelimeleri birbirine yapışıp kalıyor, yutkunamıyor, bütün geçmişini koynuna alıp sadece uyumak istiyor, sadece uyumak ve bir daha uyanmamak. Bir zamanlar yaşlanmış, ele avuca düşmüşler için ” Ölüm, altın tahttır ” diyordu Şemse, kadın.

Nasıl bir sözlü edebiyat deryasında yüzüyordu ama nasıl.

Anam yeşil sabun gönderemiyor artık, ne bize, ne de sana.

İstemezdik altın tahtı, gitti işte, gitti…

Artık zamanıdır bir taşa yaslanmanın, o beli korumaya almanın tam da zamanıdır.Tut elimi Şemse,  kadın seni yurduna götüreceğim, tam da oraya, yeşil sabun diyarına…

Nasıl da benziyorlardı Kolomb’un elindeki ucu sivri kılıca uzanan, çıplak ellere…

( Devam edecek)

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Hayal Kurma Hastalığı
Behice Feride Demir: Bir Newroz filmi

Öne Çıkanlar