Matbaanın yolculuğu aslında uygarlığın yolculuğudur. Yazıya dair her gelişmenin ardında uygarlığın atılımları hız kazanmıştır. Bu kazanımlar ticaret ve bilginin işbirliği ile sistemler arası geçişi kolaylaştırmış, her ulus kültürel ve düşünsel zenginliklerini bu sayede korumuştur.
Hiçbir şey yazımsal araçlar kadar ulusal özelliklerin ve zenginliklerin kalıcılığını garanti altına alamamış ve hayatı bu aidiyetlerle şekillendirmemiştir.
Bu yıl matbaanın Gutenberg tarafından icat edilişinin 573’üncü yılını kutluyoruz. Kuşkusuz Gutenberg’in öncesinde de yazımın bir tarihi vardı ama tarihi, yazı için metaya çeviren matbaanın icadı olmuştur. Hatta yeryüzünü maddi ve manevî değişimle tanıştıran tek süreklilik bu icadın kendisi olmuştur.
Bugün Birleşik devletler askerî ve ekonomik gücünden çok daha fazla yazılım ve bilgi devrimleriyle dünya hakimiyetini güçlendirmektedir. Alphabet ya da Microsoft’un sınır tanımayan bilgi ve yazılım yatırımları aynı zamanda matbaanın el ve akıl değiştiren biçimlerine de örnektir. Gutenberg’ın icadı, Bacon’un ‘Bilginin kendisi güçtür’ ibrazı, bugün her eve, her insana bireysel basın yayın ve bilme yetkinliği teknolojik bilgi çağının bir farkındalığı olarak yansımıştır.
Bu çeşitlilik içinde Kürdistan hala global sisteme geç girmenin acısını, cezasını enformasyon ve entellektüel anlamda çekmeye devam etmektedir. 125 yıldır Kürt basın yayın dünyası kah el yordamıyla, kah vicdan pahasına, kah zaman ayarlı bireysel çabalarla bilgi ve bilinç yolculuğunu sürdürmektedir. 22 Nisan 1898’de Kahir’de başlayan ve Kürdistan’ın bütün seyrüseferini sembolize eden gazeteciler gününü, yayın dünyamızın amiral gemisi Avesta Yayınevi’nin kurucusu olan yazar Abdullah Keskin’le konuştuk.
Bu söyleşi tıpkı asırlar evvel olduğu gibi kuş kanadıyla gidip gelen bir harf yolculuğuda sayılır; Paris ve İstanbul arasında.
Sayın Abdullah Keskin, büyük bir nezaketle sorularımızı yanıtladı. Başta Mikdad Midhat Bedirhan olmak üzere Kürt aydınlanmasında emeği geçen herkese saygılarım ileterek sorularıma geçiyorum. Dilerim kuş kadar hafif, Twitter kadar hızlı ve bilginin kendisi kadar güzel anekdotlar içeren söyleşimiz Nupel okurları içinde keyifli bir bilgilenmeye vesile olur.
İyi bayramlar…
B.Feride Demir: – Fransa Ulusal kütüphanesi 14 Nisan’dan bu yana “Gutenberg’in Avrupası’ konulu bir sergiye ev sahipliği yapmaktadır. Gutenberg’in yaptığı yazımsal devrime dikkat çeken etkinliklerin ana teması Avrupa’ın kültür ve bilgi hakimiyetinde Gutenberg etkisi olarak açıklanmış. Bütün bu içerimlerle beraber bir yayıncı olarak, dökümlü alfabeden yapay zekâya uzanan bu yolculuğu nasıl değerlendiriyorsunuz, kağıdın gücü zekanın kıvraklığına dayanabilecek mi gerçekten?
Abdullah Keskin: Bütün Doğu toplumları ve onlardan çok daha kötü bir şekilde bu “değişim şenliği”ne geç katıldık. Baskı ve müdahalelerden dolayı Kürt düşünce insanlarının bütün çabaları yarım kaldı. “Mem û Zîn” gibi bir eseri, yazılışından ancak 200 küsur yıl sonra, 1919’da ancak basabildik, o da İstanbul’da. Cizîrî Dîwan’ı çok daha gecikmeli, 350 yıl sonra basılabildi, o da Suriye’de. Dolayısıyla kağıdın gücünden tam faydalandığımız söylenemez. Koca bir yüzyıl neredeyse bomboş geçti. 1991’den bugüne görece istikrarlı bir dönem oluştu. Bu bir toplama, toparlanma dönemiydi. Birçok şeyden 2000’lerden sonra yararlanabildik. Şu an için eksikleri olsa da belli bir birikimin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bütün bu hengame içinde teknolojik yenilikler çok daha yerleşik kültürler üzerinde bile bir altüst oluş yarattı. Buna çok hazırlıklı olduğumuzu söyleyemem. Bütün yok etme çabalarına rağmen Kürtçenin internet çağına ulaşması büyük bir başarı ama bugün itibariyle dijital ciddi bir içerikten bahsedemeyiz. Yerleşik kültürler üzerinde sanıldığı gibi kağıdın gücü azalmadı, kitap üretimi daha çok arttı. Ama her gün yeni şeylerle karşılaşıyoruz, ister istemez olumsuz etkilenecektir. Değişime uyum sağlamak için üretmeye, biriktirmeye devam edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kitap uzun zamanlara dayanan bir kültür, devam etmeli.
Yayıncılık bireysel inanç ve fedakarlıkla ilerleyen bir meslek. Aynı zamanda Kamu ve kitle arasında üçüncü bir güç olarakta adlandırılmaktadır. Ve taşıdığı aydınlanma özelliği nedeniyle başka güçlerinde korkulu rüyası haline gelebiliyor zaman içinde. Kimi yorumlara göre teknikteki gelişmeler yayım dünyasının klasik aydınlanma marjını yapı bozuma uğrarak,alanını daraltıyor. Sizce bu bir güç paylaşımı mı yoksa yapı bozuma uğratarak rol çalmak mı?
Gerçek değişimin hâlâ kitapla olduğuna inananlardanım. Teknik gelişmeleri iyi değerlendirmek için de kitap gerekli. Elbette bilgi alanları çeşitleniyor, çoğullaşıyor. Nasıl kullanıldığına bağlı olarak fonksiyonunun değiştiğini düşünüyorum. Sosyal medyayla birlikte herkes her şeydir. Toplumlara ve kullanım şekline göre değişiyor. Email büyük bir avantaj sağladı bize. Eskiden Kürdistan’ın bir parçasından veya dünyanın herhangi bir yerinden Kürtlerle ilgili bir belge veya kitap getirtmek çok zordu. Hatırlıyorum, Avesta’yı ilk kurduğumuzda Celadet Bedirxan’ın “De La Question Kurde” broşürünü Qamişlo’dan getirirken deveye hendek atlatmıştık. Ordan Şam’a gizlice, Şam’dan Beyrut’a kaçak yollardan, Beyrut’tan postayla Almanya’ya, ordan da İstanbul’a yayınevi ve ev dışında bir adrese yollatmıştık.
Çünkü el konuyordu. Emniyetteki kitaplarımızdan bir kütüphane oluşturulabilir. Şimdi birkaç saniyede alabiliyoruz. Sosyal medya tanıtım sorununu önemli oranda ortadan kaldırdı. Zaten artık güçlü bir merkez medya yok, “merkez” yok aslında. Sosyal medya sayfalarımızla büyük bir okur kesimine ulaşıyoruz. Twitter ayrım yapmadan herkese aynı imkanı sunuyor ama orayı nasıl dolduracağınız önemli. Bilgi kaynaklarının doğru kullanımı çok önemli. Birbirine karşıt değil, birbirini tamamlayan şeyler olduğunu düşünüyorum.
Kürtçe yayıncılık çok daha fazla fedakârlık ve feragat isteyen bir iş. Mecburen ümmi bir topluma sesleniyorsunuz, hayatın birçok alanında kullanımı fiili ve yasal engellerle kısıtlanan ve henüz tanımlamada bile sorun yaşanan bir dil. Bütün bunlara rağmen Kürt yayıncılığının diğer alanlarla kıyaslanmayacak bir başarı gösterdiğini düşünüyorum. Kaydetme, varolma kaygısı aşıldı, birçok alanda çok kısıtlı imkanlara rağmen rüşdünü ispatladı Kürt yayıncılığı.
Gutenberg’in uygarlık üreten birikiminden söz ederken ister istemez bu birikimlerin dünya milletlerine dağılımı dikkatimiz çekiyor. Ne yazık ki Gutenberg ile Kürdistanlı Hüseyin Huzni Mukriyani arasında 465 yılı bulan bir gecikme söz konusu.Kürtlerin yeterince Kamusal bir kitle ve aydınlanma gücü olamayışında bu gecikmenin etkisi var mı?
Kürdistan’da kaç Husên Huznî Mukriyanî var? Kardeşi Gîw’in dışında yanlarına üçüncü bir isim koymakta zorlanıyorum. Buna rağmen etkilerinin Güney’le sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Henüz Kuzeyde Husên Huznî’nin tek bir kitabı yok. Programımızda var, umarım önümüzdeki dönemlerde okura ulaşır.
Bu gecikme genel olarak bütün Doğu toplumlarında var. Bizde bir şey daha var, egemen gücün baskı ve engelleri. Bu Kürt dili ve kültüründe ciddi bir tahribat yaratmıştır, özellikle Kuzeyde kaç kuşağın dilleriyle bağı kopmuştur. Bütün sorunlu yanlarına rağmen, son yıllar en verimli dönemimiz ama çok dar bir alandayız.
Kürtçenin bir an önce kamusal alanlara sirayet etmesi lazım, eğitim dili dolayısıyla resmi dil olması lazım. Bu olsa bile gündelik hayattaki eşitsizlik giderilmediği sürece ciddi bir mesafe katetmek zor görünüyor.
125. Yılına girdiğimiz Kürt basın ve yayıncılık dünyasının bu tarihsel boşluğu doldurmadaki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kadar baskı ve engelin olduğu bir yerde bir boşluk, büyük bir boşluk hep olacaktır ama kendi şartları içinde değerlendirildiğinde Kürt basın ve yayıncılığının hep bir varoluş mücadelesi verdiğini gözlemleyebiliriz. Kişisel olarak baskıları çok fazla dillendirmekten yana değilim, bütün sorunlu yanlarına karşın bizden önceki kuşaklara göre şartlarımız daha iyi. Temel sorun şu gibi geliyor bana, her defasında sil baştan yapıyoruz, sıfırdan başlıyoruz. Bizde herkes tarihi kendisiyle başlatır, bunda biraz megalomani olsa da, gerçeklik payı da var. Bizden önceki birikimlerden yararlanmamıza fırsat verilmemiştir. “Kurdistan”, “Jîn” İstanbul’da basıldı, sonradan yayımlanan edisyonlarda tek bir sayı bile Türkiye’deki kütüphanelerden elde edilmedi. Yok mu, var ama yararlanamıyorsunuz. 80’den önceki yayınevlerinin bir kısmı 91’den sonra da kuruldu, 10-15 yıl önce bastıkları yayınları bile arşivlerinde bulamazdınız. Kabul ediyorum, bizde arşiv kültürü pek gelişkin değil ama tek sebep o değil. O yayınların çoğu ya yerin altında çürüdü, ya yakıldı veya başka bir şey oldu. 91’den, yani Kürtçe konuşma yasağının kaldırılmasından (yayın yasağı değil, o 2002’de kaldırıldı) bugüne en uzun ve istikrarlı dönem. Dışardan bakıldığında evet az şey yapıldı ama kendi içinde değerlendirildiğinde çok şey yapıldı, ciddi bir çeşitlilik oluştu.
Bir yayıncı olarak dijitalizmin hızlı yayılışı sizi korkutuyor mu, buna karşı ne gibi hazırlıklar yapıyorsunuz? Dijital bilgi aparatifleriniz nelerdir?
Korkutmadığını söylesem doğru olmaz. Şu anki yayın portföyümüzle 2000’lerin başında olsaydık, durum bambaşka olurdu. Bilgi araçları çoğullaşıyor ve insanlar daha pratik ve basit olanlara yöneliyor. Her durumda kitap kültürünün devam edeceğini düşünüyorum. Uzun zamandır özel baskılı kitaplar hazırlıyoruz, kriz döneminde de ara vermedik, hatta arttırdık, başından beri umduğumuzdan daha fazla ilgi görüyor. En son “Ulysses” çok ciddi bir yankı yarattı.
Dijital platformların hemen hepsini aktif şekilde kullanıyoruz. Sayfalarımızın hepsi organik ve hatırı sayılır bir kesime ulaşıyor. YouTube kanalımız çok az yayınevi kanalının olduğu bir dönemde açıldı, 11 yıldır devam ediyor. Biraz masraflı ve bir gelir getirmiyor ama şartlar daha da olgunlaşıncaya kadar her durumda devam edecek. İlk e-kitabı (Memê Alan) 12-13 yıl önce İdeefixe’le denedik, pek verimli bir sonuç alamadık. Genel olarak Türkiye’de durum böyle. Bir de çok şey oturmamış, sanki biraz daha teknolojik yenilikleri beklemek lazım. Bir de biliyorsunuz, bizde “kaçak” kültürü yaygın. Yasaklamalardan dolayı bu “hizmet” olarak algılanıyor. Bu kolay değişmez ama daha makul bir seviyeye gelmesini umuyoruz. Gene de bu yıl içinde e-kitaba başlayacağız. Sesli kitap için de bir prodüksiyon şirketiyle anlaştık, umarım o da yakın bir zamanda hazır olur. Onun dışında başka projelerimiz de var ama açıkçası bu işi çok küçük imkanlarla yapıyoruz ve deneyerek öğrenmeye, vakıf olmaya çalışıyoruz.
Avesta Yayınevini biraz Paris’teki Sylvia Beach’ın shekespear und compagnie’sine benzetiyorum. Bir entellektüel meraktan entellektüel bir merkeze evrilen bir benzerlik. Bugün her türden düşün ve sanatsal eseri yayınlayabilen bir vizyonunuz var. Bu vizyonu bilerek mi tercih ettiniz yoksa gelişmelerle beraber mi bu vizyonu oluştu?
AÇok hoş bir benzetme, ilham verici bir yer. İlk kez görerek keşfetmiştim. Sonra Paris’e her gittiğimde uğrayıp rafları arasında dolaştığım bir yer.. Vizyon evet baştan beri böyleydi, zaten Avesta’nın ilk dönem yayımladığı kitaplarda da bu çeşitlilik çok rahat görülebilir. Bir taraftan temel meselelerde ve tanımlanmalarında taviz verilmezken, diğer taraftan nesnel bilgi gibi bir derdimiz de var. Bu türden yayıncılık ister istemez “idealist” olmak durumunda, pazar vb şeyler de olmayınca daha özgür hareket edebiliyorsunuz.
Avesta’nın ilk 5-6 yılından sonra bunun, hep kafasının dikine gitmenin birtakım sakıncaları olduğunu farkettim. Bir kere toplumunuzla aranızdaki mesafe uzuyor, okurla bağınız kopuyor, bu dilin okuru olmak da farklı, birtakım şeyleri göze almayı gerektiriyor. Okur sayısı yazar sayısından az denebilecek durumlar oldu. Yavaş yavaş ortak mekanlarda okurlarla bir araya gelince, seslerine daha çok kulak vermeye başladık, taleplerini, eleştirilerini dikkate aldık ama okura karşı da bağımsızlığımızı koruduk. Gerektiğinde tepkilerini de göze aldık. Bazen okurların hiç istemediği şeyler yapıp çok istedikleri şeylerden uzak durduk, tepkiler de oluyor, zıvanadan çıkmadığı sürece bunu sağlıklı bir durum olarak görüyorum. Avesta, Kürt cenahında çok zor birarada görülebilecek kişilerin biraraya gelebildiği bir yer, kelimelerden kurulu bir yer, ortak evimiz, bundan memnunuz.
Şimdiye kadar kaç kitap yayınladınız ve yayınlanması size heyecan veren kitaplar oluyor mu?
Krizin ağır etkileri olmasaydı, bu yılın sonunda 900. kitabımızı yayımlamayı planlıyorduk. Şu an için bu şartlarda biraz zor görünüyor ama her durumda yaklaşacak.
Sorunun ikinci kısmını tersine çevirelim; yayımlanması heyecanlı gelmeyen kitaplar oluyor mu? Evet, oluyor, olmak zorunda. Avesta “kurucu” bir yayınevi, sadece benim edebi zevklerime göre hareket etmiyor. Kimi şeyler, edebi tarzlar var ki, okur olarak uzak dururum ama yayıncı olarak dikkate almak zorundasınız. İlk yıllarda yayın programımızı önemli oranda biz belirliyorduk, pek bir şey gelmiyordu, sonra belli bir canlanma oldu ve ard arda dosyalar gelmeye başladı. Bu çok arzuladığımız bir şeydi ve bunda yayınevinin bariz bir etkisi de vardı. Çoğu ilk dosyaydı, bigane kalamazdık. Bazen siz hep ünlüleri, yaşlıları yayımlıyorsunuz diye eleştirirler. Ben de kim mesela dediğimde sorun değişiyor. Şu an ünlü olan o isimlerin çoğu o zaman ünlü değildi, şu an yaşlı ya da ölmüş olanların çoğu ilk kitabı yayımlandığında gençti.
Üzerinden 28 yıl geçmiş olmasına rağmen heyecanımdan çok şey kaybetmedim, elbette bu süre zarfında çok şey gördük, yaşadık. Çok yıpratıcı, incitici şeyler de oldu, çekip gitmek istediğimiz anlar da oldu ama her şeye rağmen buradayız ve hep burda olacağız.
Abdullah Keskin, bütün vaktini Avesta yayınlarında ve kitaplarla mı geçiriyor? Bir yayıncıya bu soru sorulmaz ama en son okuduğunuz kitap hangisidir?
Hayır! Avesta ve kitap hayatımın merkezinde, birçok şeyden feragat ettim onlar için ama onun dışında da bir hayatım var ve kendi doğal sınırları içinde yaşamaya çalışıyorum.
Avesta okumaları pek başka kitap okumama izin vermiyor. Çok merak ettiğim veya benim için çok önemli olan konular ve yazarlar dışında bir şey okuyamıyorum. Şu an elimde Hans Belting’in “Floransa ve Bağdat Doğu’da ve Batı’da Bakışın Tarihi” adlı kitabı var. Almanya’da ilk çıktığında getirtmiştik çevirtmek için, nasip olmadı maalesef. Doğu-Batı karşılaş(tır)maları hep ilgimi çekmiştir. Floransa’ya gitmeden okumak istedim.