28 Şubat darbesiyle İslamcı siyasetin bir kez daha hırpalandığı ve engellenmeye çalışıldığı bir dönemde, Milli Görüş hareketinin pek çok kadrosu Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Erbakan’ın Fazilet Partisi’nden ayrıldı ve ardından Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kurdu. Kasım 2002’deki genel seçimde bu parti birinci oldu ve tek başına hükümeti kurdu. Erdoğan Milli Görüş gömleğini çıkardığını ve geleneksel laik elitlerle süregelen çatışmalardan uzak, uzlaşmacı ve reformcu bir siyaset izleyeceğini beyan etti. Ancak elbette bu Erdoğan’ın muhafazakâr, dindar ve milliyetçi siyaseti terk ettiği anlamına gelmiyordu. Nitekim Erdoğan AKP’yi muhafazakâr demokrat bir parti olarak duyurmuştu.
AKP’nin siyaset sahnesine çıktığı dönem, Kürt meselesi için de kritik bir dönemdi. PKK lideri Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edilmiş, yargılanmış ve mahkûm edilmişti. PKK silahlı güçlerini Türkiye’nin sınırlarının dışına çıkarmıştı ve 2004’e kadar da Türkiye’ye karşı herhangi bir silahlı eylem yapmamıştı. Ayrıca 2001’de Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biri patlak vermişti. Geride kalan 20 yılda Kürt meselesinde izlenen siyasetin yarattığı çürümüşlüğün ve ağır maliyetin de etki ettiği bu ekonomik krize rağmen, AKP’nin kurulduğu dönemde, Türkiye’nin toparlanabilmesi için pek çok koşul da hiç olmadığı kadar uygundu. Avrupa Birliği üyelik süreci başlamış ve bu hem siyaseten hem de ekonomik açıdan rahatlamaya yol açabilirdi. Kürt meselesindeki sakinlik de bunu epey mümkün kılabiliyordu.
İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden beri toplum nezdinde elde ettiği popülariteyi ve 28 Şubat’tan sonra kısa süreliğine kaldığı hapsin yarattığı mağduriyeti iyi bir halkla ilişkiler çalışmasına çeviren Tayyip Erdoğan, dönemin şartlarını iyi değerlendiren şanslı bir siyasetçiydi. Elbette muhafazakârlık, dindarlık ve milliyetçilik çerçevesinde izlediği siyasetin toplumsal karşılığı da epey yüksekti. Nihayetinde Erdoğan, zamanla izlediği başarılı siyasi hamlelerle Türkiye tarihinin en uzun süreli iktidarlarından birini kurdu.
Bütün bu dönem, Erdoğan’ın Kürt meselesiyle doğrudan muhatap olması demekti ve haliyle Kürt meselesinin 2000’den sonraki aşamaları en çok da Erdoğan ve izlediği siyasetle ilgilidir. Bu dönem itibarıyla Erdoğan ve partisinin izlediği Kürt siyasetini de belli dönemsel gelişmeler ve bağlamlarda değerlendirmek mümkündür.
Erdoğan, 18 Aralık 1991’de, henüz Refah Partisi il başkanı iken, bir Güneydoğu raporu hazırlamıştı. Bu raporda mesele “Kürt sorunu”, Kürtlerin yaşadığı yer “Kürdistan”, Kürtlerin konuştuğu dil “Türkçe ile ilgisi olmayan Kürtçe” olarak nitelenmiş; “devlet terörü” eleştirilmiş, “Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yönteminin artık iflas ettiği” vurgulanmıştı. Özetle, Erdoğan’ın 1991’deki söylemine göre, Kürt meselesi, etnik ve kültürel olduğu kadar, aynı zamanda bir insan hakları, demokratikleşme, ekonomik geri kalmışlık ve yoksulluk sorunuydu.
Söz konusu dönemde Refah Partisi nezdinde pek de karşılık bulmayan bu raporundan sonra Erdoğan’ın Kürt meselesiyle ilgili benzer bir radikal çıkışı görülmedi; zaten muhatap da değildi. 2002’de iktidara geldikten sonra ise Erdoğan ve partisinin Kürt meselesine yaklaşımı dönemsel bağlamlar çerçevesinde farklılıklar içerir. Genel hatlarıyla özet olarak şunlar belirtilebilir:
3 Kasım 2002-10 Ağustos 2005 aralığında AKP, o güne kadarki iktidarların genellikle yaptığını yapmış ve mesele yokmuş gibi davranmayı tercih etmişti. 2005-2009 aralığında AKP meselenin varlığını kabul etmiş, meseleyi tanımlamış, bu çerçevede mesele hakkında tartışmalara zemin hazırlamış, ancak herhangi bir somut adım atmaktan da imtina etmişti. 2009-2015 aralığı; AKP’nin meselenin çözümü için adım atmaya başladığı, bunun için de çeşitli isimlerle çözüm süreçlerini başlattığı, PKK, Öcalan ve BDP-HDP yetkilileriyle görüşmelerin yapıldığı, kamuoyu nezdinde tartışmalara ve hatta mutabakata zemin hazırlayan bu süreçler kapsamında kısmi bazı somut adımların atıldığı bir dönem olmuştu. 2015’ten sonra ise, büyük beklentilere yol açan çözüm süreçleri akamete uğradı. “Terörle mücadele” adı altında güvenlikçi strateji ve siyaset geniş çaplı yeniden devreye konuldu. Kürt meselesinin olmadığı güçlü biçimde ileri sürülmeye başlandı. Bununla birlikte meselenin kapsam alanı Suriye ve Irak’ı da kapsayacak biçimde genişledi. Bu dönemdeki söylem ve uygulamalar Kürt meselesinde 1990’lı yıllara dönüldüğüne dair yorumlara da yol açtı.
Bu dönemsel ayrımlarla birlikte Erdoğan’ın iktidarı döneminde Kürt meselesini nasıl ele aldığına dair bir kategorizasyon da yapılabilir ve buradan hareketle muhafazakâr, İslamcı ve milliyetçi AKP’nin Kürt söylemi ve siyaseti incelenebilir.
AKP iktidara geldikten kısa süre sonra (24 Aralık 2002’de) Erdoğan, bir Kürt vatandaşın sorusunu yanıtlarken, “Türkiye’de Kürt sorunu yok. Sorun var diye inanacaksan sorun olur, yok dersen sorun ortadan kalkar. Kürt sorunu var dersek, bu, sanal sorunlar olarak ortaya çıkarılmıştır. Bizim için böyle bir sorun yok” diyordu.
Cumhuriyet döneminin klasik Kürt söylemini bu şekilde tekrarlayan Erdoğan, elbette bu meseleyle bir şekilde yüzleşmek zorundaydı. 1990’lardaki Refah Partisi ve Erbakan gibi Erdoğan’ın da bu meseleyi gündemine alması için zorunlulukları vardı. Her şeyden önce, 1999-2004 aralığında susmuş olan silahlar 2004’ten sonra yeniden patlamıştı ve iktidarda olan Erdoğan’ın bir şeyler söylemesi ve yapması gerekiyordu. Erdoğan’ın aldığı oyların önemli bir kısmı da Kürdistan’dan geliyordu, hatta birinci partiydi ve Kürt seçmenini ilgilendiren bu meselede söz sahibi olmalıydı. Ayrıca Kürdistan’daki en büyük rakibi seküler milliyetçi ana-akım Kürt siyasi hareketi her geçen yıl daha da güçleniyordu. 2000’den sonraki dönemler sadece Erdoğan için siyasi fırsatlar yaratmamıştı, rakibi Kürt hareketi için de önemli fırsatlar ortaya çıkarmıştı. Bir diğer önemli husus da, Kürt meselesiyle alakalı yaşanan çatışmalı ortam en fazla orduya yarıyordu; ordunun siyaset üzerindeki vesayetinin en temel gerekçelerinden biri Kürt meselesiydi. İslamcı siyaseti dolayısıyla, her ne kadar gömlek değiştirdiğini ileri sürmüşse de, Erdoğan’ın iktidarı, Kemalist laik rejimi korumayı misyon edinmiş ve bunu her defasında darbe veya başka biçimlerde hatırlatmaktan geri durmamış ordu için bir tehlikeydi. Erdoğan’ın askeri vesayeti kırması için de Kürt meselesinde bir şeyler söylemesi ve yapması lazımdı. Ve en önemlisi, Kürt meselesiyle de ilgili olan bütün bu badireleri aşarak dünya görüşünü hâkim kılabileceği bir Türkiye için Erdoğan’ın Kürt meselesiyle yüzleşmesi şarttı.
Nitekim 2002’nin sonlarında “sanal” olduğunu ileri sürdüğü meselenin gerçekliğini kabul eden önemli açıklamalarından birini Erdoğan Ağustos 2005’te Diyarbakır’da yaptı. Erdoğan, “İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Ama illa ad koyalım diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur” dedi. Erdoğan, “ülkeyi kuranların miras bıraktığı temel prensipler ve cumhuriyet ilkesi, Anayasal düzen dahilinde”, “daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla” meseleyi çözeceklerini de ekliyordu. Bu açıklamasından sadece üç gün sonra ise Erdoğan, Kürt meselesi ile “PKK terörü veya terör sorunu”nun farklı olaylar olduğunu söyledi ve ekledi: “Bunları birbirinden ayıralım. Kürt vatandaşı benim vatandaşımdır. Bunlar birer alt kimliktir. Bu alt kimliği biz kimlikle karıştırmayacağız. Ben ne dedim? ‘Tek millet, tek bayrak, tek vatan’ dedim. Bunu bir defa paylaşacağız.” Hatta Erdoğan’a göre, 22 Ekim 2008’de Hakkâri’de söylediği şekliyle, bunu “beğenmeyen gitsin!” Daha sonra ise, özellikle Kürt kamuoyunda yarattığı tepkiler üzerine, MHP gibi ırkçı kesimlerle özdeşleşen bu sözlerinin “Ya sev ya terk et” anlamına gelmediğini ileri süren Erdoğan, Türkiye’yi kimseye böldürtmeyeceklerini vurgulamaktan da geri durmamıştı.
Erdoğan ve partisi AKP, iktidar olarak, 2005-2009 aralığında Kürt meselesini nasıl algıladığına dair aşağı yukarı net bir çerçeve çizmişti ve bu dönem boyunca mütemadiyen yapılan açıklamalar da bu çerçeveye uygundu. Buna göre, kerhen de olsa Erdoğan meseleyi tanımak ve tanımlamak zorunda kalmıştı; adı her ne olursa olsun, bir Kürt meselesi vardı. Ancak bununla birlikte Kürt meselesi ayrıydı; “terör sorunu” ayrıydı. Kürt meselesi Erdoğan için aynı zamanda bir ekonomi ve kalkınma meselesiydi. Anayasal bazı düzenlemeler ve demokratikleşme adımları çerçevesinde Kürtlerin kimlik ve kültürel haklarıyla ilgili adımların atılabileceğini belirleyen Erdoğan, ancak bu adımların “alt kimlik” sınırlarının dışına taşırılmayacağını defalarca vurguladı. “Terör meselesi” başka bir mevzu iken, Erdoğan yapılacak ekonomik yatırımlarla da meselenin tamamen hal olabileceğine inanıyordu.
2009-2015 aralığına gelindiğinde Erdoğan’ın söyleminin tam da bu çerçeveye uygun biçimde şekillendiği görülebilir. 2005-2009 aralığında bir yandan Kürt meselesiyle baş etmeye çalışırken Erdoğan, öbür yandan laik-Kemalist rejimin komiserliğini yapmaktan vazgeçmeyen ordu ile de ilgilenmek zorundaydı. Bu dönem içinde, iktidarda kalıcı bir zemin tutmaya çalışan Erdoğan ve ortakları ile rejimin komiserliği rolünü muhafaza etmeye çalışan ordu arasında hakikaten sert bir mücadelenin yaşandığı söylenebilir. Mayıs 2007’de AKP’ye muhtıra vererek Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hevesini bir süreliğine ertelemeyi başardıysa da ordu, sonuç olarak, 2009-2010 yıllarına gelindiğinde, AKP ve büyük ortağı Fethullah Gülen cemaatine karşı büyük oranda güç kaybetti.
Böylece Kürt meselesinde atacağı adımlar konusunda eli epey rahatlayan Erdoğan, 2009’dan 2015’e kadar Türkiye şartlarına göre cesur kabul edilebilecek adımlar atmaya başladı. Bu adımlar, Demokratik Açılım, Milli Birlik ve Beraberlik Projesi ve son olarak da Çözüm Süreci adı verilen süreçlerde atıldı. Bu süreçlere bakıldığında esasında doğrudan bir meseleye odaklanıldığı görülecektir. Bu da, Erdoğan’ın “terör sorunu” olarak ifade ettiği meselenin hal edilmesiyle ilgilidir. Zira Erdoğan’a göre, bu süreçler başlandığında, kültürel ve kimlik haklarıyla ilgili olarak değerlendirdiği Kürt meselesi o zamana kadar atılan adımlarla zaten çözülmüştü. Nitekim 1 Haziran 2011’de Diyarbakır’da yaptığı açıklama da 2009-2015 aralığının anlaşılması açısından dikkate değerdir.
Diyarbakır’daki konuşmasında Erdoğan, Kürt meselesiyle ilgili daha önce sarf ettiği sözlerin arkasında durduğunu kaydetmekle birlikte, bu kez meseleyi nasıl çözdüklerini açıklıyordu. “Allah aşkına ölene kadar biz Kürt sorunu veya Güneydoğu sorunuyla yatıp onunla mı kalkacağız? Nedir bunun çözümü?” diyen Erdoğan, şöyle devam ediyordu:
“Atılamayan adımları attık. Bakın helalleşme sürecini 2005 Ağustos ayında başlattık. 2009 yılında demokratik açılımı, milli birlik ve kardeşlik projesini biz başlattık. Çözüm sürecinin zeminini olgunlaştırdık. Siz bana buraya geldiğimde daha önce ne dediniz? Olağanüstü hali kaldırın bir şey istemiyoruz. Olağanüstü hali biz kaldırdık mı? Çekiç gücü gönderdik mi? Kürtçe üzerindeki zincirleri biz kırdık mı? Terörden zarar görenlerin zararlarını telafi ettik ve etmeye devam ediyor muyuz? Mem-û Zin’i biz yayınladık mı? TRT Şeş 24 saat yayın yapıyor mu? Üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı enstitülerini açtık mı? Kürtçe kursların, Kürtçe propagandanın önünü biz açtık mı? Kalıcı, barışçı bir çözümün ilk kapısını biz araladık. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu meselenin tartışılmasını biz sağladık. Bugüne kadar konuşulmayanların, konuşulmasına cesaret dahi edilmeyenlerin serbestçe, özgürce konuşulmasını, tartışılmasını biz sağladık.”
Tayyip Erdoğan peş peşe sıraladığı bütün bu alanlarda gerçekten de adımlar atmıştı. Böylece, on gün sonra, 10 Haziran 2011’de yaptığı açıklamada net biçimde belirttiği gibi, Erdoğan’a göre, “ret ve inkâr politikaları bitti”, “asimilasyon politikaları da büyük ölçüde” bitmiş durumdaydı ve dolayısıyla bir alt kimlik meselesi olan Kürt meselesi çözülmüştü. Geriye kalan ise, Erdoğan’ın aynı açıklamasında belirttiği üzere, “bundan böyle artık Kürt kardeşlerinin sorunları vardır”, ki bu sorunlar da Türk’ün, Laz’ın, Gürcü’nün sorunlarından farklı olmayan gündelik hayata dair sorunlardı. Bu nedenle bundan böyle “bir kimlik siyaseti yapmak suretiyle bir şeyler elde etme gayretine girmek” Erdoğan için, “sorunları çözmek değil, yeni sorun meydana getirmektir” ve AKP de buna karşıydı.
Hal böyleyken, özellikle 2009 ve sonraki iki yıl boyunca gerek atılan adımlar (örneğin PKK’li barış gruplarının hükümetin onayı ile gelmesi, Oslo’da devlet görevlilerinin PKK’lilerle görüşmesi vesaire) ve gerekse de başta Erdoğan olmak üzere AKP yetkililerinin sıklıkla yaptıkları açıklamalar ile zemini oluşturulmaya çalışılan Çözüm Süreci neyin nesiydi? Genellikle anakronik tarihsel referanslar ve dini söylem ve semboller üzerinden biçimlendirilen Türk-Kürt kardeşliğine dair retoriğin sürekli kılınması suretiyle Çözüm Süreci için toplumsal rıza üretilmeye çalışıldı ve açıkçası bunun önemli oranda başarıldığı da söylenebilir. Bu nedenle İmralı’daki PKK Lideri Abdullah Öcalan ve Kandil’deki PKK yetkilileriyle, içeriği değilse de görüntüsü itibarıyla kamuya açık olan bir dizi görüşme yapıldı.
Çözüm Sürecinde yapılan görüşmelerde, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla Erdoğan ve iktidarının talepleri ile Öcalan ve PKK’nin talepleri esasında örtüşmüyordu. Kamuya açık kaynaklar incelendiğinde, Erdoğan’ın önceliği ve esas odaklandığı nokta, 6 Ocak 2013’teki açıklamasında belirttiği gibi, “terörle mücadelede başarılı olabilmekti.” 2 Mart 2013’te ise Erdoğan meramını tam olarak şöyle ifade etti: “Çözüm sürecine odaklanmışız. Niye? Terörü bitirelim, kan dursun, analar ağlamasın, biz bunu istiyoruz.” Daha sonraki pek çok açıklamadan ve kamuoyuna yansıyan bilgiden anlaşıldığı kadarıyla “terörün çözümü” için Erdoğan’ın Öcalan ve PKK’den talebi silahları susturmak, silahlı mücadelenin bittiğini ilan ettirmek ve her şeyden önce de silahlı güçleri Türkiye’nin sınırlarının dışına çıkartmaktı. Nitekim PKK bir kısım gücünü sınır dışına çıkarmıştı, ancak bu çekilme çok sürmedi. Çünkü Erdoğan’ın gündemi “terör sorunu” ve bunun çözümü iken, Öcalan ve PKK için mesele başkaydı. Onlara göre, silahlı mücadelenin sonlanabilmesi ve hatta silahlı güçlerin sınır dışına, Güney Kürdistan’a çekilebilmesi için Erdoğan’ın atması gereken adımlar vardı ve bunlar da Kürtlerin hukuki, siyasi, kültürel, kimlik haklarıyla ilgiliydi.
Çözüm Sürecinin iki tarafı için ihtilaf aşağı yukarı bu yaklaşım farkından kaynaklanıyordu. Erdoğan’a göre, karşı tarafın adım atılmasını istediği meseleler zaten çözülmüştü ve geriye silahlı güçler veya “terör sorunu” kalmıştı. Öcalan ve PKK’ye göre ise, Kürt meselesi çözüm bekliyordu ve Erdoğan adım atmalıydı, ki işin silahlı kısmı tali bir meseleydi, atılacak adımlarla bu mesele zaten hal yoluna girecekti. Nihayetinde Erdoğan’ın kişisel hırsları ve hesaplarının sonucu olarak, toplumda büyük beklentilere yol açan Çözüm Süreci 2015 itibarıyla akamete uğradı.
Elbette bu arada Kürt meselesiyle ilgili Türkiye’deki süreçlere doğrudan etki eden ve Türkiye’nin sınırlarının ötesinde cereyan eden pek çok önemli ve tarihsel gelişme de yaşandı. Örneğin 2011’de Suriye’de başlayan isyan dalgası sonrasında Kürtler Rojava’da fiilî yönetim oluşturmuştu. Buna karşın bir yandan Türkiye’de Çözüm Sürecini başlatırken AKP hükümeti, öbür yandan Kürtlerin Rojava’daki fiilî egemenliğini ortadan kaldırmak isteyen pek çok silahlı gruba arka çıkıyordu ve her türlü desteği de sağlıyordu. Nitekim 2014’ün sonlarında Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adıyla yeniden organize olmuş olan Cihadçı İslamcı terör gruplarının hem Irak’ta hem de Suriye’de doğrudan ve neredeyse sadece Kürtleri hedef alan saldırıları ve katliamları gelişmelerin seyrini epey değiştirdi. IŞİD, Rojava’nın Kobani kentine saldırırken, Erdoğan memnuniyetini “Kobani düştü düşecek” sözleriyle ifade ediyordu. Bu açıklama ve daha sonraki yıllarda devam eden Rojava karşıtı siyaset kuzey Kürdistan’daki Kürtlerden büyük tepki topladı ve böylece bir kez daha ortaya çıktı ki, Türkiye’deki meselenin çözümü Kürdistan’ın diğer parçalarındaki çözümle doğrudan ilgilidir. Çözüm Sürecinin çökmesinin en önemli nedenlerden biri de kuşkusuz bu konudaki yaklaşım farkından kaynaklanıyordu.
Bir diğer husus da Erdoğan’ın Çözüm Sürecine pragmatik yaklaşımıyla ilgiliydi. En azından 2015 Haziran’ında yapılacak genel seçimlerden önce, mart ayında Erdoğan’ın Çözüm Sürecini fiilen bitiren açıklamalarına bakıldığında bu rahatlıkla görülebiliyordu. 15 Mart 2015’te Erdoğan, “Hala bakıyorsunuz varsa yoksa Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu, artık böyle bir şey yok” dedi. Bu açıklamayı ve benzer başka açıklamalarını seçim öncesi anket sonuçlarıyla irtibatlandıranlar haklıydı. Buna göre, Erdoğan Çözüm Sürecinin siyaseten kendisine büyük bir destek sağlayacağını, özellikle de bu desteğin Kürtlerden geleceğini hesaplamıştı. Elde edeceği büyük destekle Türkiye’ye başkanlık sistemini getirmeyi ve kendisinin de ilk başkan olarak tarihe geçmeyi planlamıştı. Ancak olup bitenler aksineydi. Hatta Çözüm Sürecinde muhatap aldığı HDP ile İmralı, Kandil ve hükümet arasında aracılık yapanlardan biri olan HDP’nin lideri Selahattin Demirtaş, Mart 2015’in hemen başında Erdoğan’ı başkan yaptırmayacaklarını ilan etmişti. Daha da önemlisi, 2007’den beri seçimlerde zor ve adil olmayan koşullar altında seçilen bağımsız milletvekilleriyle Meclis’e girebilen HDP, Haziran 2015’teki genel seçimlere parti olarak katılacağını duyurmuştu. Bu da Erdoğan’ın Kürdistan’da epey milletvekili koltuğunu kaybedeceği anlamına geliyordu.
Sonuç itibarıyla Haziran 2015’te yapılan seçimde, her ne kadar yine birinci parti olsa da, 13 yılın ardından ilk kez Erdoğan’ın AKP’si tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlayamadı. Buna karşın, 1991’den beri süregelen bir siyasi parti geleneğinin devamcısı olan HDP ilk kez yüzde onluk seçim barajını aştı ve Meclis’e girdi. Bu AKP’nin çoğunluğu kaybetmesinin en büyük nedeniydi.
Bütün bu gelişmeler çerçevesinde AKP’nin 2015 sonrası Kürt siyaseti ve söylemi yeni bir biçim aldı. Mayıs 2023 itibarıyla hala devam eden bu yeni dönem itibarıyla, Erdoğan’a göre, örneğin 6 Ocak 2016’da dile getirdiği gibi, tartışmasız biçimde “Türkiye’de Kürt sorunu değil, terör sorunu var.” Çözüm Sürecinde bu meseleyi hal etmeyi başaramayınca Erdoğan, bir bakıma en başa, Cumhuriyet’in en kadim siyasetine bir kez daha geri dönüş yaptı. Erdoğan’a göre, Kürtlerle ilgili olup biten her şey, Türkiye’nin bekasına yönelik bir terör meselesiydi ve çözümü de her türlü askeri yöntemdi. Nitekim 2015’in Temmuz’undan sonra, PKK’nin bitirilmesi için gerek Türkiye sınırları içinde gerekse de Güney ve Rojava Kürdistan’da her türlü askeri yönteme başvurulmaya başlandı. Türkiye’de Kürt meselesi üzerinden muhalefet eden siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcisi, medya çalışanı, akademisyen, sıradan yurttaş vesaire her kim varsa Kürt karşıtlığı üzerine bina edilmiş olan hukukun hedefi haline geldi. HDP eşbaşkanları ve milletvekilleri dahil binlerce kişi tutuklanıp hapse atıldı. Pek çok yerde sivillere yönelik katliamlar gerçekleşti. Yaşanan dramatik tablo daha uzatılabilir; ancak eklemek lazım ki, Erdoğan’ın bu yeni döneminden bir bakıma bütün bir Türkiye nasibini aldı. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” olarak nitelendiren Erdoğan, bu tarihten itibaren neredeyse bütün muhaliflerini cezalandırma ve susturma yoluna gitti. Bu arada 2017’de Başkanlık sistemini getiren Erdoğan, Haziran 2018’deki seçimlerde bütün yetkileri elinde toplayan ve tek adama dayanan bu sistemin ilk başkanı oldu. Bütün bunlar olurken, 2015’ten sonra Erdoğan’ın müttefiki, Cumhur İttifakı’nın bir diğer ortağı olan milliyetçi-ırkçı MHP ve lideri Devlet Bahçeli’dir…
AKP’nin Kürt siyasetine dair şimdiye kadar çizmeye çalıştığım çerçeveden hareketle bazı özet sonuçlara bakılabilir.
Birincisi, Erdoğan ve AKP’si Kürt meselesini esasında üç başlık altında ele aldı: Ekonomi ve kalkınma, kültürel haklar ve terör meseleleri.
Erdoğan iktidarı süresince, kendi ifadesiyle, Doğu ve Güneydoğu’ya yaptıkları ekonomik yatırımları ve Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmamış bir kalkınma hamlesini gerçekleştirdiklerini propaganda etti. Erdoğan, her fırsatta yolların, köprülerin, barajların, su sistemlerinin, üniversitelerin, havaalanlarının, tarım ve hayvancılığa desteğin, küçük- orta ölçekli işletmelerin ve hatta sanayi tesislerinin vesairenin neredeyse ilk kez AKP iktidarı döneminde bu bölgede yapıldığını ileri sürdü. Böylece hem “eski Türkiye” olarak ifade ettiği geçmiş dönemlerde yapılmayanları yaptıklarını hem de bu çabalarıyla “Güneydoğu meselesinin” önemli bir nedenini ortadan kaldırdıklarını savundu. Aslında Erdoğan’ın bu kalkınma propagandası tüm Türkiye için de geçerlidir. Hatta kendinden önceki dönemlerde yapılmış pek çok işin kendileri tarafından yapıldığını bile ileri sürmekten geri durmayan Erdoğan, öyle ki, örneğin Van’da neredeyse üç bin yıl önceki Urartular döneminden beri su ve kanalizasyon sistemi olmasına rağmen, ilk kez kendilerinin Van’a suyu getirdiklerini söyleyebildi. Nihayetinde gelinen noktada, 2023 itibarıyla, 2001’deki ağır ekonomik krizin ortaya çıkardığı fırsatlardan da faydalanarak iktidara gelen AKP, aradan geçen 20 yılın sonunda Türkiye’yi yine ağır bir ekonomik krize ve her türlü yolsuzluk batağına teslim etmiş durumda. Bu da tarihin bir ironisi olsa gerek!
Erdoğan ve AKP’nin Kürt meselesini ekonomik geri kalmışlığa ve kalkınmaya indirgeyen yaklaşımı, kuşkusuz yeni bir söylem ve siyaset değildir. Cumhuriyetin ilk döneminden itibaren Kürdistan’da olup bitenlerin bir bölgesel geri kalmışlık ve kalkınma meselesi olduğu ileri sürüldü ve buraya yapılacak yatırımlarla yaşanan meselenin hal edileceğine inanıldı. Doğrusu, AKP döneminde daha önce bu konuda üretilen sözlere rağmen yapılmayan bazı şeyler, zamanın ve şartların elverişliliği çerçevesinde yapıldı. Ancak buna rağmen bu söylem ve siyasetle öteden beri niyet edildiği biçimiyle gerçek olan, Kürt meselesinin siyasi ve millî hüviyetinin örtbas edilmesine devam etmekti. AKP de bu söylemi “hizmet” söylemi üzerinden üretti ve canlı tuttu. Üstelik bu “hizmet” propagandasının bir diğer yanı da artık son derece diri, güçlü ve Türkiye siyasetinde belirleyici olan Kürt hareketinin kötülenmesiyle ilgilidir. Örneğin 26 Ekim 2014’te Erdoğan, bölgeye yaptıkları yatırımları anlatırken, PKK ve onun “uzantısı siyasi parti” olarak nitelediği HDP’nin bu yatırımlara karşı olduklarını, iş makinelerini yaktıklarını, çalışmaları engellediklerini iddia etti ve ekledi: “Bunların Kürtleri düşünmek diye bir derdi yok… Bunların derdi, bu ülkeyi kendi içinde karıştırmak, barış ortamından bu ülkeyi bir kere tamamen, gerilim, kavga ortamına, kaos ortamına sürüklemek.”
Böylece Erdoğan, ekonomik yatırımlarla hem Kürt hareketinin etkisini kırmayı hem de Kürt hareketinin üretmeye ve canlı tutmaya devam ettiği Kürt meselesinin siyasi bağlamını etkisizleştirmeyi amaçladı. Özellikle Kürt hareketinin yerellerde halkla doğrudan teması anlamına da gelen belediye hizmetleri Erdoğan için son derece önemliydi. Kürt hareketinin elindeki belediyeleri hizmet etmemekle suçlayıp duran ve böylece bunların dertlerinin Kürtler olmadığına kanıt üretmekle uğraşan Erdoğan, öbür yandan propagandasını haklı çıkarmak adına belediyelerin hizmet edemez hale gelmesi için de yetkilerini sınırsız biçimde kullandı. Ancak yine de Kürt hareketinin etkisini kıramayan Erdoğan, son çare olarak yüksek oy oranlarıyla seçilen HDP’li belediyelere 2016’dan itibaren “terörizm” suçlamasıyla el koymaya ve belediye başkanlarını hapse atmaya başladı. HDP’li belediyelere kayyumlar atayan Erdoğan, böylece kendisinin temsil ettiğini ileri sürdüğü “Kürt kardeşlerine” hizmetin nasıl yapılacağını belediyeler üzerinden kanıtlamaya girişti. Ancak ortaya çıkan tablonun gösterdiği gerçek, hiçbir şekilde Kürtlerden karşılık bulmayan bu kayyumların ve siyasetin, devasa boyutlarda yolsuzluğa ve kişisel çıkarlara alet edildiğiydi.
AKP’nin Kürt siyasetine dair özetlenebilecek ikinci başlık ise, Kürt meselesinin kültürel haklar çerçevesinde ele alınmasıyla ilgilidir. Kürt meselesine dair söylem ve siyasetinde hiç kuşkusuz AKP’nin kendinden önceki bütün hükümetlerden çok daha cesur tutumu ve adımları oldu. Ancak bunların da son derece önemli sınırları vardı. Erdoğan meseleyi kerhen de olsa “Kürt sorunu” olarak ifade ettikten sonra bazı alanlarda adımlar da attı. 2011 itibariyle ret, inkâr ve asimilasyon siyasetinden kaynaklanan Kürt meselesini çözdüklerini ileri sürmeye başlayan Erdoğan, bunun kanıtı olarak da televizyon-radyo yayıncılığını, mahkemelerde ve hapishanelerde Kürtçe konuşma serbestisini, çocuklara Kürtçe isimlerin verilebilmesini, Kürtçenin öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını, okullarda Kürtçe seçmeli dersinin müfredata konulmasını, üniversitelerde Kürt araştırmalarıyla ilgili bölümlerin açılmasını vesaire propaganda edegeldi. Doğrusu, Erdoğan’ın sözünü ettiği bu adımların temeli, 2002’de, kendinden önceki hükümetin Avrupa Birliği üyelik sürecinde zaten atılmıştı. Erdoğan’ın yaptığı ise, zaten yapılmış olana sahip çıkmak, bir adım daha ileriye taşımak ve böylece hepsini kendine mal etmek oldu.
Bununla birlikte, Cumhuriyet’in Kürtlerin varlığını inkâr eden kadim ve katı siyaseti düşünüldüğünde hiç de hafife alınmayacak bu adımların sınırları vardı. Örneğin okullarda haftada sadece iki saatlik Kürtçe seçmeli ders hakkı söz konusu ve bu sadece Kürt dilinin öğrenilmesiyle ilgilidir. Kaldı ki, 2023’e gelindiğinde bu iki saatlik ders için yeterli öğretmen atamasının bile yapılmadığı, öğrencilerin bu dersi tercih etmemesi için her türlü zorluğun çıkarıldığı defalarca gündeme geldi.
Kürtçe eğitime gelince, Erdoğan’a göre, kimse “resmi olarak anadilde bir eğitim” beklememeli (24 Eylül 2010); “Anadilde eğitim, öğretim. Yok böyle bir şey!” “Bu bir hak değildir” ve “ülkemizin resmi dili Türkçedir” (9 Ekim 2012). Kürtçenin resmen tanınmasına ve eğitim öğretim dili olarak kabul edilmesine her zaman kapıları kapatan Erdoğan, bu isteklerin ardı arkasının kesil kesilmeyeceğini ve bu taleplerin de esasında “ülkeyi bölmeye yönelik adımlar” olduğunu savuna geldi. (Örneğin 22 Mart 2015’teki konuşması…) Nitekim Kürtçenin öğrenilmesine dair hakkı tanıyan yasalarda da doğrudan Kürtçe ifadesi geçmez; “yerel dil ve lehçeler” gibi ifadeler söz konusudur.
Ayrıca hapishanelerde ve mahkemelerde Kürtçe savunma yapmak zorunda kalan insanların neden buralarda bulundukları ise hiç mevzu bahis edilmez; oysa bir bakıma ortaya çıkan sonuç şöyledir: “Kürtlerin anadilde eğitim dahil siyasi haklarını savunacaksan hapse girersin ve orada Kürtçe konuşabilirsin!”
Öbür yandan örneğin Kürtçe alfabenin X, Q ve W harfleri hala tanınmıyor. Meclis dahil kamu kurumlarında hala Kürtçe “bilinmeyen dil” olarak kaydediliyor ve yabancı dillerde mümkün olmasına rağmen Kürtçe hizmet verilmiyor. Oysa çoğunlukla turistik amaçla Türkiye’de bulunan İngilizlerin, Rusların, Fransızların, Arapların, Farsların vesaire milletlerin anadillerinde hizmet almaları mümkünken, bizatihi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan milyonlarca Kürt bu haktan mahrum bırakılmaya devam ediliyor. Kaldı ki, 2015’ten sonra Kürtçe konuştuğu için sokakta linç edilen insanlar oldu veya Kürtçe ile ilgili olan pek çok kurumun, yayının ve hizmetin yasaklandığına dair defalarca haberler yapıldı.
Erdoğan’ın her defasında Kürt meselesini çözdüğünün kanıtı olarak ileri sürdüğü ve serbest olduğunu iddia ettiği Kürt diline yönelik bu yaklaşım, esasında Kürt kimliği ve haliyle Kürtlerin siyasi talepleriyle doğrudan ilgilidir. Kürt milliyetçileri dillerini kimliklerinin en önemli gösterenlerinden biri olarak kabul edip, bu çerçevede anadilde eğitim hakkına ve Kürtçenin resmi dil olarak tanınmasına dair taleplerini aynı zamanda millî siyasi talepler olarak öne sürüyor. Erdoğan bu durumun elbette gayet farkında ve bu nedenle Kürt diline “yerel” mahiyetteki folklorik bir unsur olarak sınır çiziyor. Dolayısıyla bu folklorik unsurun AKP’nin özellikle dinî ve tabi ki siyasi söylemine ve propagandasına hizmet ettiği oranda serbest olduğu söylenebilir; aksi halde hapsi boylamak ve burada ziyaretçilerle belki Kürtçe konuşmak işten bile değil.
Öbür yandan, belirttiğim gibi sınırlandırılmış kısmî kültürel hakların Kürt meselesinin çözümü için yeterli olduğunu düşünen Erdoğan ve partisi, Kürtlerin siyasi ve idari konulardaki taleplerine tamamen kapalı oldu; Kürtlerin bir millet olarak kendilerini yönetmelerine ve buna göre statü sahibi olmalarına sürekli olarak karşı çıktı. Bu tutumunu defalarca gayet açık biçimde ifade eden Erdoğan, örneğin 28 Ocak 2016’da, “Türkiye’de özerklik adı altında devlet içinde devlet kurmaya çalışanlar var. Dünyayı başlarına yıkarız, bunun böyle bilinmesi lazım” dedi. Sadece Türkiye’de de değil, Erdoğan Suriye ve Irak’ta da Kürtlerin siyasi ve idari statüye sahip olmalarına karşıdır. Eylül 2017’de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yapmak istediği bağımsızlık referandumuna sert biçimde karşı çıkanların başında Erdoğan ve onun yönettiği Türkiye geliyordu. Bu referandumun yapılmaması için askeri, ekonomik, siyasi, diplomatik ve hatta insani her alanda tehditler savuran Erdoğan, öbür yandan Rojava’da Kürtlerin 2011’den beri sahip oldukları fiilî statüyü ya da kendisinin ifadesiyle “Kürt koridorunu” ortadan kaldırmak ve böylece bir “Kürt devletinin” kurulmasını engellemek için her yola başvurdu ve başvurmaya devam ediyor.
AKP’nin Kürt siyasetine dair özetlenebilecek üçüncü başlık ise, “terör sorunu”dur. Erdoğan ve partisi için iktidara geldiklerinden beri bir “terör sorununun” olduğuna kuşku yoktur ve bu meselenin çözümü de askeri yöntemlerdir. Daha önce aktardığım üzere, 2009-2015 aralığında çeşitli adlarla yürütülen açılım veya çözüm süreçlerinde esas olarak “terör sorununu” çözmek için geleneksel yöntemlerin dışına çıkmayı deneyen Erdoğan ve partisi, görüşme veya müzakere yöntemlerinin en nihayetinde kendilerine siyaseten getirisinin olmadığına kani oldukları andan itibaren ise yeniden geleneksel güvenlikçi konseptlere döndü.
Bu başlıkla bağlantılı olarak, Erdoğan için terör sorunu olarak ifade ettiği Kürt meselesi aynı zamanda dış güçler ile de ilgilidir. Erdoğan, mütemadiyen Kürt hareketini bazen üst bir aklın, bazen dış bir gücün, bazen Batı’nın, bazen Türkiye’nin gelişmesini istemeyen birilerinin maşası, uzantısı, oyuncakları veya kolu olarak nitelendirdi, nitelendirmeye devam ediyor. Erdoğan, böylece Cumhuriyet’in kadim siyasetine uygun biçimde, olup bitenlerin hak ve özgürlüklerle ilgili bir Kürt meselesi değil, hain amaçlarla üretilmiş sanal bir Kürtçülük meselesi olduğuna emindir. Ayrıca bu söylem çerçevesinde etkisiz kılmak ve Kürt halkıyla ayrıştırmak istediği Kürt hareketini olabildiğince küçümsemeye, itibarsızlaştırmaya çalışan Erdoğan, örneğin 26 Ekim 2014’te Rojava’daki Kürt siyasi partisi PYD için dile getirdiği gibi, zaten bunların “mantalitesinin bu kadar güçlü olduğunu” da düşünmedi, düşünmüyor.
Bu noktada terör söylemiyle aynı zamanda devletin ideolojik bir tutum aldığının altını da çizmek gerekecektir. Her şeyden terörizm söylemi, kadim zamanlardan beri yapılageldiği üzere iyi ve kötünün mistik, keyfi ve göreceli tanım ve içeriklerle ayrıştırılmasına ve karşıtlaştırılmasına dayanan, buradan hareketle karşıta yönelik her türlü kötücül muameleyi meşru kılan ve en nihayetinde güçlünün tasarrufunun geçerli olduğu bir dünya tasavvuruyla ilgilidir. Türkiye’nin Kürt meselesiyle ilgili ileri sürdüğü terörizm kavramı ele alındığında ise, akademisyen Asa Lundgren’in gayet yerinde tespitiyle, terörist ilan edilenler, siyaseten ve ideolojik olarak “Türk devletinin değerlerinin tam tersi olan değerleri temsil ettikleri” ileri sürülenler oluveriyor. “Dolayısıyla tek gerçek kimlik[in] resmi söylemde teyit edilmiş ve savunulmuş” olan kimlik olduğu ileri sürülerken, buna karşı çıkmak, manipülatif biçimde “ırkçılık, etnik milliyetçilik” gibi ithamlara konu olabiliyor. Bu durum terörizmle itham edilmenin gereğidir ve dikkat edilirse, Kürtlerin siyasi ve idari haklarını savunan kişi veya oluşumlar öteden beri AKP dahil bütün resmi kurumlarca terörizmle itham edilirken, bu ithamın içreği aynı zamanda ve anlamda ırkçılık veya etnik milliyetçilik gibi kavramlarla tamamlanmaya çalışılıyor. İsmail Beşikçi (mesela 1992’de) örneğinde olduğu gibi, resmi söyleme rağmen Kürtlerin varlığını ve haklarını savunuyorsan ırkçısın; ırkçıysan teröristsin; teröristsen hapsedilirsin! Ve üstelik bu manipülasyon, siyasi ve hukukî literatürde de yer aldığı ve sayısız kez insanlığa karşı işlenen korkunç suçlarla tespitli olduğu biçimiyle ortada bir devlet terörü gerçeği varken yapılabiliyor.
Erdoğan ve partisi, daha en başta Kürt hareketiyle ilgili bu düşmanlaştırıcı söylemi üretmeye başladı ve günümüzde bunu çok daha ekstrem düzeyde sürdürüyor. Bu söylem, sadece silahlı PKK için değil, sivil ve yasal siyaset yapan partiler için de sürekli kılındı. Zaten PKK’nin terör örgütü olduğuna kuşkusu olmayan Erdoğan ve partisi, HDP ve benzeri partileri de sürekli PKK ile ilişkilendirerek siyaset alanı dışına itmeye, etkisiz kılmaya ve böylece Kürdistan’da rakipsiz kalmaya çalıştı. Kuşkusuz bu tutumun Erdoğan öncesi de vardır; Kürt partileri 1990’lı yılların başında sivil siyaset alanına çıkmaya başladığından beri aynı sistematik ayrımcı ve düşmanlaştırıcı tutumlarla karşılaştı ve karşılaşmaya devam ediyor. Yasal siyasi partilere yönelik kriminalize edici söylem ve siyasetin sonucu olarak binlerce Kürt siyasetçi tutuklandı, yüzlercesi öldürüldü ve bu partiler kapatıldı veya kapatılma tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
Kürt siyasetine yönelik bu ayrımcı ve düşmanlaştırıcı söylem, en başta Kürtlerin millî hak ve özgürlüklerine dair söylemin, siyasetin ve taleplerin gündem dışına itilmeye çalışılması ve reddedilmesiyle ilgilidir. Öbür yandan Erdoğan’ın Kürt hareketini düşmanlaştıran siyaseti, sadece Kürt partileriyle ilgili de değildir. Erdoğan, aynı zamanda Türkiye’deki muhalefeti etkisiz kılmak, Kürt hareketiyle olası temaslarını engellemek veya Kürtlerin haklarıyla ilgili bir gündeme sahip olmalarının önüne geçmek için de bu düşmanlaştırıcı siyaseti işlevsel kıldı. Örneğin Erdoğan, 2015’e kadar, Kürt meselesiyle ilgili bazı adımları atarken veya çözüm süreçlerini yürütürken Kürt meselesinin ortaya çıkmasından sorumlu tuttuğu ve Kürt karşıtı olarak değerlendirdiği CHP’yi, 2015’ten sonra Kürt siyasetinde askeri yöntemlere döndüğü andan itibaren ise bu kez HDP veya PKK ile işbirliği içinde olmakla suçlamaya başladı.
Bütün bu belirttiğim hususlardan hareketle; Tayyip Erdoğan ve partisi AKP’nin Kürt siyaseti ve söyleminin, son derece önemli başlıklarda Cumhuriyet’in kadim söylem ve siyasetinin yeniden üretilmesi ve tekrarlanmasından ibaret olduğu belirtilebilir. Ayrışan noktası ise, Kürtlerin varlığının kerhen kabul edilmesi ve buna uygun dönemsel bazı adımların atılmış ve kısmî kültürel hakların tanınmış olmasıdır. Burada da Erdoğan ve partisinin, 1990’lı yılların Refah Partisi’nin Kürt siyaseti ve söylemini tekrarladığı ileri sürülebilir. Bu kez ayrışan nokta ise, Refah Partisi ve lideri Erbakan’ın esas aldığı siyaseti hayata geçirmek için iktidar olanaklarına sahip olmaması; buna karşın Erdoğan’ın, özellikle 2011’den sonra, her türlü olanağa sahip olmasıydı.
Anlaşılacağı üzere hem Batı cephesinde hem de Kürdistan cephesinde yeni bir şey yok; Erdoğan, Kürt meselesinde geldiği nokta itibarıyla, zamanı geriye doğru bükmekte ısrar ediyor; bu irrasyonel ve fakat en başta insan hayatı için epey maliyetli olan durum, muhtemelen kendisinin de sonu olacaktır. Ne de olsa Kürt meselesi bugüne kadar Erdoğan gibi akıntıya karşı kürek çeken nice başbakanları, cumhurbaşkanlarını tarihten sildi…