Devletler arası ilişkiler ekonomi-politiğin kapsadığı tüm alanlarda açık veya gizli olarak gelişir. Bu tür ilişkiler ise duygusal kavramlardan uzak, sadece ve sadece “çıkar” düzeyinde sürer. Her devlet kendi egemenliğini korumak, geliştirmek ve kendi üretim ilişkilerini belirleyen sınıfsal temeli hakim kılmak üzere hareket eder.
Devletler tarihte var olduklarından bugüne, bugünden de yarına uzanacak olan süreçte hayatın akışına uygun bir şekilde, her şey gibi değişirler. Bu değişimler üretim güçlerinin zorlamasıyla gerçekleşir. Kimi zaman ana gövde yerinde kalacak şekilde reformlar, kimi zaman da bütün bir yapısı değişecek şekilde devrimler olarak gelişirler.
Kuruluşu itibariyle yanlış bir zemin üzerinde yükselen Türk devleti, kuruluşundan itibaren değişime ve devrime aday ülkelerin ilk sırasında yer almaktadır. Çünkü tekçi bir anlayışın şekillendirdiği, uyguladığı soykırımlardan geriye kalan toprak parçalarını gaspettiği ve soykırıma uğrayan halkların maddi birikimlerine de el koyarak kurduğu devlet işte bu nedenlerden dolayı devrimin sancılarını çekmektedir.
Görünürde demokratik ama özünde faşizan bir anlayışa sahip devlet, her türlü itirazı şiddetle susturarak ömrünü uzattı. Dünyanın değişim noktalarından biri olarak kabul edilen ikinci emperyalist savaş, 68 isyanları, Vietnam ve diğer ülkelerin kurtuluş savaşları, Ortadoğu ve Sovyetler’deki yapısal değişiklikler, en sonunda da “Arap Baharı” olarak tanımlanan süreçten de değişmeden çıkması yapısal sorunların bastırılarak ertelenmesini sağladı. Böylece herhangi bir devletin altından zorlanarak da olsa kalkabileceği sorunlar: Türk devleti için tıpkı bir kar tanesinin yuvarlandıkça büyümesi gibi büyümeye başladı. Geldiğimiz noktada görülüyor ki, çığ haline dönüşen bu kar tanesi, güneş ne kadar yüksek derecede ısıtırsa ısıtsın eriyecek halde değildir. Değişime değil, devrime gebedir.
Bölünmüş, silahların gölgesinde zora dayalı olarak bir arada tutulmaya çalışılan toplumsal yapıların gönüllülük esasına dayalı olmadığı için birleşik olmaları çok zordur. Başta Kürtler olmak üzere üç parçalı hale gelen bu yapı, kendi iradesi dışında bir arada tutuluyor. Bir toplum sadece kendi iç dinamikleri üzerinden değişmez, aynı zamanda dış dinamiklerin de etkisi ve katkısıyla değişir. Bütün bir tarihe baktığımızda zulme dayalı yönetimlere karşı yapılan isyanların başarıya ulaşma sayısının az olduğu, başarıya ulaşanların da çoğunlukla bir süre sonra yok edildiğini görüyoruz. Tekrara dayalı gelişen isyanların yenilgiyle sonuçlanması, bir süre sonra isyancılarda geleceğe dayalı umutsuzluk duygu ve düşüncesinin yerleşmesini sağladı. Kitlelere isyan değil, seçimle herşeyin değişeceği düşüncesi bir toplum mühendisliği sonucu usul usul benimsetildi. Seçimle eşit, adil ve demokratik bir düzenin sağlanacağı düşüncesi, bütün politik seçenekleri tek bir umuda bağlama tehlikesini de oluşturur. Kitleler, kurtuluşun seçimlerle sağlanacağına inanırlarsa, bir seçim yenilgisi durumunda iki tercihle karşı karşıya kalırlar: ya kurtuluş umudunu bir dahaki seçimlere bağlarlar, ya da seçim seçeneğini gözden çıkarırlar.
Uluslararası kapitalist ilişkiler, devletlerin kendi iç iliskilerinde bile bağımsız olmasını engelleyecek düzeye ulaşmıştır. Ekonomik yıkımın getirdiği dış bağımlılık hem siyasi, hem de başka alanlarda Türk devlet işleyişinin teslimiyetini sağlamıştır. Görünen durum Türk devleti üzerinde ağırlığı bulunan devletlerin henüz net bir karar almadığı, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki güç dengesinin kazananı üzerinden politik adım atacakları olmalarıdır. Bunca hırsızlık, bunca katliam, sınırdışı isgaller, toprak ilhaklarına rağmen Erdoğan iktidarının sürecek olma ihtimali bize şunu gösteriyor: hukuk, demokrasi, eşitlik ve adalet kavgasında yaşadıklarımız sadece bizim sorunumuz, onların değil. Mazlum olmak kendi duygularımıza hitap eder hale geldi. Elbette ve asla acının boyutu kıyaslanmaz fakat bir belirleme açısından yazmak zorunludur.
Hitler rejiminin yaktığı, uçaklarla bombalayarak öldürdüğü insanlar filmlerde, romanlarda, sanatın her dalında işlendi ama bir bodruma sığınan yüzlerce insanı yakan Erdoğan rejimi adı altındaki Türk devletinin bu insanlık suçu, bırakın sanat dallarında işlenmeyi ağızlara bile alınmadı. Yargılanmayı düşünmediler bile. İnsanları yaktılar ve öylesine yaktılar ki cenaze sahipleri cenazelerini DNA testiyle tanıyabildiler. Roboskî’de uçaklarla onlarca insanı bombalayarak öldürdüler. Dönemin başbakanı şimdi dönüp bizlerden oy istiyor. Ne adına, demokrasi ve insan hakları adına. Oysa tek derdi iktidara gelebilmek, gelebilirse eğer huzur, milli birlik ve beraberlik adına kaldığı yerden devam etmesinde bir sorun olmayacağını düşünüyor muhtemelen.
Politik talepler kitlelerin desteğiyle ve bir öncü örgütlülüğüyle gündeme gelir. Bir mücadeleye girişecek olan, ödeyeceği bedeli baştan hesaplamalıdır. Kanımız sebil, canımız hayrat değil. Bir hayatımız var ve bu hayatın içinde sevdiklerimiz, umutlarımız, yarınlarımız var. Bedel ödemeyi göze alarak karşı duruyorsak dünyanın en aşağılık devletine, elbette bir karşılığı olmalı, olacak da. Politikanın süslü gerekçelerinin arkasına sığınıp “seçim kazanıldı ama ağır sorunlar var, sizinkine de sıra gelecek. Halkı hazırlamamız lazım” diye dile getirilecek olan sözlerin hiçbir değerinin olmaması gerekir. Seçimler kazanılsın veya kazanılmasın, bu haklı ve meşru taleplerimizin çığlığına karşı taraftan bir çığlık cevap olmayacaksa bunu bilmemiz gerekir. Yoksa bürokrasiyi yerli yerine oturtmak, kadroları oluşturmak, yasaları ekonomiyi düzene sokmak ondan sonra da bize ödediğimiz bedelin zerresine bile değmeyecek gönül alma türünden birşeyler vermek, sorunu ertelemek demektir. Kitlelerin umutsuzluğa kapılması demektir.
Belki dış dinamikler veya dinamikler bunları görmezden gelebilir, sorunumuzun çözümünde yer almayabilirler. Tarihte defalarca görülmüştür ki: baldırı çıplaklar umutsuzluğa kapıldıklarında kendi kaderlerine hükmetmek uzere ayağa kalkarlar ve en önce sahte umut vereni yerle bir ederler.