Bir özeleştiri vermemiz gerek. O da şu: 90’lı yıllarda sağın ve Radikal İslamcı çevrelerin yayınlarını izlerdik. Bunlar güçlü yayınlar değildi; gazeteleri sıradan, edebiyatları vasattı ama ne düşündüklerini bilirdik… Ülkücü edebiyat, salt bir ideolojiydi ve hem gerçekten hem de ruhtan kopuktu. Abdullah Ziya Kozanoğlu, daha sonra Nihal Atsız’ın yazdıkları çocukçaydı; işlenmemiş bir hayal dünyası, abartılı bir erkeklik ve kadınlık komikti. Ancak, bu abartının bir karşılığı vardı: Fantastikti. Olmayan bir Türk ve olmayan bir kahramanlık (Kürşat gibi) vaaz ediliyordu. Nihal Atsız’ın anlatıları da fantastikti; fantastik bir ülke, hayal bir ülkü ve buna harcanmış bir ucu zorla tarihe dayandırılan kahramanlar: Ölüp dirilenler, kalkan omuzlular. Elbette ülkücü yazının en büyük değeri Peyami Safa idi ve ona, sağdan çok soldan kimseler sahip çıkıyordu. Hele hele doğu- batı bahsinde solcuların abartılarıyla sanki bir ilkti. Edebiyatın, niceliğine bakan, bir nitelik üretemeyen ve sol adına konuşan kimi entelektüeller de bir teklif sunuyorlardı: “Kemal Tahir sizin olsun, bize Peyami’yi verin…”
27 Mayıs cuntasından sonra- ki bu cunta sağcı Türkeş, solcu Madanoğlu’nun eliyle yapıldı- ülkücülük fantastik yapısını bir yana bıraktı, siyaset sahnesindeydi. Dokuz Işık’ın ikinci şıkkı, ülkücülük olarak belirlendi ve ülkücülük, bir siyasi fikre dönüştü. Nihal Atsız ve Türkeş karşı karşıyaydı. Atsız’a göre Türkeş, İslam’a vurgu yapıyordu, asıl vurgu Türklüğe yapılmalıydı. Hikayeleri uzundur. Nihayet 1968’de, yükselen sosyalist ve Kürt hareketine karşı ülkücüler silahlandırıldı ve bu resmi olarak kurulan Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın bizzat kurulmasıyla yapıldı. Kendilerine sola karşı entelektüel bir süs vermeyi amaçladılar hep; bu hiçbir zaman karşılık bulmadı ama Milli Ülkü diye bir de dergi çıkarttılar. Dergi edebiyattan anladıkları destansı ve öz Türkçe söylemlerdi. Şiir değillerdi, kolay ezberlenen, şarkı sözü niteliğinde eserlerdi ama bunlar edebiyat yoksunlarının can simidi oldular. Kitapların adları bile tuhaftı: Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Kopuz’un Ezgileri ilk aklıma gelendir. Deneme, roman ve hikaye üzerinden de bir şey üretemediler. Eski bir şey vermiyordu; geçmiş, eda ve çalımdı. Büyük bir tarihe sahip olduğunu söylemek, hep büyük görkemli bir millet olduğunu söylemek bir anlam taşımıyordu. Bu ülkücü şehit Dursun Özkuzu’nun hayat hikayesiyle (Sancı, 1974) mümkün olabilir miydi? Çünkü artık düşman hayali yaratılan Çinli de değildi; komünistlerdi. Yetmişli yıllarda Abdurrahim ve Bahattin Kakakoç Türklüğü romantize etmeye çalıştı ama bu da şarkıdan, türküye geçişten başka bir işe yaramadı. Müzikte de sağ/ ülkücü versiyon arayışı vardı; Ozan Arif, Aşık İhsani’nin sağ versiyonu olmaya çalışıyordu. Sonraki yıllarda Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya taklitleri başladı.
Ülkücüler teknik/ teorik anlamda edebiyatı bilen kimseler değildi; yaşadıklarını yazarak bir şeyler yapabilirler miydi? Şimdi, İyi Parti’de görev alan Lütfü Şehsuvaroğlu’nun Kafes’i Mamak Cezaevinde yatan ülkücüleri anlatıyordu. Buna başka kitaplarda ekleniyordu ama Mamak’ta sosyalistlerin yaşadıkları dışarı çıkınca, onlara yapılanların devetüyü arasında pire olduğu ortaya çıktı. Ülkücüler yaşadıklarının edebiyatından vazgeçti. Yine eski tarihe, Kürşat ve Pusat’lere döndüler.
90’lı yıllara ülkücüler edebiyatta bir iddialarını olmadığını anladılar. Ötüken yayınlarından birkaç şiir kitabı çıktı; şaman öğretileri ve Türklük arasında yer alan kimi şiir kitapları bile yayımlandı.
90’lı yıllarda, Ötüken’den çıkan şiir ve romanları iyi ya da kötü önemli değil, takip ettik. Bir şey yoktu, bu iyi bir şey miydi? Bir fikrin felsefesinin, edebiyatının, sinemasının, resminin olması o fikrin yokluğu anlamına geliyordu. Gerçek buydu. Tuhaf olan bunu ülkücüler de fark ettiler. Siyasete girdiler, tek sloganları ezilmiş Türklerdi, bu kadar. Üstelik siyasete giren bu Türkler, 27 Mayıs darbesini yapanların (Ümit Özdağ) ya çocukları ya da torunlarıydı. Bunlar Madanoğlu’yla Türkeş’in kavgasını sürdürüyorlardı. Dertleri de şuydu: 27 Mayıs’ı biz yaptık, nemalanan onlar oldu! Buradan bir nesil heba oldu. Ülkücü/ Türk kontrgerillasının ilk çıkış yeri de burasıydı.
Türkeş parti olarak hep birinci sağ partinin yedeğinde durdu. Hiç bir ağırlığı olmadı; 70’li yıllardaki militan parti yapısı, kontra faaliyetleri tek sermayesiydi; bu onu efsane yapıyordu. 90’lı yılların sonlarına doğru başka efsaneler de doğdu: Mehmet Ali Ağca, Abdullah Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu…
Abdi İpekçi’nin kızı babasının kanlı gömleğiyle yaşarken, sol ne bu gömleğe ne de Nilüfer’e sahip çıktı… Ağca ise yükseldikçe yükseldi ve o kadar yükseldi ki, en son kendini peygamber ilan etti; şimdi de ülkücü mafyanın akıl hocasıdır; seçim öncesi görüntüleri de bunun belgesi.
Bunlar bizim ciddiye almadığımız kimselerdi ama son yirmi yılda, bu isimler ülkücülerin idolü oldu. Onların hayat hikâyesinden beslenen TV dizileri reyting rekorları kırdı. Kurtlar Vadisi, Deli Yürek vs filmlerle kitle toplandı. Solun raconlarını sağ kapmış ve bu sokakların diline bile düşmüştü. Hatta ülkücülük ve derin devlet arasında bağlar/ çok hızlı bir şekilde işleniyordu: Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil… Hatta soldan gibi görülen kimseler de derin devletin tarihçiliğini yapıp, ülkücülüğe taze kan taşıyorlardı. Aydınlık gurubu bunu bir iş olarak üstlenmiş olacaktı. Soner Yalçın’ın kitapları ilk akla gelenlerdir. “Devletimiz ve milletimiz iç ve dış düşmanların tehdidi altındadır” teması nerdeyse tek konuydu. Elbette Kuşçubaşı Eşref ve Yakup Cemil üzerinden Kürtlerle ilişki de kimi “kan bağları” üzerinden kurulabilirdi; İttihatçı olmak kaydıyla… Kuşçubaşı iki partinin de program ve tüzüğünü yazan biriydi ne de olsa. Zaten, Türkiye’de siyaset dediğimiz bir şey de yoktu; ilk partimiz CHP idi ve başka partiler, olacaksa, bunlar CHP’nin birer ünitesi olmak zorundaydı; 1923’te de, 1982 Anayasa’sında da bu böyleydi; Celal Bayar DP’yi kurarken, ne kadar İttihatçı, ne kadar CHP taraftarı olduğunu söylemek zorunda kalıyordu.
Ülkücüler, ülkücülüğü 2000’li yıllarda, dizi filmlere, soldan gelen kitaplara ihale etmiş gibiydiler.
Türkeş’in ölümüyle, Devlet Bahçeli başkan oldu. Türkeş, değişmez liderdi ama Bahçeli’ye muhalefet serbestti. Sihirli bir elde ülkücülere değdi. Türkeş zamanında yüzde üç, dördü bulan parti, Bahçeli’nin çabasıyla sürekli bölündü. MHP’den birkaç parti çıktı. Büyük Birlik Partisi, Zafer Partisi, İyi Parti… Çalıp çırpma, çadır kurup çökme akıncılığın, bölünme, sonra da bir parti kurup başka partilerden adam çıkarma da bunun modern haliydi…
Açıkça Türk siyaseti yayılma demektir: 8’inci yüzyılda Araplara yanaşıp Ermenilere (Ani Kuşatması); 9’uncu yüzyılda Kürtlere yanaşıp Rum ahaliye kök söktürmüşlerdi; ileriki zaman diliminde de Farslara yönelmişlerdi.
Şimdi, geldiğimiz seçim arifesinde Türkiye’nin en büyük partisinin milliyetçiler olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bunda Devlet Bahçeli’nin derin devlet birikiminin de göz ardı edilmemesi gerekir. AKP’ye girip, oyunu yükselten tek parti oldu. AKP, geçen hafta yapılan seçimde, kimilerine göre oy kaybetti ama bana göre, AKP oy kaybetmedi, yüzde üç oranında oyunu MHP’ye kaydırdı. AKP bir lider partisidir. Erdoğan’dan sonra adı bile kalmayacaktır; tıpkı ANAP gibi, çözülür, gider. Ama MHP öyle değildir, bilinçli bir şekilde ülkücülerin ana partisine döndü. Diğer ülkücü partilerin temel derdi, zaten MHP’yi ele geçirmektir, hepsinin; Sinan Ogan, Ümit Özdağ ve Meral Akşener’in MHP’yle ilgili bir karın ağrısı/ bir derdi vardır; bu dert muhalefet değil, partiyi ele geçirmek üzerinedir, hepsi asıl ülkücü biziz kavgası içindedir ve hepsi, ülkücülüğün büyümesini istiyorlar.
Türk yasası işliyor. Kürşat miti işliyor. Kürşat’ın amcası bir Çinliyle evleniyor, halkını satıyor; Kürşat kırk yiğidiyle Göktürk devletini kuruyor! Osman amcası Dündar’ı bir okla vuruyor, öldürüyor, soruyorlar neden? Yanıt kısa, “Rumlarla işbirliği yaptı.”
Ülkücülük bir hedef, bir ülkü sahibi olmak değildir, milliyetçilik hiç değildir. Ülkücülük, ırkçılıktır ve bu ırkçılık şimdi, Kürt, Ermeni ve Arap karşıtlığı üzerinden kendine iktidar ya da muhalefet üzerinden yükselme zemini arıyor. CHP içindeki ulusalcılar, altı masanın Gelecek Partisi de onlara dünden teşneler zaten…
Dikkat edilirse Türkiye’de bir parti yükselmiyor ya da düşmüyor. Türkiye’de yükselen tek bir şey vardır; bu da Türk milliyetçiliğidir. Partilere verilen oyları emsal alırsak, Meclis’in yüzde seksenlik kısmı milliyetçidir ve bu Meclis’te Kürtlere yer yoktur. Amaçları da, var olan Kürtleri de Meclis’ten atmaktır.
Bugünlerde sıkı pazarlıklar yapılıyor. Sinan Ogan ve Ümit Özdağ, aldıkları oyla mutlular. İşin tuhaf yanı, sandıklar açıldıktan itibaren oy oranı (yüzde5) değişmeyen tek kişi Sinan Ogan oldu. Şimdi pazarlık yapıyorlar. Şartları var, “kim şartlarımızı kabul ederse, oylarımızı onlara veririz” diyorlar. İki şey istiyorlar: Kürtleri ve Arapları istemiyorlar.
Bazen bir şey istemediklerini söylüyorlar, bazen iç işleri bakanlığı, göç işleri bakanlığı gibi bakanlıklar istiyorlar.
CHP, yeşil ışık yakıyor. Suriye Savaşı gündeme gelmiyor. Suriye fiili anlamda üçe bölündü ve CHP, kazanması halinde burada ne yapacağını söylemiyor.
Kumpas burada başlıyor.
CHP bizim, aklımıza girdi. AKP iktidarı bize açık yürekli davranmadı. Demokrat ölçüleri bir yana bıraktı; MHP’lileşti. Kürtlere büyük yaslar yaşattı.
CHP şimdi, bütün propagandasını “bu adam gitsin” üzerine kuruyor.
Kılıçdaroğlu, kazanırsa…
Öyle görülüyor ki Kılıçdaroğlu’na oylarımızı vereceğiz. Hiçbir şey istemediğimiz için, hiçbir şey söylemek gibi bir hakkımız da olmayacak. Sonuçta adam gitti, diyecekler, daha ne istiyorsunuz. Biz de “adamı gönderdik” diye hava atacağız. Belge olarak, “belediyeleri bizim sayemizde aldılar” diyeceğiz… Gurur hanemiz, bu olacak.
Ancak, Ümit Özdağ’ın iç işleri ya da göç bakanlığı gibi bir yerde konumlanmasıyla bizim dertlerimiz artacaktır. Kürtçe diye bir dilin olmadığını söyleyecekler. Kürtçe yayın yasağı ilk uygulanacak yasaklar arasında… Rudaw TV muhabirine Özdağ, şunu söylüyordu, “ilk işimiz sizi kapatmak…”
Ogan ise, kendine cumhur yardımcılığını uygun görüyor.
Ne istediklerini biliyorlar. Ülkücüler ne istediklerini biliyorlar artık: Kürtlerin, siyasi olarak da HDP’nin olmadığı bir ülke, bir Meclis…
Bu kumpas bu gün mü kuruldu…
Ogan’ı hep yüzde 5 bandında tutan akıl, elbette bunları düşünmeyecek değildi…
Ümit Özdağ, artık CHP’nin söyleminden memnun. Hatta iki gün önce, şunu söyledi, “Kılıçdaroğlu konuşurken, gözlerim kapandı, sanki o değil, ben konuşuyorum…”
Kılıçdaroğlu artık aftan söz edemeyecek; Kavala’dan ya da Demirtaş’tan söz edemeyecek… Bizde, mundar edilmiş bir şekilde, orda, öylece kalacağız… Bu aklın sahibi, elbette, bir taşla birkaç kuşu bir anda vurmuştur: “Cumhur Kılıçdaroğlu olacak ama bu arabanın direksiyonu ve tekerleği Oğan, Özdağ ve Yavaş olacaktır.”
Bize de bir kirve düştü: İmamoğlu!
Kürtlerde Kürt hareketini, HDP’yi yerden yere vuracağız. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacak, bir daha yenileceğiz…
Altılı masada yer alan Davutoğlu, Babacan’da Özdağ’dan yana sessizler. Hiçbir ağırlıkları olmadan istediklerinin üstünde vekile sahip oldular. Bu, yetmişli yıllarda Milli Türk Talebe Birliği ve MHP’nin yaptığı anlaşmaya çok benziyor: Kürtlere ve sosyalistlere karşı birlik.
Babacan ve Davutoğlu mutlular. Kürt meselesi diye bir dertleri yok, olmadı, olmayacaktır da. Söz konusu vatan olunca, Türkler için gerisi teferruattır.
Başa dönersem Türk milliyetçilerinin tek edebiyatı: Vatan elden gidiyor. Bu uyduruk retorikle Kürtleri vurmaya, bastırmaya, Deniz Poyraz örneğinde olduğu gibi gözümüzün içine baka baka canımızı yakmaya devam ediyorlar…
Tek dertleri var: Adam gitsin de nasıl olursa olsun…
Peki ya adam gitmezse…
Bizim için hiçbir şey değişmeyecektir.
Suriye, Güney Kürdistan, kayyum, genel af gibi konular gündem dışı kalacaktır. Bir yıldır da bütün partiler Kürtlere karşı bir oldular; Kürtlere karşı birlikteler. Dertleri de şu: Suriye üçe bölündü, buradaki federatif yapıya izin vermemek; Güney Kürdistan, yine referandum yapıp bağımsızlık isteyebilir, bunu engellemek; İran’da, kadın devrimi olabilir ve bu Türkiye’deki Kürtleri de etkileyebilir…
Bunun için bir araya geliyorlardı hep, bunun için Kürtlerin (HDP’nin) arasına da din ve sol kisvesi altında sızıyorlar…
Daha bunlar Kürtler için iyi günler…