Dünya düşüncenin iptila küresidir. Anlam ışınları yer ve konum değiştirir ama yörüngesi aynıdır. Bu yüzden us, lojik, fortuna, fatum, providentia ve amourun ışınları insan ruhunun yedi katmanına değişik süre ve şekilde vururlar. İnsan bu yüzden hem bunların toplamı hem de bazı süreler boyunca her birisinin; mağduru, mağruru, müsebbibi ve müptelasıdır. Her birisinin insana yaşattığı inanılmaz serüvenler vardır. Akıl tek başına bir yaşam kodudur, mantık kendine göre bir koruyucudur, fortuna kimsenin baş edemediği bir sürükleniştir, fatum sezinleniştir, providenca çaresizliğimizin kütlesidir ve amour hepsinin ana elementidir. Modern çağın henüz bunlara karşı ciddi bir elementi-farikası yok ama meta ile mânâyı karşı karşıya getirerek mânânın krizinden de faydalanmak istemektedir. Kuşkusuz her çağın kendi pragmatik prosedürünü üretmesi doğaldır. Ancak bu hassas süreçler siyasî ve kültürel sermayeleri koruma altında olan milletler için “Yaratıcı Yıkıcılık’’la sonlanırken, Kürdistan gibi yedi katmanı da tehlike altında olan bir kültür ve düşün dünyası için “Yaratıcı yıkım” anları köklü bağlara dayanmadığı zaman çoğu şey yozlaşmanın kurbanı olmaktadır.
Yaz tatilini mutasavvıf ve şairlerimizin kitaplarına ayırırken, her birisinin düşünsel diyalektiğini yeniden okumak gerektiğine inanıyorum. Cizîrî, bu şairlerden biri olarak her zaman kendine has bir önceliğe sahiptir. Keza şiirleri ile eski taşranın her evinde,cemaatinde bilinen duyulan şairlerin başında gelmektedir. Bu yazılı röportaj birazda çocukluğumda duyduğum kaside ve beyitlerin izini sürerken ortaya çıktı. Bunu yaparken orjinal eserleri bilmek kadar, yeni dönemin yorumlarından da faydalanmak gerektiğine inanıyorum.
Kuşkusuz Cizîrî kamusal bir figürdür ve herkese eşit mesafededir. Ancak onu tüm yönleri ile tanımak, tanıtmak günümüzün karmaşık fikir ortamında ayrıca dikkat gerektirmektedir. Kültür alemimize rehberlik eden, filozof, şair ve mutasavvıflarımıza dergahtan değil,düşünce ve duygu penceresinden bakmaya çalışmak bu dikkatin temel prensibidir.
Bu yüzden Necat Zivingî ile Cizîrî’nin kapısını çalarken, her zamanki gibi tatlı bir “üstad darbesi”nin bizi erdemli ve edebi kılacağına inanıyorum.
Zivingî tüm soruları açıkça cevapladı ve bizi, gündemin tekrarlarından, sloganlarından uzaklaştırarak şiir ve edebiyatın büyüsü ile buluşturan sanatsal anlara götürdü.
Zaman ayırdığı için teşekkürlerimi sunuyorum…
Behice Feride Demir : Kürdistan düşün dünyasına katkısı çok olan bir şair-filozoftur Cizîrî. Biraz kendine çok güvenen, kendinden çok emin, dizeleri ile meydan okuyan bir profil var karşımızda. Cizîrî tam olarak nasıl bir profil? Filozof mu, salt şair mi, havalı bir aristokrat mı yoksa tebaadan gelip hepsine sahip olan biri mi?
Necat Zivingî : Kendisini söz ülkesinde mir, şiirde cihangir gören bir profil. Botan cennetinin gülü, Kürdistan gecelerinin kandili. Denizde ve karada aşk ülkesinin hakanı. Aşıkların bayraktarı.Yüreği manalar denizi.
Bu tür ifadelerle kendisini tanımlayacak kadar havalı. Kürtçeye nefes aldırmış, Kürtçenin sesi soluğu olmuş yüzyıllar önce. Dönemin egemen ilim, edebiyat ve siyaset dilleri olan Arapça ve Farsça dururken, şiirini, felsefesini Kürtçe dokumuş. Şiraz’ı merkez olmaktan çıkarıp Cizîr’i kurmuş. Kürdistan merkezli bir varlık okuması var. Dünyaya, uluslara, oluşum ve değişime Kürdistan’dan bakıyor. Aşkın şah ve geda (köle, hizmetçi) arasındaki duvarları yıkan gücüne inanıyor. Birbirini var eden aşk ve güzellik dualitesini Mahmud-Eyaz aşkıyla örnekliyor, hükümdarı köleyle bütünleştiriyor: “Husn û hub bê yek du nabîn dê bikin şah û geda / Nûri nadit şu’leya mehmûdi bê şem’a eyaz”. En önemlisi ise hükümdarlığı değil bilgeliği yüceltiyor. Mirlik ve padişahlığın kendi yanında kıl kadar değeri olmadığını, bir zerre bilgeliği alemin mülküne değişmediğini söylüyor: “Mîrî yû padişahî mûyek li nik melayî / Nadim bi mulkê ‘alem yek zerreyek ‘înayet”. Onun divanı, en yüksek felsefenin şiir formunda yapılabileceğinin ispatı gibidir. Felsefi ilimlerin aslında apaçık olan ancak gizemli sırlarını bedenini sarsan bir bade kadehinde görmüştür: “Feyza ‘ulûmê felsefe / Pur kifş e lê sirr e û xef e / Min dî di camek qerqef e”.
Nasıl bahsedelim ondan, Mela mı, Cizîrî mi ?
O, Mela diye bahsediyor kendinden. Tabi bu sözcük yüzyıllar içinde fazlasıyla istismar edilip aşındı ve o günkü anlamından uzaklaştı. Bu yüzden Cizîrî demeyi tercih ediyorum. Mela da olduğu yerde duruyor. Bugünkü çağrışımları itibariyle Cizîrî’nin melalıkla hiçbir ilgisi olmadığını bilmek gerek. Ateist şairimiz Cegerxwîn’in seyda olarak anılması gibi.
Melalık ve medrese kültürüyle anılması neden?
Necat Zivingî : Kürt edebiyatının tarlası mirliklerdir. Ancak mir konakları ve kaleleri savaş merkezleriydi ve yenildiklerinde tüm zenginlikleri yağmalanıyordu. Bitlis Miri Abdal Han’ın binlerce kitaplık kütüphanesinin başına gelenler gibi. Bu yüzden hazineler nasıl harabelerde saklanıyorsa, Cizîrî’nin de divanı medreselerde korundu. Yüz yıl önce Mela Ahmed Zivingî gibi bazı Kurdperwer melalar divana ilk şerhleri yazmaya başladı. Ancak Divan, medreselerde korunma evresi ve Kürdolog melalar evresini geride bıraktı. Günümüzde daha çok ilahiyatçı Kürdologlar tarafından gündem ediliyor. Bunu da aşması gerekiyor. Bundan kastım tabii ki bu evrelerin, emeğin ve üretimin yok sayılması değil. Hocasını geçmesi gereken talebe misali. Metnin her anlamda özgürleşmesi, kutsal kılıfı ve ilahi aşk parantezinden çıkması, sandığından taşması gerekiyor. Bu hazine bu harabede kalsın diye değil.
Dindar biri mi peki?
Dindar olmayan biri dini konularda yazabilir, ancak dindar biri dine aykırı şeyler yazamaz. Xanî ve Cizîrî gibi Kürt düşünürlerinin dini konularda yazmış olması onları dindar yapmaz. Aksine egemen din anlayışına aykırı, dindışı denebilecek şeyler yazmaları onların -bilinen anlamda- dindar olmadıklarını gösterir. Sözgelimi Cizîrî şirk ve küfür de olsa sevgilisine secde etmekten bahseder. Sevgilinin olmadığı Kabe’nin puthane, kilise ve sinagogtan farksız olduğunu söyler. İster iman ister küfür olsun, sevgilinin her iki kaşını mihrap görür. Kah kiliseye, kah meyhaneye, kah Laleş’e gider
Xanî, yarin emriyle kafir olup Kur’an’ın sayfalarını yakmaktan bahseder. O halde onları din parantezine almak neden! Dindarların ve dini istismar çevrelerinin dayanak ihtiyacından dolayı onlara bu şekilde yaklaşmaları bir şekilde anlaşılabilir ama doğruyu yansıtmaz. Cizîrî’nin bir tek dini var: Aşk.
Cizîrî aşk ehli bir adam, ancak ona aşırı bir tasavvuf zırhı giydiren bir yaklaşım da var. Neden Cizirî’nin özgürlüğü elinden alınıp ona sosyal ve ilmi bir çerçeve dayatılmak isteniyor? Ya da siz bu gözleme katılır mısınız?
Cizîrî kendisini tarihçi, fıkıhçı, tefsirci hatta tasavvufçu gibi temalarla sınırlamıyor, belli bir kalıba girmiyor. Sühreverdi, Seyfeddin Amedî gibi bunlardan herhangi birini yaşam ve yazın tarzı olarak benimseyen yüzlerce örnek var. Cizîrî bunlardan biri değil. Buna rağmen ısrarla onu Eş’arî, Ahrarî, Şafiî, Sûfî gibi kalıplardan birine sıkıştırma yaklaşımının Cizîrî okumalarına egemen olduğunu görmek üzücü. Onun kendine özgü bir ekolü ve varlık okuması var. Bazı konularda başkalarıyla benzeşmesi özgünlüğüne halel getirmiyor, onu kimsenin takipçisi yapmıyor. Aşk dini tam da böyle bir şey. Cizîrî’nin bir dini, mezhebi, meşrebi varsa bu Aşk’tır. Kürtlerde orijin din ve felsefe Mitraizm’dir. O da aşk ve söz anlamına gelen Mijra’dan gelir ve Mihr adı verilen güneşle sembollenir.
Aşk merkezli varlık okumasını Cizîrî’den önce birçokları yapmış. Ondan önce birçokları bu felsefeyi benimsiyor. Örneğin M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış doğa filozoflarından Empedokles su, ateş, hava ve toprak gibi dört temel öğenin (arkhe) birleşip ayrılması için bir hareket ettirici güce ihtiyaç duyduğunu belirtir. Ona göre aşk, ilk hareket ettiricidir. Cizîrî de ezel seherinde tanrısal olanın tecellisini “Aşk mumunu yakmak”la başlatır. Aşkı “yüce öz” olarak tanımlar, kendisinin de bu cevherden olduğunu söyler. Cizîrî bunu hep dört unsura atıfta bulunarak yapar, “beşinci unsur”u yeğler.
Cizîrî’yi ısrarla bir yere yamamak, aşk merkezli varlık okuması nedeniyle onu Empedoklesçi yapmak kadar abestir. Aynı şekilde yoğun astrolojik, ezoterik, hermetik, rakamsal atıflar onu astrolog, numerolog, okültist, Pisagorcu veya Hermesçi yapmaz. Çünkü o kendisini bu kalıplardan birine sokmaz, öyle tanımlamaz. O halde yeni bir Cizîrîloji’ye ihtiyaç duyduğumuz açık.
Cizîrî’nin bahsettiği aşkın beşeri değil, ilahi aşk olduğu söyleniyor. Buna ne diyorsunuz?
Öncelikle bunu söyleyenlerin “ilahi” olandan anladıkları ile Cizîrî’nin anladığı bir değil. Aynı kavram farklı anlam ve bağlamlarda kullanılıyor. Hele de yüzyıllar geçmişken. Kalın bir şekilde altını çizerek belirtmekte yarar var: Cizîrî her şeyi kuşatan bir aşktan, insanlar arasındaki aşktan, kadın-erkek aşkından, aşkın tanrısallığından ve aşkla yaşamaktan bahsediyor. Zaten Vahdet-i Vücut yani varlığın birliği ve varlıkta birlik de böyle bir şey. Dolayısıyla beşeri aşk, ilahi aşk ayırımları şekli olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Buna rağmen bazı dizelerde Cizîrî yarinin insan/beşer olduğunu sarih bir şekilde vurguluyor: “Nezerek wê beşerê lebşekerê hûrîsiriştê / Nadirim ez bi mey û Kewser û hûrên di bihiştê”. Daha ne desin!
Tartışılsın diye Cizîrî’nin Kayıp Nü Tabloları (Resmên nü yên windayî yên Cizîrî) başlıklı yazıyı yazmıştım ama Kürtçe olduğundan pek okunmuyor haliyle.
Bilinen bir sevgilisi var mı?
Selma ve Sitîya Biskkesk gibi bazı kadınların adı geçiyor edebiyat tarihi kitaplarında. Evlenmediğini biliyoruz. Asıl ilginç olansa Divan’da eril, dişil geçişkenliğidir. Bu anlamda Cizîrî’de aşkın cinsiyeti de yoktur. Yarine seslenirken “Xanê min” (sultanım) diyerek eril başladığı şiire “mesta min” diyerek dişil devam eder. Cizîrî’de aşk, sınırlayan, aşağı çeken tüm algılar aşkındır.
Günümüzde her şeyde olduğu gibi aşk, duygu ve sevgi üçlüsünde de ciddi değişimler söz konusu. Hatta batı akademi camiasında uzun zamandır bir tür “Plastik-Platonik” bir duygusuzlaşmadan söz edilmektedir. Gerçekten aşk, mistik atıflar yada insandan insana olan bağların çağı kapandı mı? Eğer öyleyse neden duygularımızı tanımlarken, hala Cizîrî gibi şairlerin dizelerinde teselli arıyoruz, onlarda teselli buluyoruz?
Dört bin yıllık Sümer tabletleri dahil olmak üzere, bu yakınmalar her asırda var. Herkes yaşadığı çağı ahirzaman sanıyor, değerlerin, duyguların anlamını yitirmesinden korkuyor. Oysa bir gerçek var, seçkin duygular bitmez ama kitlelere de mal olmaz. Her zaman nadir bulunur. Insansız olmaz ama insan insana yetmez, insan insanla yetinmez. Tam da bu yüzden aşk var. Ama herkes aşka ulaşmaz. Aşk, insanı ve çağları aşan bir duygu. Yaşam ateşi ve ışığı. Bitmesi, yaşamın sönmesi demek. O insandan insana, insandan evrene varlığını sürdürecek, akıma kapılanlar bu esrarın peşinden Cizîrî’nin aşkhanesinde, meyhanesinde soluklanıp aşkı yudumlamaya devam edecek.
Tam olarak Cizîrî’nin divanının başına gelen nedir? Kürdistan taşrasındaki kimi söylentilere göre ’Cizîrî’nin bir kızgınlık anında Divan’ı Dicle’ye attığı söyleniyor. Gerçekte divanın başına neler geldi tam olarak?
Dicle’ye divanını atmışsa, melül melül akan Dicle aşka gelsin diyedir. Ancak böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Kanımca anlaşılmadıysa da, divan yüzyıllarca kutsal kitap gibi muamele gördü Kürt okumuşları arasında. Kalemle hemhal olanlar onu binlerce nüsha halinde tensih ederek çoğalttı. O yüzden Kürdistan’daki yıkıcı badirelerden günümüze ulaşmayı başardı. Elimizde A’dan Z’ye tamamı bulunan ilk muntazam Kürtçe divan. Ondan önce yazılmadı mı? Kürtçe’nin bir anda bu derece mükemmel bir divan ortaya koyması mucizevi geliyor. Muhtemelen öncesinde birçokları Kürtçe divanlar yazdı ama onların çoğu ya Kürt mirliklerinin mülkü talan edilirken yok edildi veya bir yerlerde keşfedilmeyi bekliyor.
Cizîrî’nın şiir poetikasında hangi damarlar daha güçlü, sadece aşk temasına mı adanmış onca söz, yoksa Cizîrî’nın hedefinde sınıfsal, sosyal mesajlar da var mı?
Poetikasının özü aşk ve bilgelik. Yağmur yağarken nasıl kilise, cami, meyhane, Hıristiyan tarlası, Müslüman tarlası ayırmıyorsa, Cizîrî’nin yaşam felsefesinde de dini ve ekonomik sınıf ayırımı yok. O duyan kulaklara aşkın fısıltısını ulaştırıyor. Aşkla yaşamayı öğütlüyor. Şehre elektrik veren bir santral gibi kimseyi ayırmaksızın ışığını her yere, herkese yayıyor. Aynı zamanda ışığını ulusların özelliklerine, tarihsel tecrübelere, Kürdistan idealine tutuyor. Hanlar Hanı ve Muazzam Şehinşah gibi şiirleriyle Kürdistan krallığını imgeliyor. Türkler, Divan’da kan dökücü, yağmacı özellikleriyle yer alıyor. Kürtler, Araplar, Acemler, Rumlar, Hindular, Nubiler, Zengiler, Tatarlar, Habeşiler, Frenkler, Macarlar gibi birçok ulustan farklı şekillerde bahsediyor. Koca ağacın bir çekirdekte saklanması gibi, Cizîrî de tüm bu yorumlarını güzellik abidesi sevgilisinin yüzüne, saçlarına, benlerine, işve ve salınımlarına serpiştiriyor. Ehli olmayan anlamıyor. Bir de görmezden gelerek verdiği mesajlar var. Mesela hiçbir şekilde Osmanlılardan bahsetmiyor. Fetihmiş, cihatmış, İstanbul’muş, bunlar divanda yer bulmuyor.
İnsan olmayı, erdemli olmayı, tanrısallığı salık veriyor. Her ne anlatıyorsa muhatabını aptal yerine koymadan anlatıyor. Vaaz vermiyor, dikte etmiyor, büyük harfle konuşmuyor. Bazen hiç konuşmuyor. Cizîrî’nin cazibesi buradan geliyor. Kendisini nasihate kaptırdığı bir iki şiirde irtifa kaybettiğini hissedebiliyoruz.
Bağnazlığa, ahmaklığa, cehalete, softalığa tahammülü yok. Onun savaşı sınıfsal değil, halen güncelliğini koruyan, insanların yaşamını kontrole kasteden kutsal kisvesindeki bağnazlıkla. Şirazî’nin muhtesib, zahid, zabit şeklinde isimlendirdiği kategori. Divan’da sadece bir kez “imam” kavramı kullanılıyor, orada da Cizîrî şeyh ve imamları düelloya çağırıyor. Feyzinin Nil gibi, ancak kendisinin Dicle ve Fırat olduğunu söylüyor göğsünü gere gere. Güzel yaşama kasteden bağnazlıktan camid (ruhsuz), xerteb’etên ebleh (eşek huylu ahmaklar) ve kör gibi sıfatlarla bahsediyor. Güzellikten anlamadıklarını, nergiz ve eşek dikenini ayırt edemediklerini, tavaflarının beyhude olduğunu, naz, işve ve güzellikten kaçan, gülün değerini bilmeyip eşek dikeni isteyenler olduğunu söylüyor. Bu yönüyle sosyal bir sorumluluk üstlendiği, topluma nefes aldırmak istediği görülüyor.
Medrese’nin Kürdistan’da düşünsel bir güç merkezi olduğunu biliyoruz. Ancak medrese sadece bir ilahi ilimlerin mi yeri? Cizîrî’yi yetiştiren bir kurum diğer etkenlere karşı neden ve nerde zayıf kaldı?
Kürtlerin psikolojik olarak medrese denen bir fenomene olan ihtiyacı anlaşılabilir. Ancak Kürdistan’a hükmettikleri dönemde Selçuklu, Osmanlı, Safevi ya da Romalıların binlerce Kürt memuru hatta yöneticileri olmasına rağmen, bu egemenlikleri Kürt yönetimi saymadığımız gibi siyasal ihtiyaçlarla ortaya çıkmış ve esas amacı Arap-Sünni kültürünü yaymak olan medreseleri, buralardaki Kürt varlığından yola çıkarak Kürt kurumları olarak nitelendirmemiz doğru değildir.
Esas gözden kaçırdığımız fenomen, Kürt mirlikleridir. Bir dönem medreseleri de Kürtlüğün hizmetine sokmaya çalışan, mirliklerdir. Kürt mirliklerinin bazıları Kürt medreseleri oluşturmak istedi ancak bu bir geleneğe dönüşmedi. Medreseler ana damar itibariyle Arap kültür merkezleri olmaya devam etti. Stêrkên Edebîyata Kurdî (Kürt Edebiyatının Yıldızları) adlı kitabımda bu konuyu ayrıntılı bir şekilde delilleriyle tartıştım. Vardığım sonuç şu: Kürt edebiyatı Kürt Mirliklerinin ürünüdür. Kürtçe üretenlerin neredeyse tamamı Mirlerin divan katipleridir. Cizîrî bizzat divan katibidir. Hiçbiri kitaplarında medreseleri övmemiş, eserlerinin medrese ürünü olduğunu belirtmemiştir. Sewadî gibileri eserlerini Mir’in talebiyle yazdığını açıkça belirtmiş, Vedai katiplik üzerine şiirler yazmıştır. Mela Mehmûd Bazîdî ve Mela Said Şemdinanî gibiler de Jaba ve Nikitin gibi oryantalistlerin himayesiyle Kürtçe ve Kürt kültürüne ilişkin eserler yazıp toplamışlardır. Xanî, Mem û Zîn’de eserinin herhangi bir eğitimin ürünü olmadığını açıkça yazmıştır: “Ez pîlewer im ne gewherî me / Xudreste me ez ne perwerî me / Kurmanc im û kûhî û kenarî / Van çend xeberê di Kurdewarî”. Kendisini medresede eğitim görmüş bir şeyh ve mela olarak değil, dağlı bir Kürt olarak tanımlıyor, Kurdewarî olan eserinin bu durumun eseri olduğunu belirtiyor.
Kürt edebiyatının yeşerip serpilmesinde medreselerin olumlu etkisi çok azdır. Ancak galat-ı meşhur (herkesin doğru sandığı yanlış) olarak Kürt edebiyatının medreselerin ürünü olduğu tekrarlanmaktadır. Bu vesileyle bu yanlışın tashihinde veya kendi şerhimi düşmekte yarar görüyorum.
Yeni jenerasyon da yükselen bir ulusal duygu ve düşünce talebi söz konusu. Aynı zamanda bu manevi bir arayışa da delalettir. Bu konuda Cizîrî’nin yeniden tanınması, okunması bu boşluğu doldurmaya yardımcı olabilir mi, Ciziri’de milli mefkure söz konusu mudur?
Son bin yılda Kürtlere iki kutsal kitap inmiştir dense yeridir: Divan ve Mem û Zîn. Her çağda ulusları var eden, maneviyatlarını kuran, motivasyonlarını diri tutan kutsal kitaplarıdır. Yahudiler anavatanlarından sürülüp dünyanın dört bir yanına dağıtılmışken, bir avuç insan kalmasına rağmen kutsal kitaplarından aldıkları güçle olmazı oldurdu, taşıma suyla değirmen döndürdü. Anavatanlarında egemenliklerini yeniden kurmayı, maddi-manevi öğütülmeye dur demeyi başardı. Birçok yönüyle dünyanın en ileri devletlerinden birini kurdular ata topraklarında.
Dünü bilmeden yarını kuramazsınız. Divan ve Mem û Zîn gibi Kürtlüğün asalet mirasına salt bir retorik olarak bakıp geçemezsiniz. Felsefi okumalarınızı, şiirinizi, şarkınızı, resminizi, öykünüzü, romanınızı, sinemanızı, mimarinizi ve dahi siyasetinizi bundan soyutlamanız imkansız. Bunlar olmadan derinlik katamaz, kalıcı ve köklü kılamazsınız.
Kuşaklar boyu uyanan Kürt milliyetçiliği Cizîrî’yi yadsıyarak bir şeyler kurabileceğini sanıyorsa büyük yanılıyor. Kürtlerin başına ne geliyorsa köksüzlerden ve köksüzlükten geliyor. Ulusal uyanış ve dirilişin ruhu binlerce yıllık köklü Kürt kültürüdür. “Şehînşahê Muezem” olmadan Kürt egemenlik aklını çözemezsiniz. Varlığın tanrısallığı (vahdet-i vücut), dinlerin/yolların birliği (vahdet-i edyan) en güzel Cizîrî’de ifadesini buluyor.
Cizîrî Kürtlere tanrısal nefes üfürüyor. Ölmüşlere Mesih gibi can veriyor. Tutuşturduğu aşk ateşi Belek Burcu’ndan tüm Kürtlere öncülük ediyor. Şeref Burcu Kürtleri ulusal onurla eski çağlardaki gibi Kürdistan merkezli egemenliğe çağırıyor. Kızıl medrese şafağı müjdeliyor.
Kutsal emanet sandığı önümüzde duruyor. Bahtımız, tacımız, tahtımız, egemenlik asamız içinde. Binlerce yıllık tarihimizden miras. Ulusal kimlik ve kişiliğimizin kodifikasyonu. Bizi insanlık ailesinin onurlu bir üyesi kılan zenginliğimiz. Önüne katan ancak ardında enkazdan başka pek de bir şey bırakmayan gelip geçici, günübirlik tüm slogan ve siyasetlerin fevkinde.