Doğanın ve toplumsallığın yasalarından biridir: boşluk kabul edilmez, mutlaka doldurulur. Bu toplumsal ilişkilerde olduğu gibi birey ilişkilerinde de böyledir.
Hiçbir ilişki aynı yöntemle, aynı şekilde sürmez, mutlaka değişir ve dönüşür. Koşullar değişir, bireyler değişir, ilişkilere yaklaşım ve tutum değişir. Bu noktada birçok görüş öne sürülse bile, temel olarak iki farklı görüş belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Sürekli aynı zaman diliminde yaşamaya çalışarak sorunların ve birçok şeyin değişmediğini düşünerek ve gerçekliği buna uydurmaya çalışarak çözüm yolları öneren düşüncelerin bütünü olan idealist i̇deolojik düşünce, diğeri de herşeyin her an değiştiğini ve bu değişimin süreklileştiğini bilerek ve gerçekliği doğru değerlendirerek sorunlara bu temelde yaklaşan materyalist i̇deolojik düşünce diyebiliriz.
Günümüzde popülist bir kavram olarak değerlendirebileceğimiz bir anlayışın yani aynı şekilde değişmeden sürdürülen ve kitleleri de değişmez kabul eden idealist i̇deolojik bir yönetim anlayışının büyük ölçüde hakimiyetinin olduğu bir dönemin içindeyiz. Egemen düşünce anlayışı, bütün bu değişmeleri görmezden gelip toplumsal kitleleri aynı şekilde yönetmeye çalışarak var olan düzenini korumaya çalışmaktadır. Değişimin zorladığı, hayatın dönüşümü dayattığı koşullar, kitlelerde de ortaya çıkmaktadır ama böyle mücadelelerin eski anlayışta direnen egemenleri tahtından düşürebilmek için bir ideolojiye, örgütlü bir yapıya ve gerçeklikten kopmayan bir eylem planına gereksinimleri vardır. Bunlara sahip olmadığı zaman tekrara dayalı mücadele anlayışına ve yenilgiye mahkum olurlar.
Kendi gerçekliğimizi bu bağlamda değerlendirirsek; benzer bir kısır döngüye mahkum olmak üzereyiz. Mücadele eden yapıların süreçle birlikte kendilerinin de değişmesi olmazsa olmazdır. Bizler bu değişimi ne ölçüde ve nasıl anlıyoruz? Belki bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü egemenler aynı tarzda ve daha da artan bir şekilde i̇deolojik güçlerini bir şiddet vahşetinin desteğiyle sürdürerek egemenlik zamanlarını uzatmaktadırlar. Bu tarz, uzun vadede kazandırmayacak olmasına rağmen geçici dönemde kazandırmaktadır. Elbette geçici dönem denildiğinde yüzyıllık bir süreci de görmemiz gerekir. Buna karşılık diyebiliriz ki, ezilenler çoğunlukla gerekli olanaklardan yoksun olarak mücadele etmişlerdir. Hem iyi bir mücadele planı, hem de donanımlı ve hayatın her alanında mücadele eden bir örgütlülükten yoksun olarak günümüze kadar bu mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Bir anlamıyla bu kesintisiz süreci değerlendirdiğimizde bunun gelecek için umut verici olduğunu söyleyebiliriz ama öte yandan da sonuca ulaşmayan mücadeleler, bir süre sonra kitle desteğini yitirmeseler bile büyük ölçüde zayıflarlar, tabanlarıyla birlikte yorulmuşlukla kuşatılmışlığın çemberini kırıp geçmekte zorlanırlar.
Politik ve ekonomik koşullara baktığımızda oluşan boşluğun varlığı inkar edilemez bir gerçekliktir. Çünkü mücadelenin her iki tarafı açısından kesinleşmiş, elde edilmiş bir zafer bulunmamaktadır. Doğal olarak da arada bir boşluk oluşmuştur. Oluşan bu boşluğu her iki taraf açısından değerlendirmek gerekir. Tek taraflı değerlendirme bizi yanlışa sürükleyecektir.
Başta Türk devleti olmak üzere diğer sömürgeci devletler ve bu durumuna destek sunan devletler açısından bir boşluğun olduğu bir gerçekliktir. Çünkü sonuca ulaşamamışlardır. Kabaca yapılan plan: Kurdistan Özgürlük Hareketi başta olmak üzere bütün direnen güçleri son bir hamleyle tarihten silmek veya olabildiğince güçten düşürerek hem mücadele ısrarını kırmak, hem de özgürlük hareketine umut bağlayan kitlelerin umudunu boşa çıkarmak böylelikle sınırları ve üniter yapıları kendi belirledikleri çerçevede tutabilmektir. Bunu başarabilirlerse, üçüncü dünya savaşının sürdüğü coğrafyamızda, kendilerine bağlı ve Türk devletinin yüzyıllık hülyası olan Misak-ı Milli egemenliğini netleştirmiş olacaklardır. Önemli olan emperyalist çıkarların ayakta kalmasıdır. Kürtlerin veya başka halkların yaşadığı soykırım, emperyalist ve emperyal hedefleri olan devletler için önemsiz bir ayrıntıdan ibarettir. Ancak Kürtler direndi ve direnmeye devam ediyorlar. Bu nedenle hazırladıkları planı istedikleri gibi uygulayamıyorlar.
Ortaya çıkan ve çözümsüzlükten başka birşeyin olmadığı boşluk: ne Türk devletinin, ne de diğer devletlerin dolduramadığı bir boşluktan öteye birşey değildir. Önemli ve gözardı edilemez bir gerçeklik ise Türk devletinin kendi emperyal hedefleri içinde hareket ederek Kurdistan’ı sömüren diğer sömürgeci devletlerin sınırlarını değiştirme çabasıdır. Kurdistan’ın bu şekilde yeniden bölüşülmesi, diğer devletler tarafından kabul edilmeyecektir. Bu durumun onaylanması, ekonomik ve politik hedeflerin sadece Türk devleti tarafından gerçekleştirilmesi demektir. Egemen ve güçlü kapitalist devletler Türk devletine bu hakkı tanımazlar. Ayrıca Ortadoğu’da direnen ve en güçlü örgütlülüğe sahip olan ve bütünü meydana getiren Kürtlerdir. Onları çekip aldığınız zaman geride kalan doldurulması zor bir boşluktan ibaret olacaktır. Baskıların, inançların ve i̇deolojik saldırıların şiddet sarmalında tepkisiz bir hale getirdiği bölge halklarının içinde Kürtler dinamik, mücadeleci ve haklarını talep eden bir konumdan geriye itilmeyi kabul etmediklerini defalarca isyan ederek gösterdiler.
Cephenin bu tarafına bakacak olursak, Kürtlerin, politik hedeflerinin büyük bir kısmı sadece Türk devlet yapısının içinde bir hak almak mücadelesine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Sürecin belirleyen dinamiği olarak parlamento yoluyla elde edilecek hakların kalıcılığına olan inanç, mücadelenin diğer dinamiklerini gözden ve güçten düşürebilir. Parlamento mücadelesinin neredeyse birincil kabul edilmesi bir yana, bu sorumluluğu alan örgütlenmenin boşluk doldurmaktan daha cok boşluk yaratmasının altında yatan en önemli nedenin, sokaktan uzak durup mücadele alanını parlamento ve basın açıklamalarıyla sınırlamak ve emekle değil de kişisel ilişkilerle öne çıkmak olduğunu görmek gerekir. Yüzyıldır soykırım dahil her türlü şiddeti Kürtlere reva gören bir devletin kendi bütünselliğini ve iktidarını Kürtlerle paylaşacak olmasının temelde kendi sonu olacağını bilen bir devlet anlayışının buna yanaşmayacağı ortada duruyor. Demokratikleşmeden anladığı tek şey: itirazı olmayan bir muhalefet ve suskun sınıfsal ve ulusal bir toplumsallıktır. Haklara gelince payımıza dusecek olan tek şey: “benim de Kürt arkadaşım var” güzellemesi…
Ancak oluşan boşluk inkar edilemez. Çünkü mücadelenin temel talepleri ile mücadele araçları arasında gerçekleşen kopukluk bizi boşluğa götüren yolun ilk taşlarıdır.
Bu boşluğu bütün işgalci devletler kendi bütünsellikleri içinde doldurmak istiyorlar ama dolduramıyorlar çünkü gerçeklikten uzaklar. Düşündüklerini gerçek sanıyorlar. Bizler ise kendi boşluğumuzu bu devletlerle bütünleşerek doldurmak istiyoruz. Bu da gerçeklikten kopma noktasına götürüyor. Çünkü biz zaten bir bütünselliğe sahibiz.
Bir boşluğun oluşmasına izin verecek olursak, bunu başkaları dolduracaktır. Çünkü ne doğa, ne de toplum boşluk kabul etmez. Geriye geçmişin bedel ödenmiş zaferleri kalacaktır, çünkü boşluğun yaratacağı yenilgi sahipsizdir.