Sibel Özbudun : Neo-Faşizm (ler) ‘Feminist’ mi ?

Yazarlar

NEO-FAŞİZM(LER) “FEMİNİST” Mİ?[1]

SİBEL ÖZBUDUN

“Görünen değişiyor, görünmeyen değişmiyor.”[2]

Günümüzün faşizm(ler)i, iki savaş arası faşizm(ler)den farklı olarak, bir yandan rejim ve partilerin kadınlara yönelik tutum ve politikaları, bir yandan da kadınların bu rejim ve partilere yönelik tutumları açısından bir hayli ikircim yüklüdür. Kimi yazarları “feminist yüzlü faşizm”den[3] söz ettirecek kertede. Öyle ki, günümüz neo-faşist parti ve hareketleri “popülist aşırı sağ” olarak niteleyip onları 20. Yüzyıl faşizm(ler)inden ayırt etmeye çabalayan akademik titizlik, birincilerin “kadın-dostu” tutumlarını, onları klasik faşizmden ayırt eden nitelikler arasında sayar.

Neo-faşizmin kadınlara yönelik görüş ve tutumları gerçekten ne kadar “ezber bozucu”dur? Üzerinde düşünmeye değer…

Söz konusu “ikircim”, mevcut faşizm(ler)in, selefleri gibi, kadınların geleneksel rollerini ve özellikle de doğurganlıklarını öne çıkarmadıkları anlamına gelmez. Eskisi ya da yenisi, faşizm gelenekçidir, ataerkildir, “kadın özgürlüğü” fikrine karşı derin bir alerjiyle maluldür… Kadının yerinin evi olduğu düşüncesine bir saplantı derkesinde bağlıdır.

İki savaş arası faşizm(ler) deneyimi bu tutumun “klasik” örneğini verir. En iyi belgelenmiş iki örneği, Mussolini İtalyası’nda da, Hitler Almanyası’nda da olanca açıklığıyla görebiliriz:

a) Kadının “aslî görevi” konusunda:

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki vekili Rudolf Hess Führer’in görüşlerini şöyle yankılandırır, örneğin: “Bir kadının toplumuna yapabileceği en büyük hizmet, ulusun hayatta kalmasını sağlayacak, ırksal açıdan sağlıklı çocukları dünyaya getirmektir.”[4]

Nazi “yancı”sı Alman yazar Angriff de “Anneler Günü” münasebetiyle destek çıkar Führer’ine ve onun vekiline: “Anneler Günü düşüncesi, Alman düşününü en iyi simgeleyen varlığa: Alman anasına duyduğumuz saygıyı dile getirecek niteliktedir. Kadın ve ana ancak yeni Almanya’da bu görevi yüklenmektedir. O, aile yaşamının bekçisi, halkımızı doruklara doğru götürecek güçlerin yeşerdiği fidanlıktır. Alman ulusu düşününü tek başına taşıyan o’dur, Alman anasıdır. Ana olmak sonsuza dek Alman ulusunun malı olmak demektir. Bizleri, hep birlikte analara gösterdiğimiz saygıdan daha çok birleştiren bir düşünce var mıdır yeryüzünde?” [5]

Ve “Il Duce”, 1927 Ekim’inde kendisini ziyaret eden Faşist Parti kadın kolları üyelerine şöyle seslenir: “Evlerinize dönün ve kadınlara doğuma ihtiyacım olduğunu söyleyin. Bol bol doğursunlar.”[6]

Gerek Alman, gerek İtalyan faşizmleri, ulusa “çok ve ‘ırksal açıdan sağlıklı’ çocuk” doğurma söylemini tavsiye düzleminde bırakmamış, bunu hayata geçirecek politikaları da uygulamaya sokmuşlardır: analık madalyaları, maddi teşvikler, krediler, kürtaj ve doğum kontrolü yasakları, kadınların istihdama katılmasının önüne dikilen engeller…

b) Kadın istihdamı konusunda:

Hâl böyle olunca, ne Hitler ne de Mussolini kadınların çalışmasına “sıcak” bakmamışlardır. Mussolini İtalyası’nda kadınların istihdam dışı bırakılması, bir yandan kadınların belirli mesleklerden (“eril” meslekler: kamusal hukuk, politika, askerlik, gemi kaptanlığı, diplomasi…) yasaklanması ya da kısıtlı kotalar uygulanması, bir yandan da, (özellikle sanayide) “aşırı koruyucu önlemler” [gebeliğin son ayı ve doğumdan sonra bir ayı kapsamak üzere zorunlu ve ücretli iki aylık doğum izni, annelerin istemeleri durumunda gebeliğin altıncı ayından itibaren doğumdan sonra 6 hafta (büro işçileri için 3 ay) ücretsiz izin hakkı, doğumla ilgili hastalık durumunda ekstra bir ay daha izin hakkı; elliden fazla kadının çalıştığı işyerlerinde emzirme odası zorunluluğu, emzikli kadınlara çocuk bir yaşına gelene kadar emzirme izni; doğum başına 150 liretlik doğum yardımı ile 400 lireti bulan (ortalama iki aylık ücret) işsizlik yardımları…] aracılığıyla gerçekleştiriliyordu.[7] Bu önlemler dönemin feministlerinin takdirini kazansa da, patronların kadın işçileri çalıştırmada gönülsüz davranmalarına yol açmaktaydı. Hele grevlerin ve her türlü işçi eyleminin yasaklandığı, gerçek sendikaların kapatıldığı, sosyalistlerin cezaevlerine kapatıldığı ya da öldürüldüğü bir ortamda erkek işçilerin ücretlerinin son derece düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda…

Nazi Almanyası da kötü şöhretli “Kinder, Küche, Kirsche” (Çocuk, Mutfak, Kilise) formülüne sığınarak, kadınların çalışma hayatına katılmasını engellemek için benzer önlemleri devreye sokacaktı: işten çıkartmalar (30 Haziran 1933 tarihli kararnameyle evli kadınlar işten çıkartılacaktır[8]) teşvikler, yasaklar, sınırlamalar…

Yine de, milyonlarca erkeğin silahaltında öldüğü savaş koşullarında kadınların özellikle de alt kademe işlerden uzak tutulması olanaksızdı. Nazi ve faşistlerin kadınların çalışmasını sınırlandırma politikası, onların ücretlerini en alt düzeylerde tutarak işçilik maliyetlerini düşürmeye hizmet etmiştir esas olarak.

c) Kadınların siyasete katılması konusunda:

Bu koşullarda İtalyan faşizmi de, Alman Nazizmi de kadınları siyasal alandan alabildiğine uzak tutmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Mussolini daha serüveninin başlarında, 12 Kasım 1922’de Journal muhabiri Maurice de Valeffe’e şu demeci veriyordu: “Benim genel oy hakkını sınırlama niyetinde olduğumu söyleyenler var. Hayır! Her yurttaş Roma Parlamentosu için sahip olduğu oy hakkını koruyacaktır (…) Ayrıca size itiraf edeyim ki, kadınlara oy hakkı tanımayı düşünmüyorum. Bir yararı yok bunun. Almanya’da ve İngiltere’de kadın seçmenler erkekler için oy kullanıyorlar. Böyle olunca, ne anladım ben bundan? (…) Kadınların Devlet işlerine katılmaları konusundaki kanım her türlü feminizme karşı niteliktedir. Elbet, kadın bir köle olmamalı, ama ona oy hakkı verirsem tefe koyarlar beni. Bizim Devlet’imizde, kadın hesapta olmamalıdır.”[9]

Kadınların eğitim görmesini her kademede sınırlandıran Nazizm ise, 1918 Kasım Devrimi’yle seçme ve seçilme hakkını kazanmış olan Alman kadınların siyasal haklarını, 1933 yılında geri alacaktı.

Ancak ilginçtir ki her iki faşizmin iktidara gelişinde kadınların desteği kritik bir rol oynamıştır. 5 Örneğin, Macciocchi’ye göre, “Mussolini’nin iktidara gelişi, küçük-burjuva kadınlar tarafından, genç ilkokul öğretmeni kadınlar tarafından, proleterlerin üstüne atılan (kimi zaman, ellerinde kınından sıyrılmış hançerlerle) dulların ve annelerin meydana getirdiği bütün bir ölüm alayı tarafından çılgınca desteklenmiştir. Anlatıldığına göre, 1922 ilkbaharında, Udine eyaletinin küçük bir kasabasında, bir grup sosyalist, yedikleri müthiş bir meydan dayağının öcünü almak için, faşist parti merkezini işgal etmeye kalkmış… Faşistlerin haydut yatağını ele geçirmek ve onun altını üstüne getirmek pek zor olmayacaktı, birdenbire, yükselen bir ‘yetişin!’ çığlığı üzerine Sipe bombaları ve coplarla silahlanmış, başları miğferli, bacaklarında şerit dolaklar bulunan otuz kadar kadın, düşmanın üstüne atıldı ve onu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu amazonların başında, daha sonraları, Salo Cumhuriyeti sırasında, yardımcı SS yüzbaşısı olarak atanacak olan Madam Scarpa adlı bir kadın vardı.”[10]

Görüldüğü üzere faşizmin palazlanma döneminde kadınların oy desteğinin yanısıra, fiili desteği de büyük önem taşımaktadır. Bu önemin Hitler de farkındadır: Nasyonal Sosyalist Parti, “1926’dan itibaren modern kitle partilerini örnek alarak farklı toplumsal kesimlerle bağlantı kurmak ve bunları bünyesinde toplamak amacıyla Almanya’nın çeşitli yerlerinde kadınlara yönelik birçok örgüt ve dernek kurmuştu. İlk başlarda parti üyeleri ile SA mensuplarının eşlerinden ve akrabalarından oluşan bu kadınlara, zamanla milliyetçi-muhafazakâr cenahtan birçok kadın katılmıştı. Nazi ideolojisine yakın duran bu kadınlar, genel olarak yerel ölçekli bu gibi örgütlere katılarak Nazi hareketine destek olsalar da bu destek, parti yönetiminin arzu ettiği bir ölçekte değildi. Nitekim Mart 1932 seçimlerindeki yenilgisinden sonra Hitler, daha çok kadının Nazi hareketine dâhil edebilmesi için harekete geçmiş ve kadınlara yönelik bir dizi yeni kampanyalar başlatmıştı. Bu bağlamda Nazi hareketinin ikinci ismi olan propaganda şefi Joséph Goebbels’in günlüğüne kaydettiği şu cümleler dikkate şayandır:

‘Führer, kadın konusundaki tutumumuzla ilgili yeni düşünceler geliştirmekte. Bu, bir sonraki seçimler için çok önemli, zira bir önceki seçimlerde buradan çok eleştiri aldık. Kadın, bir erkeğin hem cinsellikte hem de çalışmada eşidir. Hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır. Bugünün ekonomik koşullarında da durum böyledir. […] Erkek, hayatın organizatörü; kadın ise onun yardımcısı ve uygulayıcısıdır. Bu düşünceler modern olup bizi tüm Alman ulusalcıların öfkesinden beri tutmaktadır.’

Nitekim Hitler’in kadınlara yönelik yaptığı bu kampanyalar etkili olmuş; oylarını Nazi partisine veren kadınlar, NSDAP’nin Weimar Reichstag’ta en güçlü parti olmasında önemli bir rol oynamıştı.”[11]

Evet, iki savaş arası faşizm(ler)i iktidara gelirken kamusal alandan dışlamak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları kadınlardan hatırı sayılır bir destek devşirmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nın meydana getirdiği yıkım koşulları, (Almanya için) yenik düşmüş uluslarının çiğnenen onurunun onarılması, kapitalist dünyayı saran büyük ekonomik bunalımın etkileri (Almanya’da 1922 başlarında 1 ABD doları 1000 marka eşitti. Bu miktar Kasım 1922’de 6000 marka, 4 Ocak 1923’de 8000 marka yükseldi. Bir hafta

kadar sonra, 15 Ocak 1923’de 1 ABD doları 56 000 marka eşitlenmişti. Ve aynı yılın Eylül ayı başlarında 1 dolar 60 milyon markı gördü. 1923 sonlarında ise mark tedavülden kalkmıştı; insanlar alışverişlerini ya altın ya da trampa usulüyle gerçekleştirmeye başlamışlardı. Mark öylesine değer yitirmişti ki ya yakılarak ısınmada kullanılıyordu ya da duvar kağıdı olarak [12]…), Bolşevizm korkusu, “Alman ulusunu yeniden ayağa kaldırma”yı vaad eden Nasyonal sosyalistleri bir çekim merkezi hâline getiriyordu. Savaşın (ve yenilginin) getirdiği yıkım, ekonomik kriz, toplumsal ve moral çöküntü, yaşamlarını sürdürebilmeleri toplumsal ve siyasal istikrara bağlı kadınlar için durum büsbütün böyleydi… Politik kaos, oy hakkı gibi kazanımları önemsizleştiriyordu… Üç kuruş kazanabilmek için uzun saatler boyu yıpratıcı işlerde çalışmaktansa, kendilerini evlerinde oturup çocuk doğurmaya, evlerinin kadını olmaya çağıran faşist liderlerin tınısı, savaş ve iktisadi çöküntü yılgını yüzbinlerce milyonlarca kadına son derece hoş geliyordu. Hele ki bu liderler, kendilerini,

“Hanımlar, şimdi bu kürsüden düşüncelerimi Büyük Savaş’ın acılarını ve özverilerini onurla, sessizce sırtlamış milyonlarca anneye ve eşe çeviriyorum; şu anda burada temsil edilmiş olmasalar da, onlar, bütün o dönemde, ulusal yaşamın akışındaki sürekliliği koruma konusunda çok büyük katkıda bulunmuşlardır,”[13] (Mussolini) yollu övgülere boğuyorsa…

Günümüz Faşizm(ler)i

Bugün Avrupalı neo-faşist (ya da popüler deyimiyle: “popülist aşırı sağ”) partilerin hatırı sayılır bir kısmı, kadınlarca yönetilmekte: Fransa’da Milli Cephe lideri Marine Le Pen; Almanya’da Alternative für Deutschland (AfD) eski lideri Frauke Petry ve Alice Weidel; Polonya’da Yasa ve Adalet Partisi (PiS) başkan yardımcısı Beata Szydl; Norveç’te İlerleme Partisi başkanı Siv Jensen; İtalya’da İtalya’nın Erkek Kardeşleri Partisi kurucusu ve lideri Giorgia Meloni; Danimarka Halk Partisi kurucusu ve eski lideri Pia Kjaersgaard…

Öte yandan, neo-faşist partilerin ulusal parlamentolardaki kadın milletvekilleri de ülke ortalamasına göre değişkenlik gösterseler bile, Hitler ve Mussolini zamanlarını çok geride bırakmışlardır… Mevcut parlamentolarda Danimarka Halk Partisi’nin vekillerinin yüzde 36’sını (ulusal ortalama: yüzde 39); Hollanda’da Geert Wilders’in partisi PVV’nin vekillerinin yüzde 20’sini (ulusal ortalama: yüzde 39); Fransa’da FN vekillerinin yüzde 25’ini (ulusal ortalama: yüzde 38.7); Alman’ya da AfD vekillerinin yüzde 12’sini (ulusal ortalama: yüzde 30); İsveç’te İsveç Demokratları vekillerinin yüzde 20’sini (ulusal ortalama: yüzde 46); Norveç’te İlerleme Partisi’nin vekillerinin yüzde 20.7’sini (ulusal ortalama: yüzde 41.4)… kadınlar oluşturmaktadır.

Ve Avrupa ölçeğinde yapılan seçim analizleri aşırı sağ partilerin oylarının yüzde 40’ının kadınlardan gelmekte olduğunu ortaya koymaktadır.[14]

Ne oluyor? Avrupa faşizmi “feministleşiyor” mu?

Sorun bence bundan biraz daha karmaşık…

1980’li yıllarda kapitalist dünyada yürürlüğe sokulan neo-liberal politikalar, sistemin krizine deva olamadığı, mali krizleri kronikleştirdiği gibi, bir yandan gelir dağılımını hem ulusal hem de uluslararası ölçekte devasa ölçüde bozdu. Günümüzde ulaştığımız tabloda, dünyanın en zengin 26 milyarderinin toplam servetinin, dünya nüfusunun en yoksul yarısının toplam varlığına eşitlendiği bildiriliyor (Ocak 2019 itibariyle OXFAM verisi). Yeryüzü kaynaklarının azami ölçüde bir avuç çokuluslu şirkete aktarılması demek olan neo-liberalizm, emekçilerin hem Kuzey hem de Güney ülkelerinde kazanılmış haklarına el koyarken, sosyal fonları da alabildiğine yağmalayarak çalışanları kamusal desteklerden yoksun bırakıyor. Taşeronlaşmanın, kayıtdışının yeryüzü ölçeğinde yaygınlaştığı kırılgan istihdam ortamında işsizlik, işsizlik tehdidi ve çalışan yoksulların sayısı katlanırken, Güney’de kırsalın boşaltılması, geçim örüntülerinin çökmesi, savaşlar, ekolojik dengelerin altüst olması gibi nedenler, milyonlarca mültecinin kuzey ülkelerine hücum etmesine yol açıyor.

Bu koşullarda dünyada artık (bir avuç müreffeh azınlığın dışında) kimse “çok şükür, yuvarlanıp gidiyoruz,” diyebilme lüksüne sahip değil. İşsizlik ya da işsizlik korkusu, geçim sıkıntısı, yarına yönelik kaygılar Güneylileri olduğu kadar Kuzey’i de sarmış durumda. Ve sosyalist blokun çözülmesinden bu yana geçerli bir sol alternatifin bulunamadığı ölçüde, Kuzey’de “kozmopolit ve hırsız elitlere”, “sokakları dolduran, kültürel dokuyu bozan, sınırlı miktardaki sosyal yardımları yağmalayarak yurttaşların ekmeğini küçülten göçmenlere” duyulan öfke, radikal sağ, neo-faşist partilere desteğe dönüşmektedir. Bu istikrarsız, giderek kaotik koşullarda, herkesin işinde gücünde olduğu, herkesin birbirini tanıdığı, herkesin kendini,

ailesini ve geleceğini güvende hissettiği, herkesin küçük dünyasında mamur müreffeh bir yaşam sürdürdüğü, sefil yabancılarla “kirlenmemiş” küçük “mahalli” cennetlere olan özlem, “biz”e, “yerli ve milli” olana, aileye, “vatan”a, dine, cemaate seslenen neo-faşist partilerin “aile” olarak görülmesine yol açtı.

Küresel kapitalizmin kozmopolitleştirdiği, “yersiz-yurtsuzlaştırdığı” (deteritoriyalizasyon) bu iklimde neo-faşist partilerin bu “evcimenlik” özlemini, bu “biz bir aileyiz” duygusunu (ki her türlü milliyetçiliğin temelinde mevcuttur) ustaca manipüle ettiği vurgulanmalıdır.

“Popülist, kendilerine evcimen bir ulus yaratabilmek için sağ bu ikiz tehlikelerin bertaraf edilmesi gerektiğini öne sürer,” diyor Umut Erel. “Ne ki zaman ve kuşaklararası süreğenlik bu argümanda önemli bir rol oynamaktadır. Böylelikle bu sağcı söylemler evcimen ulus görüsünü geçmişe yansıtırlar. Birleşik bir ulusal kimlik etrafında toplumsal ve kültürel tutunumla tezahür eden bu altın çağın ailenin geleneksel versiyonu tarafından oluşturulup bir arada tutulduğunu iddia ederler. Bu sağcı söylemler, ulusun geleceğini aile aracılığıyla tahayyül ederek tikel bir aciliyet ve meşruiyet iddiasında bulunur. Gerçekten de kendilerini ulusun meşru, yani beyaz, heteroseksüel çocuklarının koruyucusu olarak görmektedirler. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, göç ve ırk çevresindeki bu popülist sağcı mücadelelerde asli olan, ulusun kuşaklar boyu yeniden üretimidir.”[15] “Popülizm,”[16] diyor Susi Meret ve Birte Siim, “Yuva/ulus’a ait idealize bir ulusal ve türdeş cemaate gönderme yaparak ‘halk’a seslenir. (…) Popülizm halk ile siyasal ve entelektüel elitler, halk ile yabancılar/göçmenler arasındaki ana yarılmayı tanımlayan ‘Biz’ ile ‘onlar’ arasındaki ikili zıtlıkları tanımlar ve içerir. Bu bakımdan popülistler kendilerini pozisyonları hükümetler, anaakım partiler ve medya tarafından tarihsel olarak görmezden gelinmiş popüler, ortak, paylaşılan değer ve görüşlerin tek meşru sesi ilan eder. (…) Ulus-devlet inşasına ait hemen bütün halkın meşru ses ve çıkarlarını temsil iddiası güderken (=‘Biz halkız’) popülist politika cemaate dâhil edilenler ve dışlananlar arasında keskin bir ayırım koyar ve destekler. (…) Kimlik ve aidiyet popülist güçlerin tikel bir ulusun ortak geleneksel değer, ilke ve ahlâkı olarak görülen şeyleri yeniden canlandırmalarına olanak sağlar. (…) Tehdit altındaki kimlikler kendilerini ötekilere (elitler, göçmenler, diğerleri) karşı koruma gereksinimi hissetmeye ve neo-milliyetçi ve popülist çağrılara kulak vermeye daha yatkındır.”[17]

Ruth Wodak’a göre de AB bünyesindeki “ulusa dönüş” eğilimlerinin “ulus devlet ile yurttaşlığı (yurttaşlığa kabul) (genellikle cinsiyetlendirilmiş ve köktendinci) yerlici (nativist) beden politikalarına bağlayan yeni sınırlar (hatta duvarlar) yaratması, sağcı popülist ideolojilerin özünü oluşturur. Böylelikle sağcı popülist partilerin ayrılıkçı söyleminde ‘Volk’ ve ‘Volkskörper’in yeniden dirilişini deneyimlemekteyiz sanki. Aynı zamanda ‘farklı ve sapkın’ olarak tanımlanan ‘ötekiler’i dışarıda tutmak üzere gerçek taş, tuğla ve beton duvarlar inşa ediliyor. Böylelikle beden politikaları sınır politikalarıyla örtüşüyor.”[18]

Bu saf ve katışıksız “biz”lik, aynı aileye mensup olma duygusu, en iyi, Fransa’da baba-kız-torun-damat ilişkileriyle “ailevi” düzlem ile “politik” düzlemin ilginç bir karışımını oluşturan, Le Pen’lerin “Milli Cephe”sinde (Fronte Nationale – FN) örneklenir. Parti organları ve faaliyetleri üzerine bir alan çalışması gerçekleştiren Dorit Geva, partinin “karizmatik” ve sert lideri Jean-Marie Le Pen’den başkanlığı devralan kızı Marine Le Pen’in iki eski eşi ve mevcut partnerinin de parti saflarından olduğuna işaret edip, devam eder: “Partinin patrimonyal liderlik yapısı onu parti apparachik’leri geliştirmekten alıkoyar; aile kavgaları magazin medyasında bir hanedan pembe romanı tarzında dramatize edilmesi, partinin ‘sıradanlaşması’na yardımcı olmuştur.”[19]

Geva katıldığı bir galada Avrupa Parlamentosu üyesi bir FN üyesinin kendisine “biz burada kocaman bir aile gibiyiz; Cumhuriyetçiler’in (merkez sağ parti) böyle galalar düzenlemediğine eminim,” dediğini aktarır.

Marine Le Pen, öyle gözüküyor ki, yalnız Jean Marie Le Pen’in değil, tüm Ulusal Cephe’nin “kızı/ kızkardeşi/ anası” imgesine dayanarak sağlamaktadır popülerliğini:

“Güneydoğu’daki daha yaşlı Milli Cephe üyeleri Marine Le Pen’den “Marine” olarak söz ederler. Her biri Marine’i küçük bir kızken tanıdığını söylemekte, böylelikle kuşaksal dönüşümlere karşın partiye bağlılıklarını vurgulamaktadırlar. Jean Marie Le Pen’in Ağustos 2015’de partiden ihraç edilmesinden sonra dahi, görüşmeciler Marine Le Pen’e bağlı kaldıklarını ve bu eyleme girişmesindeki ‘siyasal zorunluluğu’ anladıklarını ifade etmişlerdir. Jean Marie Le Pen’in uzaklaştırılması kimi ömür boyu partiye sadık kalmış üyeleri partiden kopmasına yol açmasına karşın, Lyon’lu emekli bir mühendis olan 85 yaşındaki partili Ernest bana bundan Marine Le Pen’i sorumlu tutmadığını söylemişti.”

Yaşlı partililerin “kızı” Marine, gençlerin ise “annesi”dir: Milli Cephe’nin genç bir aktivisti şöyle demektedir Geva’ya: “Marine Le Pen temelde bir ana ve siyasal olarak da başarıya ulaşmış bir kadın imgesini taşıyor. Siyasal bakımdan angaje, şeyleri değiştirmeye kararlı; o bir erkek değil, ama siyasete yeni bir imge veriyor, anaerkil bir imge. İşte tam da bu, o bir matriyark, bir ana. Çocuklarıyla, küçük Fransız insanlarıyla ilgileniyor ve onları doğru yola sokmaya çalışıyor…”

Ya da: “Marine Le Pen anamız olabilirdi; Jean-Marie Le Pen ise dedemiz. Tanımı itibariyle kişi anasına dedesine olduğundan daha yakındır.”[20]

Yabancılaştırıcı, yersiz-yurtsuzlaştırıcı bir dünyada bu “kendini evinde, ailesinde hissetme”ye değgin simgeler sistemi, öyle gözüküyor ki günümüz neo-faşist partilerinde kadınları iki dünya savaşı arası öncellerine göre daha merkezi bir konuma yerleştiriyor.

Öte yandan, bu “aile” metaforu, Avrupa’nın neo-faşistleri için “biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırı çizmede işlevsel bir rol üstlenmiştir.

Bilinir, milliyetçiliğin uç biçimi olan faşizm, “Öteki”siz yapamaz. Toplumsal öfkenin, düş kırıklıklarının, tepkilerin üzerine boşaltılabileceği günah tekelerine, iç ve dış düşmanlara gereksinimi vardır.

İki savaş arası faşizm(ler)inde “düşman”, Bolşeviklerin, eşcinsellerin, çingenelerin vb. yanısıra, esas olarak sermayeye, maliyeye, medyaya hâkim olan, Alman ulusunu yozlaştıran “hırsız ve sömürücü” Yahudilerdi. “Uluslararasılaşma bugün yalnızca Yahudileşme anlamına geliyor,” diyordu Hitler. “Biz Almanya’da bu noktaya geldik: altmış milyonluk bir halk bir avuç Yahudi bankerin elinde oyuncak durumunda. Bu yalnızca uygarlığımızın yahudileşmiş olmasıyla mümkün olabildi.”[21]

Günümüzdeyse düşman, artık “Batı dünyasına nüfuz ederek onun kültürel dokusunu çürüten, ucuza çalışarak Avrupalıların işlerini elinden alan, milyonlarca Avrupalı’nın emeğinden oluşan sosyal fonları gasp ederek onların sırtından asalak bir yaşam sürdüren, sokakları kirleten, kız çocuklara kadınlara sarkıntılık eden, hırsız, terörist” göçmenler, özellikle de Müslümanlardır. Aşırı durumlarda, Avrupa ya da ABD’deki Müslüman azınlıkların “Batı dünyasını İslâmlaştırmak” gibi bir gizli gündemleri olduğu paranoyasına dek varan bu İslâmofobi/ göçmen karşıtlığı, günümüz Kuzey’inde orta ve alt sınıf kitleleri mobilize eden temel motif hâlini almıştır.

“1998’den bu yana Avrupa’da yaşayan bir Amerikalı olarak,” deniliyor örneğin Bruce Bawer’in kaleme aldığı Avrupa Uyurken: Radikal İslâm Batıyı İçeriden Nasıl Yıkıyor? Başlıklı kitabın tanıtımında, “Bruce Bawer bu sorunu yakından gördü. Kıta boyunca -Amsterdam’da, Oslo’da, Kopenhag’da, Paris’de, Berlin’de, Madrid’de ve Stokholm’de- kadınların ezildiği ve suiistimal edildiği, eşcinsellerin kovuşturulup öldürüldüğü, ‘zındıkların’ tehdit edilip aşağılandığı, Yahudilerin şeytanlaştırılıp saldırıya uğradığı, (namus cinayetleri ve zorla evlendirme gibi) barbarca geleneklerin uygulandığı, ifade ve din özgürlüklerinin reddedildiği geniş, hızla büyüyen Müslüman ceplerle karşılaştı.

Avrupa’nın anaakım siyaset ve medya kurumları tüm bunları görmezden gelerek radikal İslâmcıları yatıştırmak ve çokkültürcü uyum yanılsamasını sürdürebilmek adına kadınları, Yahudileri, eşcinselleri ve genelde demokratik ilkeleri satışa getiriyor. Müslüman aşırıları eleştirme cüretini gösterip gerçek liberal değerlere sahip çıkan bir avuç kahraman ise sistemli biçimde bağnaz faşistler damgasını yiyor. (…)

Avrupa’nın Müslüman cemaatleri, göçmenlerin kendilerini reddeden kâfir bir topluma karşı derin nefretlerinden beslenen bir yabancılaşmayla dolu barut fıçılarıdır; bu durum onlara ayırımcılığı dayatan ve içlerindeki aşırıları besleyen hatalı göç politikalarıyla daha da vahimleşmektedir…”

ABD’de 11 Eylül saldırıları ve Avrupa’nın belli başlı merkezlerinde gerçekleştirilen radikal İslâmcı katliamlarla beslenen bu düşünceler, faşist parti, grup ve ideologlarca halk indinde Müslüman karşıtlığı ve göçmen fobisi olarak tercüme edilir. Böylelikle sınırlar, yeniden çizilmektedir: “Uygar, rafine, kadın-erkek eşitliği ilkesine bağlı, özgürlüğe tutkun, aydınlanmış, hümanist, müreffeh ‘biz’ler ile barbar, saldırgan, özgürlük düşmanı, seks düşkünü, kadınları köleleştiren, cahil, bağnaz, yoksul, açgözlü ‘öteki’ler”… Kısacası “Batılı” ve “Batlı-olmayan”… Bu iki dünyayı birbirinden ayıran sınırlar vurgulanmalı; uygarlığın ve Aydınlanmış dünyanın kaleleri, bu yeni barbar akınlarına karşı çok geç olmadan savunulmalıdır. Ve kadınlar, bu “sınırlar”ın vurgulanmasında önemli roller üstlenmektedir. Örneğin:

“(Finlandiya’da) Sosyal medyada ve aşırı sağcı gruplarda örgütlenen beyaz kadınlar sınırların kapatılması talebini öne sürerken aynı zamanda Müslüman ve siyahi karşıtı ırkçılığı da etkin biçimde yaygınlaştırıyorlar. Yeni faaliyet biçimleri de geliştirildi: teritoryal sahiplenmenin sergilendiği eylemler başlatıldı. Schengen anlaşması ve AB içinde sınır denetimlerinin azaltılması sonucu pratikte ortadan kalkmış olan İsveç-Finlandiya sınırında insan zincirleri oluşturuldu. Göstericilerin mesajı ‘Sınırları kapatın’ (Rajat künni) hareketin adı olarak da benimsendi. Beyaz kadınlar bu gayrıresmi sınır devriyelerine etkin biçimde

katılıyor ve gösteriler medya tarafından ayrıntılı biçimde işleniyordu: ulusal yayın kuruluşu ve birkaç gazete Kuzey Finlandiya sınır bölgesindeki gösterilere katılan kadınların fotoğraflarını ve onlarla yapılmış söyleşileri yayınladı. Orta yaşlı kadınlar yanlarında sarışın yeniyetme kızlarıyla, ellerinde Finlandiya bayrakları, üstlerinde ulusal simgelerle süslü tişörtleriyle boy gösteriyorlardı. Kadınlar ilticacıların cinsel tacizlerine karşı kız evlatlarının bedensel bütünlüğünü savunan anneler olarak konuşuyorlardı. Annelerin sözleri, beyaz-olmayan erkeklerin cinsel ötekiliğini açığa çıkartıyor ve onların sarışın kızlara yönelik arzularının çocukları için bir tehlike oluşturduğunu ifade ediyorlardı. Müslüman erkeklerin güvenliklerini tehdit ettiği beyaz kadın ve çocuklar adına konuşmak, beyaz sınır muhafızı kadınların mobilizasyonunun ana ögesiydi.”[22]

Şu hâlde, günümüz faşizm(ler)inde kadınların daha bir görünürlük kazanmasında, kendini İslâm ve göçmenlere karşı kurgulayan Avrupa (uygarlık?)- merkezci bir “Biz”lik tanımı da etkin olmaktadır. Kadın-erkek eşitliği, (en azından kadınları burkaya sokan, köleleştiren, alıp satan, küçük yaşta evlendiren, namus cinayetlerine kurban eden…) İslâm’a karşı “biz”i tanımlayan bir uygarlık değeridir. Bu yolla faşistler, kadınların ve sosyalistlerin yüzyıllar boyunca canları pahasına savunduğu “eşitlik” ülküsünü temellük etmektedir. Fransız Milli Cephe’nin 144 maddelik Manifesto’sunda “Kadınların haklarını savunmak; kadınları temel özgürlüklerinden yoksun bırakmak isteyen İslâmcılığa karşı mücadele etmek; erkeklerle kadınlar arasında eşit ücreti sağlamak için ulusal bir plan oluşturmak ve mesleki ve toplumsal güvencesizliğe karşı mücadele etmek” hedefi yer almaktadır! Hollanda’nın faşist partisi PVV ise İslâm’da kadınlara yönelik şiddet üzerine raporlar hazırlamakta, zorla evlendirmelere, kadınların tecrit edilmesine, namus temelli şiddete, kadın sünnetine karşı çıkmaktadır. “Ancak sorun şuradadır ki parti kadına karşı şiddeti salt İslâmcı bir konu olarak görmektedir. Partinin Hollanda parlamentosundaki oy verme davranışına bakıldığında, kadın hakları için bir kez olsun parmak kaldırmadıkları görülür. Örneğin parti, kadınlara karşı şiddetle mücadeleyi öngören İstanbul Konvansiyonu’nun ve kadın sünnetiyle mücadeleyi öngören bir yasa önerisi aleyhine oy kullanmıştı.”[23]

İsviçre’de faşistlerin “minarelerin yasaklanması” yolundaki kampanyası da “kadın hakları savunusu” kisvesiyle yürütülmüştü: Propagandaya göre camiler “kadınlar üzerindeki tahakkümü ve ayırımcılığı onaylayan” erkek-egemen Müslüman mekânlardı.[24]

Avrupa’nın neo-faşist partileri, Müslüman kadınların “tesettür”ünün İslâm dünyasında kadınlar üzerindeki eril tahakkümün göstergesi olduğu konusunda tam bir görüş birliği içindedir. Ancak bu kadarla da kalmaz; tesettür, aynı zamanda Avrupa kültürüne, Avrupa değerlerine de bir saldırı, bir çeşit “sinsi istila aracı”dır. Böylelikle örneğin Hollanda’nın PVV’sinin kötü şöhretli lideri Geer Wilders, “Hollanda kültürünü kirlettiği” için başörtüsüne vergi uygulanmasını önermektedir![25]

Evet, “Batı Avrupa’da sağcı popülist (siz “neo-faşist” diye okuyun!) partiler toplumsal cinsiyet eşitliğini grubun modernliğinin göstereni ve Yahudi-Hıristiyan Avrupalı kimliğini koruma mücadelelerinde bir araç olarak kullanmaktadırlar. Göçmen-karşıtı, AB-karşıtı ve elit-karşıtı duyguların harekete geçirdiği kampanyalarda, kadınların bedenleri ulusal kimliğin anahtar savaş alanı hâline gelmiştir.”[26]

Göçmen (ve İslâm) karşıtı savaşımlarında “kadınların eşitliği” Avrupa’nın faşist partileri için değerli bir retorik araçtır; bu doğru… Peki ya gerçekte? Bir kez daha soralım: Faşizm gerçekten de “feministleşmekte” midir?

Avrupa’nın Neo-faşizm(ler)i ne kadar “Feminist”?

Bu sorunun yanıtı, net bir “Hayır”dır. Avrupalı neo-faşistler İslâm karşısında hızlı “kadın hakları savunucusu” pozuna bürünseler de, “kadın sorunu”nun “Aşil Topuğu”nu oluşturan başlıklarda, iki savaş arasındaki seleflerini hiç de aratmamaktadırlar.

Bu başlıklardan en önemlisi, “aile”dir. Ve aile, Avrupa’nın tüm neo-faşist partileri için temel bir değerdir; tümü “ailenin güçlendirilmesi”nden yana olduklarını bildirmektedir. Örneğin Danimarka’nın Halk Partisi’nin programında, “Danimarka ailelere sunduğu koşullara bağımlıdır,” denilmektedir. “Koca ile karı ve çocuklar arasındaki yakınlık bağları, Danimarka toplumunun taşıyıcı sütunlarıdır ve ülkenin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır…”[27]

Benzer biçimde Hollanda’nın PVV’si de ailenin ve çocukları yetiştirmenin öneminin altını çizer. Her iki parti de ailelerin çok sayıda çocuk sahibi olma konusunda teşvik edilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Neo-faşistler kürtaj konusunda da fena hâlde “gönülsüz”dürler. PVV kürtaj için süre sınırının kısaltılmasını ve kürtaj masraflarının taliplere yüklenmesini savunmaktadır. Danimarka Halk partisi ise,

kürtajın bir “hak” olduğunu teslim etmekle birlikte, “bu kadar çok insanın kürtaj olmayı seçmesinden kaygı duyduğunu” bildirmektedir. Her iki parti de cinsiyetler arası eşitliği kabul ettiğini bildirmekle birlikte, devletin bu konuda herhangi bir rol oynamasını, pozitif ayırımcılığı reddeder.

Ne Danimarka Halk Partisi, ne de Hollanda’nın PVV’sinin “yerli” kadınların hak ve konumlarını ilerletmek gibi bir gündemleri yoktur. Ve Mudde ve Kaltwasser’in deyişiyle, “tüm retoriğe karşın, bu tartışma sağcı popülist partiler için cinsiyetler arası eşitlikten çok, ulusal kültür üzerinedir.”[28]

Almanya’nın AfD’si ise, Kuzeyli muadillerine göre, kadınların eşitliği konusunda daha “sert”tir: Ailenin korunmasının siyasal odağı olduğunu açıkça beyan edip, geleneksel cinsiyet rollerini tahrip ettiğini ve toplumun “cinselleştirilmesini” teşvik ettiğini düşündüğü cinsiyetler arası eşitliğin anaakıma taşınması konusundaki girişimleri durduracağını, toplumsal cinsiyet araştırmalarını sonlandıracağını ilan eder. AfD toplumsal cinsiyetler arası eşitlik, evlilikte eşitlik yasası ve LGBT haklarına karşı protestoları etkin biçimde desteklemektedir. Hükümetin prezervatif kullanımını teşvik politikalarına da karşı çıkarken, bunun yerine “gönüllü bekarlığı”n teşvik edilmesini savunur. AfD’ye göre kadın istihdamı “kariyer sahibi kadınları anne ve ev kadınlarından üstün tutan feminizmin yanlış anlaşılmış bir görüşüdür.” Kadın ancak ailenin mali durumu gerektiriyorsa çalışmalıdır.

AfD (eşcinsel kadın liderine karşın) aynı zamanda homofobik bir partidir. Parti programına göre, “toplumsal cinsiyet eşitliğini ana akıma dâhil etme çabalarının ideolojik etkisi gibi, sınıflarda eşcinsellik ve transseksüalite üzerine tek yanlı vurgu da reddedilir. Geleneksel aile imgesi zarar görmemelidir. Çocuklarımız okulda gürültücü bir azınlığın cinsel yöneliminin oyuncağı olmamalıdır.”[29] AfD’ye göre çekirdek heteronormatif aile ülkenin gerileyen doğurganlık oranını tersine çevirebilir; çocuk sahibi olmak kişisel bir “tercih” değil, anavatana karşı bir “görev”dir… Tabii “yerliler” için!

Nüfusu (tabii ki “yerli” nüfusu) arttırma isteği, Avrupa’nın tüm neo-faşist partilerince paylaşılmaktadır. Fransız Milli Cephe’si çok çocuklu “Fransız” çekirdek ailelere vergi desteği sağlayacağını vaad eder. Kürtaj konusu parti içinde de tartışılmaktadır, çok sayıda üye, kürtajın devlet tarafından finanse edilmemesi gerektiği görüşündedir. Marine’in yeğeni Marion Maréchal Le Pen tarafından temsil edilen kanat ise tüm aile planlaması uygulamalarına karşıdır.

Bunun yanısıra, Fransız Milli Cephe de, Alman AfD de, Hollandalı PVV de kadın kotasına şiddetle karşıdır.

Neo-faşizm, Batı Avrupa’dan uzaklaşıldıkça ve iktidara yaklaştıkça, daha antifeminist bir konum edinir. Örneğin Orban’ın Macaristan’ında üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet araştırmaları yasaklandı, tüm mali destekler geri çekildi, bütün akreditasyonlar kaldırıldı. Brezilya’da devlet başkanlığına seçilen Bolsonaro bir adım daha atarak öğrenim kademelerde “toplumsal cinsiyet” ve “cinsel yönelim” terimlerinin kullanılmasını yasaklayan bir yasayı getirdi gündeme. Ve bundan böyle eğitim sistemine aile değerlerinin damgasını vuracağını ilan etti…[30]

Neo-faşizmin, “muhafazakâr değerler”in, ailenin, dinin, geleneklerin kutsandığı genel bir sağcılaşma iklimiyle uyumlu olduğu ve bu iklimi destekleyecek, güçlendirecek ve radikalleştirecek bir strateji izlediğini söyleyebiliriz. “Uygarlık değerleri”ne sahip çıkıyormuş, “kadın hakları”ndan yanaymış gibi gözüküp, kadınların özgürlüğü ve eşitliği aleyhine işleyen muhafazakâr iklim… Böylelikle, örneğin kürtaj sivil toplum içinde tartışmaya açılabilmekte (Fransa, İtalya, Almanya, Romanya, Hırvatistan…) insan ve kadın hakları örgütleri kovuşturulmakta, görmezden gelinmekte, mali kaynakları kesilmekte, hatta saldırılara uğramakta.[31] Tüm Avrupa’yı saran aile odaklı söylem ve politikalar geleneksel cinsiyet rollerini güçlendirirken kadınları da iktisadi açıdan kocalarına bağımlı kılmaktadır. Genel eğilim, kadınları anneliğe yönlendirirken annelikle profesyonel yaşamı bağdaştırmak gittikçe zorlaştırılmaktadır. Anneliğe teşvik ise, annelere kurumsal destek sağlamaktansa, doğumlarda bir kereliğine verilecek ödüllerle sınırlandırılmaktadır. Ve çekirdek aileye sağlanan destek, LGBTI bireylerin ve tek ebeveynli ailelerin ayrımcılığa maruz kalması anlamına gelmektedir genellikle…[32]

Sonuç olarak, günümüz “popülist aşırı sağ” parti ve hareketlerinin “kadınsı” yüzünü, kimi kuramcıların ve kamuoyu oluşturucularının yaptığı üzere onları faşizmden ayıran bir “olumluluk” olarak görmek, “aşırı doz” bir iyimserlikten öte bir anlam taşımaz. Şu unutulmamalıdır: “Popülist aşırı sağ” olarak nitelenen parti ve hareketler, tüm potansiyellerini tüketmiş değillerdir, hatta denilebilir ki henüz yolun başındadırlar. Nereye varabilecekleri, kendilerini var eden krizin boyutları ve karşılaşacakları toplumsal direnişin gücüyle bağlantılı bir olasılıklar dizisidir.

Bu, onların kadın politikaları için de böyledir. Nihayetinde “feministlikleri” kadınların eşitliğine adanmışlıklarından değil, İslâm’a karşıtlıklarından kaynaklanmaktadır ve onunla sınırlıdır. Yoksa ultra

milliyetçiliğin ve faşizmin tüm varyantları gibi, onlar için kadınların hak ve özgürlükleri, korporat bir toplumun en küçük birimi olarak gördükleri aile için feda edilebilir bir şeydir.

“Ya bu parti ve hareketleri yöneten ve destekleyen kadınlar” mı dediniz? Matheus Hagedorny’nin deyişiyle onlar, “özgür seçim haklarını her türlü özgürleşmeye karşı kullanan” “anti-feminist cephe” kadınlarıdır![33]

4 Mayıs 2019 14:04:18, İstanbul.

N O T L A R [1] 24 Mayıs 2019 tarihinde İstanbul Özgür Üniversite’de yapılan konuşma… Kaldıraç No:215, Haziran 2019… [

2] Platon.

[3] Naomi Wolf, “Fascism with a feminist face”, Project Syndicate, https://www.project-syndicate.org/commentary/naomi-wolf-examines-the-rise-of-women-to-leadership-positions-in-major-far-right-european-political-parties?barrier=accesspaylog

[4] Aktaran: Martin Durham, Women and Fascism, Londra-New York, Routledge, 1998: 18.

[5] Aktaran: Wilhelm Reich; Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, (Çev. Bertan onaran), İstanbul,1979, s.94.

[6] Aktaran: Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, 1992: 41.

[7] Victoria de Grazia, How Fascism Ruled Women, Italy 1922-1945. University of California Press, ss.174-178.

[8] Hakan Akman, “Faşizm ve “Kadın Ailede Güzeldir”, http://www.angelfire.com/oz/sosyo/fasizmvekadin.htm

[9] Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, (Çev. Cemal Süreya), İstanbul,1979, s.129

[10] Macciocchi, s.113.

[11] Oğuzhan Ekinci, “Nasyonal Sosyalizm Döneminde Kadınlar”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Aralık 2018 22(Özel Sayı), s.2917.

[12] William A. Pelz, A People’s History of Modern Europe, Pluto Press, 2016, s.129.

[13] Macciocchi, s.130.

[14] Cynthia Miller-Idriss ve Hilary Pilkington, “Women are joining the far right – we need to understand why”, The Guardian, 24 Ocak 2019.

[15] Umut Erel, “Saving and reproducing the nation: Struggles around right-wing politics of social reproduction, gender and race in austerity Europe”, Women’s Studies International Forum 68 (2018), s.174. [16] “Popülizm”, Batı akademia’sının ve liberal kamuoyu oluşturucuların Avrupa ülkeleri ve ABD’de yükselişine tanık olduğumuz “neo-faşist” parti ve hareketlere, “politik doğruluk” adına yönelttikleri niteleme. Bu nitelemenin bir eleştirisi için bkz. Sibel Özbudun, “Maskeli Faşizm: Popülist Aşırı Sağ”.

[17] Susi Meret and Birte Siim, “A Janus-faced feminism: Gender in women-led right wing populist parties” 2017 European Conference on Politics and Gender (ECPG), 8-10 Haziran 2017, Lausanne Üniversitesi, İsviçre.

[18] Ruth Wodak, The Politics of Fear. What Radical right Wing Populism Means, Londra, Sage, 2015, s.1.

[19] Dorit Geva, “Daughter, Mother, Captain: Marine Le Pen, Gender and Populism in the French National Front”, Social Politics: International Studies in Gender, State & Society, jxy039, https://doi.org/10.1093/ sp/jxy039

[20] Akt. Geva. [

21] Adolf Hitler’in 18 Eylül 1922 Münih konuşması, Adolf Hitler Collection of Speeches, (1922-1945), s.29.

[22] Suvi Keskinen, “The ‘crisis’ of White hegemony, neonationalist femininities and antiracist feminism”, women’s Studies International Forum, 68 (2018), s.160. [

23] Matilda Fleming, Oriane Gilloz, Nima Hairy, “Getting to know you: mapping the anti-feminist face of right-wing populism in Europe”, Open Democracy, 8 Mayıs 2017, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/mapping-anti-feminist-face-of-right-wing-populism-in-europe/ ,

[24] U. M. Vieten, “Far Right Populism and Women: The Normalisation of Gendered Anti-Muslim Racism and Gendered Culturalism in Netherlands”, Journal of Intercultural Studies, 37(6), 2016. [

25] Liza Kane-Hartnett, The Populist Right in Western Europe, Part 1 – Women’s Bodies and National Belonging, Mayıs 2018, https://centreforfeministforeignpolicy.org/ journal/2018/5/6/ the-populist-right-in-western-europe-part-1-womens-bodies-and-national-belonging

[26] A.y.

[27] Cas Mudde ve Crıstóbal Rovira Kaltwasser, “Vox Populi or Vox Masculini? Populism and Women”, Patterns of Prejudice, 2015, Vol. 49, Nos.1–2, 16–36, http://dx.doi.org/10.1080/0031322X. 2015.1014197

[28] Mudde ve Kaltwasser, a.y.

[29] Matilda Fleming, Oriane Gilloz, Nima Hairy, “Getting to know you: mapping the anti-feminist face of right-wing populism in Europe”, Open Democracy, 8 Mayıs 2017, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/mapping-anti-feminist-face-of-right-wing-populism-in-europe/

[30] Mari Lilleslåtten, Podcast: A threat to academic freedom is a threat to women’s rights, 19 Kasım 2018, http://kjonnsforskning.no/en/2018/11/threat-academic-freedom-threat-womens-rights

[31] “Macaristan’da kadın ve insan hakları grupları sürekli saldırı altında, tehditler alıyor ve hayatta kalabilmek için mali kaynakları bulmakta zorlanıyorlar. Haziran 2017’de kabul edilen yeni “Sivil Toplum Örgütleri” yasası sivil toplum örgütlerinin yabancı fonlardan yararlanmasını yasakladı. Ülkede bağımsız medya kalmadı, ve tek partinin tüm siyasal yaşama egemen olması, iş bulabilmek ve diğer avantajlardan yararlanabilmek için kişinin mutlaka parti üyesi olması gerektiği anlamına geliyor. Ülkede aynı zamanda insanların başka ülkelere göç etmek zorunda kaldığı bir beyin göçü yaşanıyor. Polonya’da medya artan ölçüde hükümetin denetimi altına giriyor ve hükümet de bu denetimi kadın ve insan hakları konusunda kamuoyunu biçimlendirmek üzerekullanıyor. Yetkililer bürolarını basarak kadın hakları örgütlerini taciz ediyor ve yeni yönetmeliklerle ülkede gösteri hakkı kısıtlanıyor. Hırvatistan’da sağcı politikacılar, hükümet-dışı örgütlere yönelik devlet desteğinin kesilmesi için çaba gösteriyorlar.” (Feminist Initiative, “Feminist Responses to Growing Nationalism in the European Union    https://feministinitiative.eu/assets/uploads/2018/05/feminist_responses_to_growing_nationalism_in_the_eu_a4_digit.pdf)

[32] Feminist Initiative, a.y.

[33] Matheus Hagedorny, “Anti-feminist front women”, https://www.movingdocs.org/anti_feminist_front_women

İlginizi Çekebilir

Nurten Ertuğrul: Z kuşağı ve seçimler
Osman Aytar: Peki kafanızdaki Kürdistan’ı ne yapacaksınız?

Öne Çıkanlar