Politik gündemde hızlandırılmış bir zamana geçtik sanki. Baş döndürücü bir hızla akıyor saatler. Kaderimize hükmetmeye çalıştığımız bir süreçte, kaderimize hükmetmek isteyenler öylesine hızlı ve öylesine sürekli değişen dengeler üzerinde hareket ediyorlarki, değil günlük yorumlar, anlık yorumlar bile yeniden yorumlanma gereksinimi duyarak geride kalıyorlar.
Türk devleti her düzeyde ve ilgili her ülkeyle sürekli görüşerek Kurdistan’a yeni ve daha kapsamlı saldırılara ve işgal ettiği alanlarda kalıcılasarak sınırlarını genişletmek politikasına izin almak için artan bir çaba içinde zamanı hızlandırmış bulunuyor. Öte yandan artık her Kurdistanlının bile görebildiği bir şekilde, değişmeyen politikasını yeniden uygulamaya çalışıyor. Kürtler arasında bir savaşı inceden inceye körüklüyor. Maalesef bu körükleme çabasının büyük bir yangına dönüşerek sonuç almaya doğru gittiğini görüyoruz. Tarihi geçmişimizin ihanet, işbirlikçilik ve kendi içindeki iktidar kavgalarıyla dolu olduğunu unutarak yeniden yaşamaya mahkum olmak üzereyiz. Nasılki bugün, geçmişe bakarak kuşaklar önceki lider veya yöneticilerimizin yaptığı hataları okuyup “nasıl böyle yapabildiler” diye şaşkınlıkla anlama güçlüğü çekiyorsak, bu gidişle de bundan bir iki yüzyıl sonraki kuşaklar bizlerin yaptıklarınayaptıklarına bakıp aynı şaşkınlığa uğrayacaklardır.
Bölgede ağırlığı olan ülkelerden başta ABD, İngiltere ve Rusya ile kimi zamanda Avrupa Birliği ülkeleriyle zaman zaman işbirliği, zaman zaman da çıkar çatışması yaşasa bile Türk devletinin Kurdistan üzerinde uyguladığı politikaların bu devletler tarafından kesin bir şekilde mahkum edilip yaptırıma uğramadığı gerçeğinden hareket ederek buna uygun bir politik adım atmak gerekiyor. Daha Kıbrıs’ın işgal edilmesinin (bir süre devam eden silah ambargosunu saymazsak) kınanması dışında bir adım atmamaları, Türk devletinin bu devletler açısından ne derece ihtiyaç veya çıkarlarına uygun olduğunu bize göstermektedir. Erdoğan’dan önce iç ve dış politikada “acaba bedelini ödeyebilir miyiz” çekincesiyle atılmayan adımlar, Erdoğan’la birlikte anlamını yitirdi. Kabul etmek gerekirki, Erdoğan, uluslarası dengeleri iyi okuyarak başta S400 olmak üzere aldığı bir çok riski göğüsleyebildi. Elbette şu gerçekliği de bir yere yazmak gerekir; alınan bu kararların bedelini er ya da geç mutlaka ödeyecektir. Sınırları yeniden çizilmeye, devlet ve yönetici yapısının yeniden değişmeye aday olan ülkelerin yer aldığı bu coğrafyada emperyalist devletlerin yanında emperyal heveslerle koşmak için sağlam bir ekonomi, ulusal birlik ve bozulmamış bir devlet bürokrasisi gerekiyor. Bunların hiçbirine sahip olmayan Türk devletinin şimdiki üstün başarıları ! bir süre sonra felaketine giden yolun döşenmiş taşları olarak görülecektir. Nasılki, Pehlevi, Noriega, Saddam ve daha benzerleri “dünya bizi kıskanıyor” naralarıyla dünyaya kafa tuttuğunu sanıp bedelini ödedilerse, hiç kuşkusuz Erdoğan da ödeyecektir, hem de misliyle.
Bir yandan sömürgecilerle savaşıyoruz, diğer yandan kendimizle. Ulusal kurtuluşa giden yolda ilk yapılması gereken bütün ulusal direnişi bir çatı altında toplamak olmalıdır ancak biz bu aşamadan cok uzaktayız. Kongre, cephe veya konsey olarak geçmişte örneklerini gördüğümüz bu birleşim, ulusların kurtuluş mücadelelerinin dünya halkları ve devletleri tarafından tanınmasının önünü açtı. Bu oluşumlarda yer alan askeri ve siyasal yapılar tüm güçleriyle katılır ve mücadelede yer alırlar. Geçmişte bu konuda umut vaad eden kongre kararı ne yazık ki sonuca ulaşamadan yarıda kaldı.
Güney Kurdistan’a kurulan askeri üsler her yurtseverin haklı olarak tepkisini çekmektedir. Kendi toprağını sömürgecisine açmak, her devirde “suç” olarak kabul edilir. KDP’nin bir süredir daha üst boyutta Kurdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı yaptığı açıklamalar gittikçe pratiğe dökülmekte, her seferinde deyim yerindeyse ipi kopma noktasına getirmektedir. Bir bütün olarak KDP’nin veya Güney halkımızın Türk devletiyle kopmaz ilişkiler kurduğunu söylemek doğru olmaz. İçlerinde mutlaka yurtsever anlayışı taşıyanlar, bu ilişikleri yanlış bulanlar da vardır.
Yapılması gereken öncelikle ulusal bir yapı oluşturmaktır ancak bu noktaya gelebilmek için ilk adım bir iç savaşın engellenmesi olmalıdır. Geçmişte oluşturulan heyetin sınır kapısında tutulması, KDP’nin yeni bir heyet oluşturulması durumunda aynı tavrı göstereceğinin ilanıdır. Öte yandan Kurdistan’ın tüm parçalarında ve Avrupa’da “uyarı diline de dikkat ederek” Kürt halkının alanlara çıkması belki sonuç almak konusunda başarı sağlamayabilir ama bir irade beyanı olarak ortaya çıkar. Başat iki güce baktığımızda Kurdistan Özgürlük hareketi yapıcı bir dille adım atmaya özen gösteriyor, buna karşın KDP üst düzeyde olmasa bile alt düzeyde keskin ve saldırı dilini kullanarak açıklamalarda bulunuyor. Politikada bir saat içinde bile alınan kararlar değişip farklı bir mecraya doğru yol alabilir. KDP’nin Türk devletine üs alanları açması, genel bir saldırının taşlarını döşemesi tutkuya dönüşmüş bir iktidar saplantısını gösteriyor. “Ben iktidar olayım da” anlayışı hepimizi bir sona götürmek üzere. Elbette sadece KDP değil, dünyadaki her siyasal oluşum bu anlayışı kendi açısından hayata geçirmeye çalışır ancak söz konusu olan kurtuluşu sağlanmış bir ülkede iktidar olabilmek değil, sömürgecilere bile direnmeden kendisine bahşedildigi sanılan küçük bir alanda iktidar olabilmekse bu ağır bir bedel gerektiren bir tutumdur.
Bölgedeki güçlerin açık veya gizli yürüttüğü bir savaş var ancak bu doğrudan doğruya bizim savaşımız değildir. Bizim açımızdan gerçekliği olan tek savaş, ülkemizin kurtuluş savaşıdır. Çıkarlar gereği i̇deolojik anlamda karşı olduğumuz güçlerle zaman zaman ittifak yapılması en doğal hakkımızdır. Fakat bu çıkarları gözetirken kendi içimizdeki olası bir savaşın çıkmaması gerekir. ABD’nin “para yardımını kesme” ve Hollanda’nın Hewler başkonsolosunun “uluslararası desteğinizi kaybedebilirsiniz” açıklaması KDP açısından üst düzeyde bir uyarı olarak anlaşılmayıp Türk devletine daha da sarılmak tavrına devam edilirse sonuçta bir aile partisinin çıkarları uğruna feda edilmiş bir halk gerçeğiyle karşı karşıya kalacağız.
Bölgede devam eden savaşın bir çok boyutu bulunmaktadır. Emperyalist güçlerin kendi aralarındaki savaş sürerken, bizi asıl olarak ilgilendiren savaş ülkemizde süren savaştır. Bu savaşın da iki tarafi vardır: sömürgeciler ve direnişçiler. Ortada yer alınacak bir tutum yoktur.