Farkında olalım veya olmayalım hayatımızı i̇deolojik tutumlarımız belirliyor. Çünkü ideoloji, bütünlüklü bir dünya görüşünün ifadesidir. “Ben politikayla uğraşmıyorum” demekle bir yere varılmıyor. Her koşulda politika hayatımızın içinde ve hayatımızı belirliyor.
İktidari elinde tutan hakim ideoloji kitlelere sürekli olarak iki şeyi vermek zorundadır: birincisi şu an iyi koşullarda yaşamasalar bile sabır ve fedakarlık ederlerse gelecekte iyi bir yaşama sahip olacaklarının umudunu, ikincisi ise bu iyi yaşamın önünde engel olan bir düşmanın varlığını bilmelerini. Bu nedenle her toplumsal yapı bu iki sunum arasında günlük yaşamlarını sürdürmek zorunda kalırlar. Ancak bütün toplumsal yapılar doğal olarak yekpare bir anlayış üstüne kurulmazlar. Kendi içlerinde başta sınıfsal olmak üzere farklı farklı bölümlerden oluşurlar. Bu toplumsal yapının içinde yer alan yoksullar hem en ağır şekilde ezilirler, hem de en üst düzeyde umut beslerler. Bu katlanılmaz durumu ortadan kaldırmak için baş kaldıranlar çoğunlukla bu kitleler tarafından dışlanırlar.
Yaşamlarından memnun olmayan kitleler, nedense toplumdan ayrıldıklarında birey olarak şikayet oranları yükselmekte ama bir araya geldiklerinde kitlenin içinde suskunluğa gömülüp, baş kaldıranlara yönelik öfkeyle veya acımayla bağ kurarlar. Öfkelidirler, çünkü: baş kaldıranlar onlara gerçeği yüksek sesle haykırırlar ve onları baş kaldırmaya davet ederler. Oysa çoğunlukla bireyler gerçeğin olmasından değil, dile getirilmesinden rahatsız olurlar. Çünkü gerçekliğe aykırı davrandıklarını bilirler. Kendilerine gereken sadece verilmesi gereken bir umut ve sahte gerçekliklerini korumak adına bir düşmandır. Böylelikle sosyolojide uyum ve çatışma kavramları vücut bulur.
Uyum gösterenler aslında korkunun hükümranlığına teslim olanların grubudur. Temel olarak yaşamlarının değişmesine duydukları korkudan kaynaklı olarak adım atmaya çekinirler. Bir yandan yaşamlarının mutsuzluğu, diğer yandan bireysel (işini, evini kaybetmek, iktidar tarafından cezalandırılmak gibi) kaygılar hayatlarına yön verir. Çatışma grubunda yer alanlar ise bu yaşamın sürdürülebilir bir kader olmadığını, temelinde i̇deolojik bir iktidar egemenliği çatışması olduğunu bilirler ve buna yönelirler. Bunun için örgütlü bir çalışmanın gerektirdiği koşulları oluşturup devletin vahşetine karşı mücadele ederler. Devletin ve toplumun karşısında yarını yaşayabilmek için bugünden mücadele ederler.
Öte yandan modern toplum sürekli korku üretir çünkü diyalektiğin sürekliliği daha hızlı gelişir ve üretim güçleri üretim ilişkilerini yeniden ama yeniden kurar. Bu anlamda korkunun aynasına baktığımızda öngörülemeyen, daha önce karşılaşılmayan değişimleri görürüz. Bireysel korkuların toplumsal korkulara dönüşmesi genel anlamda hayatımıza yön veren egemen ideolojinin yapısından kaynaklanır. Bireyleri korkutmak yerine, toplumu korkutmak daha sonuç alıcıdır, çünkü toplum bireylerden oluşur ve ortak hareket eder.
Kurdistan özgürlük mücadelesi de benzer bir şekilde yürümektedir. Korkuya teslim olmuş yığınlar ve o korkunun duvarını yıkmak için mücadele eden örgütlü yapılar. Türk devleti kuruluşundan itibaren bir korku devleti olarak iktidarı elinde tutan bir avuç oligarkın yönetiminde ancak bu oligarka yön veren temel ilkeler doğrultusunda oluşmuş, demokratik olmayan, faşizan bir yapıdır. O temel ilkeler “çatışan grup” açısından biliniyor ancak “uyum grubu” açısından yeni yeni biliniyor. Tekçi anlayışı savunan kuruluş iktidara kim gelirse gelsin, hatta iktidara adaylar açısından bile tekçi iktidar biraz düzeltilmek adına kabul ediliyor. “Türklük Sözleşmesi” denilen bu ilkeler asla değişmiyor, değişmek bir yana asla esnemiyor bile. Siyasal mücadele edilirken kullanılan kavramlar iktidar elde edildiğinde uygulanacak politikayı da önceden anlatır. Iktidar mücadelesi yürütülüyorsa ya iktidarı teslim alırsınız, ya da iktidar sizi teslim alır. Öyle “ortak yaşayalım, yaşadıklarımızı unutmaya çalışalım” demenin bize yararı yoktur ama iktidara vardır. Hele ki bu anlayış toplumsal yığınları tarafsız konuma getirmek adına yapılıyorsa baştan bilinmelidir ki o yığınlar asla tarafsız değillerdir. Bu bağlamda Türk halkı ne demokrat, ne hak bilir, ne de vicdana sahiptir. Örneğin Türk askerlerinin uyguladığı vahşet medyaya sürekli yansıyor. Böyle bir vahşeti uygulayabilmek için her türlü insani değerden yoksun olmak gerekir ki; zaten yoksunlar.
Kurdistan halkları korkunun hükümranlığını henüz tam anlamıyla kırmış değil, henüz kendi kaderini kendi eline almaya hazır değil. Hazır olsaydı zaten bir bütün olarak katılırlardı. Tarihsel örnekleri de böyledir. Halklar sosyal ve siyasal değişimlerin alışkın oldukları yönetimine kolay katılırlar. Örneğin “seçimleri” aynı kategoride değerlendirir ve katılırlar, oysa seçimler değişimin anahtarı olma özelliğini kolay kolay kazanmazlar. Seçimlere duyulan ilginin harareti iktidara yönelik kavgaya gelince düşüyor. Ve bu durum kuşaktan kuşağa alışılan bir kaderciliğe dönüşüyor. Ote yandan nedense kendileri için mücadele edenlere karşı “eylem kırıcı” görevini doğallığında üstleniyorlar. “Siz mi değiştireceksiniz, önceden deneyenler de oldu, gücünüz yetmez” türünden gönüllü iktidar savunması bir hat oluşturuyor. Sınıfsal mücadelelerde bu anlaşılabilir bir durumdur. Yoksulluktan zenginliğe çabuk geçeceğini umut eden bireyler bu gerekçenin arkasına sığınarak mücadeleye katılmayabilirler, ancak ulusal mücadeleler böyle değildir. Kimliğinizden kaçamazsınız. Siz unutsanız bile iktidardaki egemen kimlik unutmaz. Yoksulluktan zenginliğe geçer gibi, Kürt olmaktan Türk olmaya geçemezsiniz.
Korkunun hükümranlığı yıkılmaz değildir. “Bin yıllık bir çınarın fiske vuruşuyla yıkılması” mümkündür. Yeter ki halk kendi kaderini kendisinin yazması için karar verip ayağa kalksın, yeter ki korkunun hükümranlığını yırtıp atsın.