“Bir ses oldum hep duyulmasını isterim. Bir resim çizdim hep görülmesini isterim. Ülkeme, dünyaya, evrene…”
Sırların keşif merhaleleri vardır. Her bir aşaması ayrı bir dert, ayrı bir meşgale, ayrı bir kavga… Aralarda boşluklar vardır ki bu boşluklarda debelenmek en beteridir, ‘intihar çağrıştırır.’
Kitabın ortasından söylemek gerekirse; oysa sakladıkları bir sır yoktur sırrı fısıldayanların –hatta sırrı bağıranların. Ve her şey ayan beyandır, sabrı çekip kendini bilene.
Hem şu iletişim çağında kim sağır, kim kör, kim bilmiyor ki? Kim, kimin elinden kaçırmış -keçi derisine yazılmasa da- o kutlu sahifeleri? Demek ki artık mesele bilmek-bilmemek olmaktan çoktan çıkmış; mesele kendini konumlandırmayla alakalı, nasıl yaşamakla alakalı…
Yoksa yeniden keşfetmeye gerek yok: ‘Yanlış hayat, doğru yaşanmıyor.’
Kimse emeklemeye, yürümeye, koşmaya; nefesini kesmeye, nefes vermeye engel değil. Duymaya, görmeye, koklamaya, utanmaya, kendini düşünmekten takatsiz bırakmaya da…
Bir de daha sırrın çeperlerine bile değmemişken yaşanan coşkunluklar, pençesine düşülen ‘tarihi kendinden başlatma’ hastalıkları, popülizme kapılıp sırra ihanet etme, sırrı paraya tahvil etme gibi ‘korkunçluklar’ var ki, elbette bunların hakikatle de, hakikat yolculuğu ile de hiçbir ilgisi yok.
Bunlar apaçık yabancılaşmadır, kirlenmedir, ne yazık ki…
“Ee ama her şey böyle!”
“Ee ama artık herkes böyle!”
“Ne yapalım?”
Daha ileri götürüp “Ama çağın dokusu bu,” diyenler de var ki onlar da çok ayrı bir edebi-ahlaki vaka…
Bakın bu cümleler hep yaptığına referans verme, yaptığını meşrulaştırma gayesi ile kuruluyor. Yani ‘evet yanlış ama ne yapalım,’ demeye getiriliyor, ‘akıntıya’ teslim olunuyor.
Kimisi de buna güle oynaya gidiyor. Hiçbir şeyi dert etmiyor, hiçbir şey haysiyetine dokunmuyor.
Oysa hakikat bir onur meselesidir.
Ahmed Arif’in şiiri “namus işçiliği” olarak nitelemesi gibi…
Tıbbiyelilerin “Hipokrat Yemini” gibi…