Son yerel seçimlerde kalubeladan beri “en iyi ikinci” olma konforuna angaje olmuş CHP, birdenbire kendisini öne itilmiş gibi hissetmiş midir acaba?
Neyse ki yorgun muhalefet, 28 Şubat’tan bu yana “İslamcılara karşı Kemalistler” seçeneğini hiç terk etmiyor da CHP’nin şaşkın, yalpalayan çizgisi pek fark edilmiyor.
23 Nisan resepsiyonundan başlayarak tüm toplum Özel- Erdoğan siyasal flörtünü konuşuyor, anlamlandırmak için çabalıyor, medya herbokologları saçmalıyor.
Ortada dişe dokunur tek bir analiz var mı sizce? Yapabilecek kapasitede olanlar da CHP’nin dönüşmesini beklentisiyle, analiz yerine temennilerini anlatıyor gibi görünmüyor mu? Umudu kendi dışımızda her yerde arar gibiyiz.
Mevcut durumu yorumlamak, Cumhuriyet denilen askeri diktatörlüğün temel dinamiklerini hatırlamadan, tarihi bağlamdan koparak mümkün mü?
Kısaca, kuşbakışı hatırlayalım; İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) 1912 de “Hristiyanlara çökelim, İslamcıları yanımıza alalım” diyerek tarihi bir dönüşle Türkçü/İslamcı yola girmiş; soykırımlarla Müslüman olmayan bütün ahalinin servetine çöküp, ganimetler dağıtıldıktan sonra “Cumhuriyete” açılmış; Kuruluş sonrası İslamcıların kellesini almış; sonra da Kızıl başlarla, Kürtler kılıçtan geçirilmişti.
Omurgasını askeriyenin oluşturduğu devlet altında, “aklı alınmış” toplum, uzun süre sinik bir tebaa olarak günü kurtarmayı öğrenmeye başlayacaktı.
Temel Siyasal Denklemin dönüşümü
Bütün bu sürecin sonunda toplumda karşılığı olan iki ana akım kalmıştı, Kemalistler ve İslamcılar.
Sivil/Asker Kemalistler baba evi üzerinden (CHP) ekonominin yüzde 70’ini oluşturan kamu işletmelerinde arpalıklarını oluşturmuş; İslamcılar ise Amerikancı olmuş, Demokrat partide kümelenmişlerdi.
“Solcular” Avrupacı, Sağcılar Amerikancıydı.
60 sonrası temel denklemde ciddi bir “sorun” çıktı. Denkleme kitlesel olarak devletçi radikal sol katılmıştı. TÜSİAD’ın beyin takımından Ali Koçman’ın itirafıyla “üstelik sermayeyi sollayarak. Hemen toparlandık, TÜSİAD’ı kurduk ve [askerin de yardımıyla] sizi solladık.”
1980 Askeri darbesi hem son yirmi yılda başa bela olan sol kitlesel yükselişi temizlemeye hem de Türk devletini “çağın gereklerine” uydurmaya endeksliydi.
Her iki hedefe de başarıyla ulaştılar.
Devletçi Sol olarak, tarihi bir yenilgiye uğratıldık. (1998 Berlin duvarının yıkılışıyla yenilgi hezimete dönüştü)
Türk Cumhuriyeti mimarisi ise Özal’ın direksiyonunda neoliberal küresel modele göre formatlanmaya başladı.
Tam “her şey küresel sermayenin arzusu istikametinde yoluna girmişken” temel denkleme beklenmedik bir parametre daha katıldı: Kürt Siyasi Hareketi. (Ya da Radikal soldan boşalan alanı bileğinin hakkıyla doldurdu, diyebilirim.)
Bundan sonraki süreçte –günümüze kadar- hem devlet katında hem toplum devlet arasında hem de toplum içinde, bu üç ana akım vektör, çatışmanın şiddetini, toplumsal siyasanın bileşkesini, gücü, yetenekleri ve aklı oranında belirleyecekti.
2002 denklemdeki İslamcı dinamiğin Batı’nın desteği ve aklıyla Avrupacılarla ittifak denemesiydi. Devlet sınıflarının uzlaşması sağlanamayıp, sert bir “iç savaş” başlayınca 2016 darbe matruşkasına geldik. Yumuşama da normalleşme de uygun bir sosyo-ekonomik zemin varsa mümkündür. Halka sus payı dağıtmadan normalleşme olmaz.
Ve Türk devlet sınıflarının beka korkusu bu kez çok ama çok gerçek.
Bekâ, kimin sorunu
Hatırlayacaksınız “Beka” tartışması Kürt siyasi hareketinin büyük bir hız ve kitlesellikle yükselişine denk düşer. Türklük sözleşmesinin ve Türk sömürgeci egemenliğinin tehdit altında olduğunu anlatan bu kod aslında her şeyi özetleme yeteneğine sahip.
20 yıllık İslamcı hegemonyanın ve devlet reorganizasyonunun sonunda gelinen nokta narko devlet; topyekûn ekonomik, sosyal, siyasi bir çöküşün eşiği.
Batı, 85 milyonluk bir pazarın dağılmaması, NATO içinde tutulması için çırpınıyor. Şangay beşlisinin eli de gördük ki gül dermiyor.
Üçüncü dünya savaşının fragmanlarını izliyoruz.
Bütün bunları akılda tutarak baktığımızda ‘Yeni Kapı Ruhu’nun yeniden canlandırılmaya çalışıldığı bir süreci izlediğimizi görmek için uzman olmaya gerek yok.
Bu kez tek fark, CHP “yanaşma” değil “birinci parti” olarak kadraja giriyor.
Türk devleti Osmanlı’dan yüz yıl sonra, tıpkı onun son dönemi gibi, ciddi bir bekâ sorunuyla yüz yüze.
Buna karşı, Son 15 yıldır evde her tür mezalimi, ahlaksızlığı yapan aç gözlü, sonradan görme “babamız” ‘fırıldak Ferit’in yerine şehir soylu “Özgür amca” sürülmeye çalışılıyor.
Oysa böylesi bir küresel, bölgesel ve yerel çoklu kriz karşısında bu partilerin hiç birinin, – kapitalist rasyoneller içinde – çözüm üretecek aklı yok.
Çünkü bu kez kapitalizmin küresel aklı krizde. (Fikret Başkaya’nın tabiriyle paradigma krizde.)
Yoksa niye üçüncü dünya savaşından söz edelim.
Kapitalizmin her çoklu krize girdiğinde ortaya çıkan aklın/seçeneğin adı da faşizm, iyi biliyoruz.
Hele bir de çöküşe geçen orta sınıflar, yoksunluk, sefalet ve ahlaki çürüme gibi mümbit bir toprak olmasın.
Ama unutmayalım kriz, potansiyel fırsattır, her fırsat potansiyel krizdir.
Böyle süreçleri yönetebilen kazanır.
Hemfikirsek, kendimize de temel soruyu soralım; bu süreci yönetebilecek, ‘ya bir yol bulacak ya bir yol açacak’ bilgi, bilim, akıl ve yeteneklerimiz ne durumda?