Cumartesi’ydi, vakit gece yarasına az vardı, Seyidsadık’ta öldürülen Hero Bahaddin ve Gülistan Tara’yla ilgili haberleri izliyordum. Her ölüm acı verir ama meslekten birilerinin ölümü daha bir acıdır; çantaları, not defterleri, fotoğraf makineleri aklına gelir; en son ne yazdı, en son ne okudu, en son hangi fotoğrafı çekti. Tam da bu konu beni sarıp sarmalarken, telefonuma bir ses düştü, biri, bir ses paylaştı, sonra sesle ilgili bilgiler geldi; Süheyla Taş, bir şarkı söylüyor: Süphan Dağı’nın Eteği. Şarkının hikâyesi oldukça buruk; Taş, başka bir tecrit zamanında açlık grevine giriyor, şarkıyı telefonda annesine okuyor: Bir salkım üzümden bir halkın şırası çıkıyor. Şarkıyı bir kez dinledim, bir kez daha, sabaha kadar döndüm durdum. Bir ara yıldızların muhafızıdır diye keyvana sığındım, yoktu, sese sarıldım yine: Dut ağacının ince kabuğundan sonra ipeğimsi bir zar vardır ve bu zarın üstündeki tabaka keskin bir bıçakla alınır, karılır, merhem olurya; öyle geldi bu ses, gün içinde kim ne dedi, kim ne konuştu hiç duymadım, öyle sardı ki beni, bu sesten başka bir ses duymadım, ses bana, “yanındayım” dedi, kara nefeslerden korkmayıyım diye de ateşime yedi iklimin üzerliklerini yaktı, gam neydi ki? “Sese kulak ver” dedim, ses götürecek seni bir yere, zaten bu sesten başka nereye ve kime gidebilirim ki… Bu ses kapımdır, halkımın ruhudur, ruhumdur. Tarihim bu sestir. İyi bilinir tarihte ses diye bir şey vardır, özellikle bizim Kızılbaşlar için ses yalnızca akustik bir ifade değildir, nefestir, bizi duymaya çağırır, çünkü önce kendini duymuştur. Dersim’de bir arkadaşımın dedesi vardı, engin bıyıklara sahipti; su ve ayran içerken bıyıklarının bir teline su gelmezdi, sanki su içmezdi, o an Allah’ı içinde duyardı, su candı, cana can verenin onda ayrı bir kıymeti vardı, nefes alışı, sesi, bir gülün açılışındaki heybetti, bu gülün bir yaprağı bile bir dağı yerinden edebilirdi.
Süheyla Taşı’ın sesine karşı, şarkı da çaresizdi; şarkıda dile gelen dağların hem yaralısı, hem de maralı, tecride karşı ruhunu döküyordu. İnsanın neden elleri var, insanın neden bir dili ve bir konuşma yeteneği var? Neydi ki bir halkın ruhu? Göbekli Tepe’yi hiç bilmezsem Herder’e sığınırdım, demem şu: Sıradan taşlar öylesine önümüzde durur ve hiçbir şey ifade etmezler belki ama iki taşın bir araya gelmesinin, üst üste gelmesinin (İngilizler için Stonehenge) izini süreriz, onlarla ilgili kimi sorular sorarız, çünkü burada bir anlam vardır, benim için bir anlam taşımazlar, bu taşları ister yan yana, ister üst üste koyanlar bir anlam peşindedirler, bende bunu ararım, bu bana güç verir; bu güç taşları üst üste koyanın fikridir, duygularıdır, cansız dahi olsa ruhudur. Bir halkın her bir şeyini alabilirsiniz, evini, tarlasını, bedenini ama ruhunu alamazsınız…
Bu ses, yan yaya gelmiş güzel sözlerin bir ifadesi değildir, bu ses anneyle kızın anlam ve hasret üzerinden söyleşmesi kadar, yirmi beş yıldır, umut hakkı bile elinden alınan, üç yıldır da ailesinden, avukatlarından sesi esirgenen Öcalan’ın sesidir; Mahir’in, Deniz’in, İbrahim’in sesidir.
Tutkular Çemberi
Ve bu ses karşısında zahiri bir varlık olmaktan öte bir şey değilim ben ve bu sesle ancak yokluğuma mana ararım; bu ses, yalnızca hakikatin sesi değildir, hakikatin yüceliğinin sesidir; siyasal, sosyal inşanın sesidir; nesnelerin değil, fikirlerin sesidir, anlamın sesidir ve bu sesin kokusu da insan kokusudur. Rengi de vardır bu sesin; bu ses rengini Vincent van Gogh’un Tutuklular Çemberi’ndeki (1890) iki kelebeğinden alır, isteyen bu seste bu iki kelebeğin kanat seslerini duyabilir. Bu tabloda otuz yedi mahkûm ve üç gardiyan çizilmiştir ve bu mahkûmlar tek tip bir kıyafet içinde bir dairenin etrafında dönerler; hayat, “kapalı” ve “daire” olarak ifade edilmiştir; dönüşleri, bize bir döngüyü verir; döngü, Descartes’in Meditasyon’da dile getirdiği gibi bu adamlar sanki “zaman zaman duyuların aldatıcı olduğunu da yaşayarak görmüşlerdir.” Bu döngü/ dönüş içinde dikkatimizi çeken diğer nokta kapalı ağızlardır, konuşma hakkı bir tek üç gardiyana verilmiştir, onlar konuşur, burada 37 mahkûm, iki kelebek (bunlar doğadır) olsa da bir tek onlar konuşabilir; mahkûmlar sanki bir kez onlara güvenmiş, onların yasalarına inanmışlardır ama şimdi yüzlerinde bir yanılgı dalgası vardır, bakışlarında bizi “bir kez bile yanıltmış olan şeylere asla güvenmemek sakınganlığı” içendedirler.
Mahkûmlardan biri Van Gogh’tur, kendini çizmiştir; bu ülke sarı, yeşil, mavi ve kahverengisini ona borçludur ama bu ülke ona deli demiştir, o da mütevazıdır hani, kendisi de inanmıştır buna. Şimdi, onu bir yere kapatmış, sadece biz konuşacağız diyen gardiyanların komutlarına bağlı kalmıştır. Üstelik bu üç adamdan birinin eli arkasındadır, keyiflicedir, sohbetleri derincedir, anlarız; konuşmaları diğerinin/ ötekinin konuşmasını kırmak içindir. Gardiyanlar, iktidardır; iktidar, Descartes’le ifade edecek olursam, insanları “gezinen elbiselere” dönüştürmüştür; fikri bile giydirdiğidir. Burada Brueghel’in Matta’da geçen “Bırakın onları; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer” ( 15: 14) kıssasından yola çıkarak yaptığı Körün Kısası’da (1568) aklımızı çeler. Zamanın Kalvinistlerine göre körlük Allah’ın cezasıdır, sadaka verilen kimselerdir, sadaka verenin de günahı hafifler zaten. Bu tabloda da zambak vardır; zambak, aynı saptan türer, saflığın ve kurtuluşun imgesidir. Suya ve zamana yansıyan bir körün yüzünü bir tek o görür. Zambak ve Van Gogh’un iki kelebeği ayrıntı gibi görülürler ama dayatılmış döngüyü de bir tek onlar kırarlar; doğada, yeniden demeyi, sahici dönüşümü bir tek onlar temsil eder; kelebek, özgürlük ve kaybedilmiş saflıktır.
Sessizliğin sesi
Burada, sessizlerin seslerini duyarız. Dağların Maralı, Süheyla Taş, sessizlerin ve sessizliğin sesidir. Sessizliğin Sesi (2014) ifadesini Yoshitoki Ōima’nın manga serisinden aldım. Burada iki kahraman vardır, sadece adlarından kimi harfler değişir; birinin adı Shōya, diğerinin adı Shōko’dır… Shōko sağırdır ve Shōya, arkadaşının başka bir okula gönderilmesine neden olur, başarır, sorunları da biter, bir süre mutlu bile olur ama bu da uzun sürmez, arkadaşları kalmaz, yalnız kalır, haksızlığa uğrar, hakkını savunan olmaz.
Süheyla Taş cezaevine atılıyor. Leyla Güven açlık grevine başlayınca ona destek oluyor, söz bitiyor, şarkı başlıyor; sesi ki bu ses yalnızca Kürtlerin sesi değildir, bu ezilen bütün halkların sesidir. Ezen bunu anlayabilir mi? Bir misal, Fransa, Belçika’yı işgal ettiğinde, o sırada Belçika’da olan Viktor Hugo’nun kaldığı otel taşlanıyor, camları kırılıyor. Taşı atanların attığı slogan: Kahrolsun Jan Valjan. Hugo’nun işgalle ilgisi var mıydı? Jan Valjan, bir kahraman değil miydi? Bir misal daha: 1961’de Cezayirliler öldürülüp Seine Nehri’ne atılıyor. Ranciere küçük bir not düşüyor, bir iç kanama: “Biz kendimizi Cezayirlilerle özdeşleştiremezdik ama Fransız Halkı’yla- ki onun adına öldürülmüşlerdi- özdeşleşmemizi sorgulayabilirdik.” Sartre, Fransız askerlerinin işkencelerine maruz kalan Cemile için “O Fransız aydının namusudur” diyor. Kürtlerin bu tarihte, seslerini duyurma imkânları yok, ne gazeteleri ne televizyonları var ama bir vicdanları var, çocuklarına çokça Cemile adı veriyorlar, bu sesi böyle duyuyorlar içlerinde, bu ismi böylece yaşatıyorlar.
Hapishaneler için dünya ölçeğinde duyarlılıklar oluşmuştur hep; 90’lı yıllarda büyük açlık grevlerinde herkesin gözü Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Zülfü Livaneli’nin üstündeydi ve üçü de grevlerin bitmesi için ellerinden geleni yapmışlardı. Yaşar Kemal’in ölen devrimciler için ağladığını gördüm, “çok genç dediğini” duydum.
Burada bir kitaptan da söz etmem gerek, Peter Weis’in Direnmenin Estetiği. Weis, estetik sorunların kökeninin politiklik olduğunu söylüyor; amaç da bir bellek oluşturmaktır. Weis, düşünerek görmeyi amaçlıyor. Weis, ezilenlerin mitoslarından söz ediyor. Ezilenlerin hiçbir zaman mitosları olmuyor, bu sorgulanmıyor da. Nedeni, mitos “hükmedenlerin ses organıdır.” Ya ezilenler, köleler. Weis, bunu Herakles üzerinden yorumluyor. Herakles her bir şeyi onlara göre düşünmeye başlıyor: “Bütün büyülü sözlere karşı çıkabileceğini, efsanevi canavarların alt edilebileceğini açıkça göstermişti, o bunu başarmış bir faniydi.”
Buradan alacağımız hisse. Biz de ona göre hareket ederiz artık, verdiği adrese mektuplarımız gider, yönümüzü onun diktiği heykele göre belirleriz, onların partisine oy veririz. Ama ne zaman ki kendimizden bakar, kendimiz olur, kendimizi gerçekleştirme adına adım atarız, o zaman tecrit başlar.
Ranciere üzerinden devam edecek olursam, şimdi, üç yıldan beri aralıklarla süren bir açlık grevi ve Öcalan’a uygulanan özel bir tecrit var, kimse kendini Öcalan’la ya da Kürt halkının ruhuyla özdeşleştirmez belki ama Öcalan’a, Türkiye Cumhuriyeti (Hukuku) adına bir tecrit uygulanıyorsa, bunun hukuki olarak bir karşılığı yoksa neden bu sorgulanmıyor, bu çok mu zordur?
George Eliot, mutlu sonları seviyordu, onda hep iyilik vardı: İyiler kazanacaklardır. İyinin karşıtı, onda kötü ya da kötülük değildi; kötünün karşıtı, mutsuzluktu. Sorun nedir? Sorun, Demokratikleşme. Öcalan, Demokratikleşme için iki şey öneriyor; ilki karşılıklı ateşkes ve akabinde gelişecek olan devlet reformu. Nedir bu? “Kürtlerin kendi demokratikleşmeleri önünde gizli ve açık engeller koymaktan vazgeçmeli, yasalar engel olmaktan çıkartılmalıdır” (Bir Halkı Savunmak).
Bu metni nasıl çözümleriz?
Hegel, gelecek üzerinde ısrar ediyor, geçmiş karşısında geleceğe öncelik tanıyor. Öcalan, Hegel’le burada hemfikirdir; ikisi de geçmiş değil, gelecek diyor. Sahici yurtseverliklerde gelecek üzerine kurulur, geçmiş üzerine kurulanlara milliyetçilik denir. Yurtseverlik birlikte bakmaktır, birlikte olduğun halkları, dinleri, cemaatleri en az kendin kadar sevip saymaktır.
Kim bu geleceği istemiyor?
Kafka’nın deyimiyle hayattayken hayatla baş edemeyenler mi?
Öcalan, bir adada tutuluyor, bu ada Benjamin’in (Scholem yazılan bir mektup) dile getirdiği gibi şimdi bir “gemi enkazını” hatırlatıyor, Öcalan, “enkazın yıkılmakta olan serin direğinin tepesine çıkarak suyun üzerinde kalan biri (olarak); oradan, onu (ve bizi) kurtuluşa götürecek bir işaret şansının (Demokratikleşme) olduğunu söylüyor ve bu barışın sesine de şimdi ve kaç seneden beri cezaevlerindeki siyasi tutuklular ve onlara gönül vermiş kitleler veriyor; Süheyla Taş’ın şahsında diğer tutukluların sesleri geliyor. Taş bir imgedir, hem kendinin hem de diğerlerinin imgesi; kalbin ve beynin imgesi…
Şimdi benim için, benim dünyamda ve benim gibi düşünenlerin dünyasında her tenin canı bu sestedir, bu ses hem âlemin içidir, hem âlemin kendisidir. Yerde bu sestir, gökte bu sestir; yerde, gökte bu sesin sahibinin ancak ziynetidir, yıldızlarda küpeleridir; bu ses karşısında zahiri bir varlık bile değilim, yokluğumda mana ararım ama bu ses, bu sesin sahibi, hakikatin yüceliğindedir. Ben kimim ki? Beni benden haberdar eden ses olmazsa, ben bile duyamam beni. Sen bu sesin sahibi, senin nurun ne aynada görülür, ne de kandillerde…
Kendi bilgisinden kurtulanlara İsa derler, gök ehli, güneş ehli bunu bilgisine sahiptir. Bir hafızamız yoktur sanki, geçerli olan bugün ki şöhretimizdir, kaybedilmiş bir şey yok aslında, kaybedilmiş bir kişi yok, kaybedilmiş olan bizleriz. İster kabul edilsin, ister edilmesin, o ağır kulaklarımızdaki zan pamukları, bu sesle, bu seslerle yandı. Herkes gibi ben de bilirim, herkes bilir araz fanidir, cevher arazdan gelir: Denizden bir büyük buğu yükseldi, tuz çözüldü, bu ses yağmurdur. Kendisini terk eden sevgilisine kavuşur, bedenin dizginlerini canın eline verenlere ne fayda? Kim ki bir haksızlık eder, kadının sesi gelir, kadının sesi Allah’ın sesidir, bu sese kulak verin; bu ses, öyle bir denizdir ki, kıyısı sözdür, denizin incileri, sesin sahibinin kalbindeki bilgilerdir. Bu bilgi, özgürlüktür. Bu sese kulak verin.