81. Venedik Film festivali 7 Eylül’de Altın Aslan ödüllerinin verilmesi ile son buldu. Pek çok sinema ve televizyon yapımının yarıştığı festival, modern sanat tarihinin en önemli platformlarından birisidir.
Bu yılki Venedik film Festivaline toplumsal hikayelerden beslenen konu ve kişilerin senarize edildiği filmler damga vurdu. The Brutalist, The Order, I’m still here (Ainda Estou Aqui) The Room Next Door, The Quiet Son , Maria, Harvest ve Babygirl bu nedenle öne çıkan filmler oldu.
Özellikle Angelina Jolie’nin canlandırdığı ve Maria Callas’ın hayatını konu edinen filmin gişe ve ödül konusunda başarılı olması bekleniyor.
Jolie gibi Nicole Kidman’da iddialı bir film olan Babygirl ile oyunculuğunu konuştururken, Brad Pitt, George Clooney,Kevin Costner, Richard Gere, Vincent Lindon, Adrien Brody, Antonio Banderas gibi erkek aktörler de festivalin diğer konukları idi.
Ancak her zaman olduğu gibi dipten gelen ve eşitlik basamaklarını büyük zorluklarla tırmanan kadınların bu tür platformlarda öne çıkması, kariyerlerinde yükselmesi, kadın hakları için bir “umut hakkı” sayılır. Bu nedenle sınıfsal,sosyal, kültürel ve etnik konumları ne olursa olsun kadınların medeniyet serüveninde bulundukları yere gelmesi basit görülemez.
Bugün Nicol Kidman ve Angelina Jolie’nin seçebildiği makyaj malzemesi bile Afgan kadınları için bir özgürlük hayali ve protesto aracı konumunda.
Venedik’te ayakta alkışlanan kadınlar, Kabil’de kız çocuklarının okuma yazma hakkından mahrum kalmaması için ölümü göze alan annelere dönüşebiliyor.
Venedik ve Kabil arasında kadınlar, eşitliğin farklı uçlarını sembolize ederken, Kürt kadınlarının durumu bir başka trajedi dünyası olarak karşımızda duruyor.
81 yaşındaki Makbule Özer, ikinci kez tahliye edilirken, aynı yaştaki sayısız Kürt kadını hala içerde tutuluyor. Güney Kürdistan’ın sözde en güvenilir kültür kenti Süleymaniye’de genç gazeteciler Gulistan Tara ve Hêro Bahadîn bombaların hedefi olabiliyor.
Yine bir diğer Kürt şehri olan Efrin’de Türk egemen yapısının beslediği paramiliter güçlerin kaçırdığı kadın sayısı bilinmiyor. Bir başka faşizan devlet olan İran’ın Kürt kadınlarına karşı başlattığı cadı avı kesintisiz devam ediyor.
Belki de en kötü olanı giderek bir korku filmine dönüşen Emine Şenyaşar’ın yaşadıklarıdır.
Zira Venedik Film festivali’nde beğeni alan I’m still here “ Ben Hâlâ Buradayım” filmindeki gibi, dikta tarafından kaybedilen bir milletvekilinin yokluğu ile başlayan ve aile fertlerinin yaşadıklarına dayanan filmin hikayesi, Şenyaşar ailesinin başına gelenleri hatırlatıyor.
Emine Şenyaşar’ın, güpegündüz ve kamusal alanda ailesine karşı işlenen devlet destekli katliama karşı verdiği mücadeleyi sinematik bir senaryo ve tarihi karanlık suçların dışında tarif etmek mümkün değil.
Emine Şenyaşar’ın, Urfa adliyesinden TBMM’nin merdivenlerine uzanan ve adalet isteyen 6 yıllık eylemlerinin filmlerden aşağı kalır bir tarafı yok.
Öyle ki olay artık müesses nizam ile bir Kürt kadının tarihsel mücadelesine dönüşmüş halde.
Milletvekilleri, bakanlar, parti başkanları, hastane ve adliye raporları hatta devlet katındaki adalet vaatlerine rağmen, çözülmeyen bir davanın Hollywood filmlerini aratmayan karmaşıklığı başka bir şeyle açıklanamaz.
Hiç olmazsa Hollywood’da senaryo gereği de olsa hikayenin sonunda adalet yerini buluyor, suçlular mevcut adli sistem tarafından açığa çıkarılıyor.
Ama Kürdistan’da ve Kürdistanlılar için, adaletin ne yaşı ne mekanı ne de sınırı var. Felaket felaketi doğuruyor adeta. Kürtlerin yaşadığı ve Kürde yaşatılan hiçbir felaketin ne filmi çekiliyor ne de suçluların yargılandığı bir hukuk düzeni söz konusu.
Bu yüzden Emine Şenyaşar’ın hikayesi toplu bir Kürdistan filmi gibidir. Hem gözümüzün önünde hem çaresizliğimizin içinde. Hem siyasetin çürük repliklerine hem de hukukun güç karşısında nasıl yenildiğini teşhir etmeye vesile oluyor.
Emine Şenyaşar ,Kürt bir annenin müesses nizama karşı boyun eğmeyen hikayesini yaşadığı ve yazdığı gibi aynı nizamın nasıl bir sömürge çarkını işlettiğini de ifşa ediyor.
Ve Emine Şenyaşar karşısında, Müesses Nizam hiç olmadığı kadar çıplak!
İyi pazarlar!