Müslüm Yücel: Türk Entellektüelleri II; Ulusalcılar, Irkçılar, İslamcılar 

Yazarlar

Sağ ve sol “kavramları” Fransız İhtilalı’yla ortaya çıkıyor; kraldan yana olanlara “sağcı”,  burjuvaziye de “solcu” deniliyor. Türkiye’de sağ, İslam ve Osmanlı üzerinden yorumlanıyor ve Cumhuriyet’in kimi oklara, okların kurduğu düzene karşı bir sitemi dile getiriyor, bir fikri değil; düğüm de Mustafa Kemal oluyor.  

Mustafa Kemal sağcı mı, solcu mu?  

Mustafa Kemal, 1923’te Halk Fırkası’nı kuruyor ve bu parti, 1946’ya kadar, Türkiye’nin yegâne partisi oluyor, bugün de, 1924 Anayasası’yla garantilendiği gibi diğer partiler, bu partinin şubesi olarak varlık sürdürebiliyor, altı oku benimsiyor, Meclis’te, ayrı partiler olsa da ancak böyle kendilerini ifade edebiliyorlar. Mustafa Kemal için çoğunlukla, cumhuriyet, laiklik ve devletçi gibi ifadeler kullanılıyor ve bu, Osmanlı’nın yıkımıyla birlikte düşünülüyor. Cumhuriyet, cumhurdan geliyor, halkı temsil eden kişi demektir ama Türkiye’de bu görev, ilk 80 yıl, hep askere veriliyor: Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren askerdirler. Sonrakilerde askerin vesayeti altındadır.   

Türkiye tarihini düşünürken askeri darbeler önemli bir yer tutuyor: Sol, 71’e kadar Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Cemal Gürsel’i destekliyor.  

Sağın ve solun birleştiği bir adam olarak dikkat çeken tek kişi Mustafa Kemal oluyor; sağ, Mustafa Kemal’in milliyetçilik, ulusçuluk, monarşiye karşı halkın egemenliği, bağımsız ulus, tek bayrak, tek millet ve tek devlet fikrinden güç alıyor; ulus devlet, Türklüğün yüceltilmesi, Türklüğün bir üst kimlik olarak dikkat çekmesidir ki bu, 1915’ten itibaren, Türk olmayanların ya asimile ya tehcir ya mübadeleye tabii tutulmaları anlamına geliyor. Kemal’in diğer bir oku, halkçılıktır; bu da ulusal çıkarları besliyor: korporatizmdir, İnönü Dönemi diye bilinen dönem bunun belgesidir: İnönü’yle egemen bir siyasal sınıf oluşuyor ve bu sınıf sınıfsal farklılıkları göz önüne almadan devlet, işçi, işvereni tek vücutta birleştiriyor, bunlar bir insan vücudu gibi birbirinden ayrılmıyor, tek amaç “milli kalkınma” oluyor; sermayenin milli olmasına önem veriliyor; bu düşüncenin temelinde, İttihat Ve Terakki’nin “ötekinin kökünü kazımak” temelli ideolojisi olan “milli iktisat” fikri yatıyor: 1924’ten itibaren iktidarın otoriter; 1930- 1938’de ise totaliter yanı da gözden kaçmıyor. Milli söylem, elbette Türkçü akımı da besliyor; 60’lı yıllara geldiğimizde, Mustafa Kemal ikiye ayrılıyor: Behice Boran ve M. Ali Aybar, Mustafa Kemal’in laik ve devletçi; Alpaslan Türkeş milli ve Türkçü yanını benimsiyorlar. Sosyalizmin ayak sesleri de geliyor ama gençler telef oluyor. 70’li yılların başlarında Urfa’nın Halfeti ilçesinden, bir amcasını (Osman) Trablus’ta kaybeden, adını da boğulmuş dededen alan Abdullah Öcalan çıkıyor; sosyalizmden söz ediyor, eşitlikten, adaletten. Arkadaşları var, üçü Türk: Kemal Pir, Haki Karer, Duran Kalkan. Pir, Kürt halkı için açlık grevinde ölüyor; Karel, Kürt halkı için öldürülüyor. Kürtler hem Pir’e hem Karel’e büyük saygı gösteriyorlar. Duran Kalkan’a bazen kızıyorlar, gerekçeleri şu: Yıllardır Kürtçe öğrenemedi.  

Ulusalcılık, Türkiye’de “sol” olarak yorumlanıyor; buna “aşırı Kemalist Milliyetçilik” diyen de var, ulusalcılık ve vatanseverliği bir arada düşünen de var; eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’nin ulusalcı bir parti olduğunu söylüyordu. Siyasilerin görüşleri, bir fikrin derinliği üzerindeki söylemleri değişebilir. Ulusalcılık bahsinde, şiirler, yazılar yazan şairler vardır: Attila İlhan, “Kemalizm ve Sosyalizmi” harmanlayarak “ulusal sol” diye bir tabir kullanmıştır. Bu fikrin cılız kökleri var: Şevket Süreyya’nın Kadro, Doğan Avcıoğlu’nun Yön ve daha sonra Nasırcılık üzerinden Devrim dergileri Kemalizm üzerinden bir sol/ sosyalizm tezini savunuluyordu. Atilla İlhan, ulusal sol fikrini, bir süre sonra Türkçü ve sosyalist olarak dile getirdi; ona göre, 1938’den bu yana Türk halkı uyutulmuştu ve “diplomaside Türkiye’ye köpek muamelesi” yapılıyordu. Buradan hareketle Bir Millet Uyanıyor (2005) adıyla bir dizi kitap yayımı başlattı: “Parola: Vatan, işareti: Namus.” Kitaplar arasında dikkat çekenlerden birini Ümit Özdağ yazıyor: “Kürtçülük Sorunun Analizi ve Çözüm Politikaları” (2006). İlginç olan bir şey var; Özdağ, aynı yıl MHP’den ihraç ediliyor. Amaç şudur: Ulusalcılar, Ülkücüler ve MHP bir türlü gelişemiyorlar. Burada ulusalcılığın “kapitale” dönüşümüne tanık oluyoruz; ulusalcılık bir şirkettir artık, stratejileri de yeniden yapılanmadır; Yapılanma ekonomide dört şekilde olur: Birleşme, tasfiye, hisse değişimi, tam ve kısmi bölünme.  Özdağ tasfiye ediliyor; MHP bölünüyor, buradan iki parti çıkıyor, İyi Parti ve Zafer Partisi… Şirketler ve partiler için can simididir; bölünerek katma değer oranı yükselir, mali yapı dengelenir, rekabetle başarı artırılır, pay sahibi kişiler/ şirketler arasındaki uyuşmazlıklar azamiye iner, kaynak kullanımı/ halk etkinleştirilir. Eşeysiz üreme üzerinden de dileyen buraya bir şeyler ekleyebilir ve başka bir fotoğrafa ulaşabilir. Özetle Özdağ’ın hazırladığı kitabın, Attila İlhan’ın projesi dâhilinde yer alması ve sol adına çıkması bana ilginç gelmiyor: Çarık mesttir, mest çarıktır; yürünürse çıkan aynı sestir. Kitaplar, söylemler devam ederken, zamanın İçişleri Bakanı Beşir Atalay bir açıklama yapıyor, ulusalcılığı, aşırı sağ faaliyetlerden sayıyor.  

Ulusalcılık bir fikir olarak dikkat çekmiyor; bir aksiyondur, Batı’dan ayrılma, Avrasyacılık üzerinden bir tezler üretmek, Yugoslavya gibi birkaç parçaya bölünmeyi bir tehlike olarak görmek, bize bir şey vermiyor. Bu hem Türkiye’de hem de dünyada böyledir, bir karşılığı söz konusu değildir. Rousseau’nun “genel irade” kavramı bile bugün ulusalcılığı karşılayacak düzeyde değildir. Bunun pratik okunmasını Almanya yaptı; parçalanmış Alman devletlerini birleştiren görüş, en nihayet, etnik vurgusundan dolayı vahim sonuçlar aldı. Yalnız Türk’ten mürekkep bir Türkiye, başta Türklerin aşağı çekilmesidir; ırk birliği, din ve dil birliği yanıltıcı ve bir o kadar da kaosu besleyen bir faktördür. Burada, insanlığın değil, siyasetin düşmanlık kuramı işler, ahenk kırılır, öteki hayvana döner, yeri de, başkasının midesidir, sürekli kurban ondan çıkar. Ulusalcılığı büyük düşünce olarak dikte edenler, küçük adamlardır; bunlar bir yanda Büyük Türk’ü arar, diğer yandan küçük partileri, küçük cemaatleri için broşür, rozet satar. Öcalan buna, entelektüellerin sefaleti diyor: “Faşizm sanki istisnai, kapitalizm dışında sisteme musallat olmuş bir şeymiş gibi tanımlama geliştirmek, liberal ve sosyalist geçinen entelektüellerin en büyük sefaletidir.” 

Bunları niye yazıyorum, sağ ve sol, birbirine yakın kaynaklardan besleniyorlar, araya öteki girince de hepsi bir ve bütün oluyorlar. Öcalan’a tecrit uygulanıyor, şimdilerde iktidar değil de muhalefet olan kimseler; Öcalan’ı Türkiye’ye getirenler dâhil, yargılayan savcı ve hâkim, Türkiye’nin ulusalcı çevresinde siyaset yapıyorlar. Dokunulmazlığı kim kaldırdı; çok eski bir tarih değildir; 2016 yılında CHP’nin ısrarıyla dokunulmazlık gündeme geldi ve bunun faturası da sembolik olarak kendilerinden birine kesildi (Enis Berberoğlu) ama asıl darbeyi HDP’liler aldı: Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş hala cezaevindeler, en çok can yakıcı olanda ulusalcı olduğunu söyleyenler, iki de bir Demirtaş’ı ziyaret edip günah çıkartıyorlar, belediye seçimlerinde birinci parti olduklarından beri de ne genel aftan ne de Kürt meselesinden söz ediyorlar; anlıyorum, iktidar partisi değişecek, iktidar değişmeyecektir. Burada Öcalan’nın niçin tecrit altına alındığının maddesinden biri daha ortaya çıkıyor, o da şu: Öcalan, “üçüncü yol” dedi de ondan: “Sosyalistler ve Kürtler, üçüncü yolda ısrar etsinler.” AKP miladını artık doldurdu, sıra ulusalcılarda, onlarda sinsice AKP’ye karşı bizden yana olun diyorlar, küçük memuriyetlerle durumu idare ediyorlar. AKP için önce Kürt sorunu vardı, bunu çözmek gibi bir dert taşıyordu, sonra Kürtler yine terörist oldular. Şimdi CHP ve etrafındakiler Kürt sorunu diyorlar, korkum şu, bunlar iktidar olduktan sonra daha beterini yapacaklar… Niye mi, bunlar birbirlerine benziyorlar, “herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir…” Babamı da anmam gerekli, çiftçiydi, dala değil, köklere bakardı, dalın üzerindeki lekelere iyice bakar, sorunu bulur, sonra, günlerce toprağı eşeleyip ağacı yeşertirdi. Köklere bakmam gerek.    

 IRKÇI YAZIN 

Çok örnek var ama iki örnek üzerinde durmam yeterli olacaktır: Nihal Atsız ve Atilla İlhan.  

Niye ikisi?  

İkisi de şiir ve roman yazmışlardır. İkisi de tanışır; Atsız, bir dönem İlhan’ın öğretmeni olmuştur. Kimse İstiklal Marşı’nı ezbere bilmediği zamanlardır, İlhan okumuş, Atsız, aferin demiştir. Atsız Turancı/ Türkçü; İlhan sol, sosyalist, komünist, ulusalcı, Kemalist, bir ara Troçkist (Kendi devriminden sürgün), bir ara Osmanlı yararlanmadığı için kızıp Pugaçov İsyanı üzerinden Pugaçovcu da olmuştur… 

Atsız,30’lu, 40’lı yıllarda Mustafa Kemal’i benimsiyor. Mustafa Kemal, onun için bir “Türk dâhisi”, “Türkün iradesini temsil eden bir dehadır.” Atsız, Kemal üzerinden “milli benliği” dile getiriyor: Benlik, Atsız için Türklerin “bir kalp gibi” çarpıp durmasıdır. Tek bir arzusu var: “Gazinin kumandasında çarpışacak olan ordunun muvaffakiyeti.”  

Atsız, 1940’larda biraz değişiyor, Dalkavuklar Gecesi’ni yazıyor; roman fantastiktir, kişiler Türkiye’ye benzeyen hayal ülkede yaşar: Hatti Devleti’nin bir kurucusu var, adı Pampa’dır, Mustafa Kemal’i anıştırır. Etrafını dalkavuklar sarmıştır. Kemal ölünce, önde olmak isteyen, herkesi erafına toplayan  bir milli şef vardır. Krala en yakın olan Tutaşil ve şefe karşı suskun, diş bileyemeyen kişi de Fevzi Çakmak olsa gerektir. 

Atsız, İntıkılapçılığa karşıdıdır; onlar, Osmanlı’yı, (ceddi) inkar edenlerdir. Bunu çok sertçe söyler: “Osmanlı İmparatorluğunu inkâr etmeye, maziye sövmeye lüzum yoktur. O zaman inkılâpçı değil, mazisini inkâr etmiş piç oluruz.”  

40’lı yıllarda ırkçılar sorgulanır. Atsız, Mustafa Kemal’e karşı olduğu yönündeki sorulara “hakiki Cumhuriyet’e taraftarım” diye yanıt verir. 60’larda, milli şuur bahsinde yine yüzünü Mustafa Kemal’e çevirir: “Atatürk devrinde, Türk milleti nüfus, servet, teknik bakımından kudretliydi.” Hitler’in yenilgisinden sonra bunalıma girer, 1946’da Bozkurtların Ölümü’nü yazar; Türklüğü, hiç kimsenin akıl sır erdiremediği çok eski çağlara, dinlere götürür, yetmez, üç yıl sonra Bozkurtlar Diriliyor diye başka bir roman yazar. Genel olarak bu iki roman ve Atsız’ın diğer romanlarıyla ilgili pek çok şey okudum, yazdım, tekrar bu konuya dönerken dikkatimi çeken, ulusal yazındaki nekropolitikaya az yermem oldu, “ölüseverlik” deyip çok da üstüne düşmemişim. Demem gerek ulusal, Türk edebiyatı, nekropolitiktir. Bunu da en iyi Atsız ve Atilla İlhan üzerinden okumam gerekiyor. İkisi de gençlerin duygularını sömürüyor, ikisi de arabeski aratmayan şiirler yazıyor, hele romanları…  

Nekropolitika nedir? Nekropolitika benim nasıl yaşayacağıma, nasıl aşık olacağıma, nasıl yemek yiyeceğime, hangi dili konuşacağıma, hangi kentte yaşayacağıma, nasıl öleceğime karar veren ve bunun için de siyasal ve sosyal gücünü kullanan siyasettir; bu siyaset ve sosyal gücün kontrol olduğunu dile getiren Foucault, buna biyopolitika (1976) diyordu; bu düpedüz kendini koruma mekanizmasıydı ve bu korumanın altında yatan şey de benim ya ona boyun eğmem ya da yukarıda ifade ettiğim gibi bir hayvana dönüştürülüp yenmem, sindirilmem ve bir daha dönüp bakılmayan dışkıya dönmemdir; ulus devlet, bunu amaçlar, bedeni zapt altına alır, nüfusu kontrol eder, bu giderek bir iktidar teknolojisine döner, tek bedende var olur. Bu anlamda, et ve tırnak meselesi de işler, bedene tabii olma, onu simgeleme ama tırnakta ısrar halinde kesme, çekme; ette sinme halinde kurban etme yedekte durur; amaç, kanın akışıdır, kendi kanının akışı. Biraz ilerisi, naifcesi, dilini konuş ama kendini benden yana kullan, korucu hali: Kendini entegre et, yaşa. Oysa dünyada hiçbir canlının kanı diğerinden tatlı değildir, buna bitki ve hayvanlarda dahildir. Yüreğin kanadığı, annelerin ağladığı, gençlerin öldüğü yerde kanın rengini soran da faşisttir… 

Nihal Atsız, Ahmet Oktay’ın deyimiyle “gözü dönmüş” bir şovenlik içinde kahramanlarını konumlandırır. İsimleri bile tuhaftır. Hiçbiri bu yüzyılda, daha önceki yüzyılda yaşamış kişiler değillerdir; hayal edilmiş bir maziden gelirler. Ölümü severler, öldürmeyi severler, bugünleri yoktur, gelecekleri yoktur ylalnızca artık bir mülkiyete dönüştürdükleri geçmişleri vardır. Eric From’un deyimiyle, bu ölüseverlerin düşünsel ve siyasal inancında geçmişleri kutsaldır; yeni olan hiçbir şey değerli değildir. 

Atsız’ın ezeli düşmanları Çinlilerdir. Silahla ve erkeklikle, pornografik bir dille Çinliler her yerde vurulur. Çinli kadınlar, onları “karı” diye alan Kağan’ın yemeğine zehir koymuşlardır; Çinli kadınlar kısırdır, hafif kadınlardır, hemen elde elde edilir; Çinliler, Türklerin ahlakını bozan kimselerdir! Bu arada Kür Şad bağırır, “Çinli karılar orospuluk etmekte, kocaları da onları satmaktadır” (Bak, Atsız, Bozkurtlar Diriliyor, s., 27- 129). Türk, kahramandır: “Ne yalnız bir yükseliş demektir/ ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.” Atsız’da iyi olan tek ırk, Türklerdir ve iyiye biraz yaklaşan kimselerde Türklerle iyi geçinen, boyun eğenlerdir: Sırplar alçaktır, Macarlar iyi gibidir, ne de olsa 40’lı yılların bilgisinde onların kökleri Türklere dayanır; Bulgarlar, çıyan suratlıdır! Ne demeli, aynaya bakmayan kişi herkesi çirkin görürmüş.  

Atsız’ın şairliğide vardır.  Şiirleri iki bölüktür; ilkinde faşizmin davetiyelerini yazar, okuru galeyana getirir: “Tanıyoruz Attilla’dan beri Cermeni/ Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?/ Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut? Bizim yanık Fuzuli’miz engin bir deniz! Karşısında göl kalır sizin Dante’niz.” Laf kalabalığından başka bir şey değildir; düşmanlar sıralanmıştır; Cermenler, Prusyalılar, Ermeniler, Arnavutlar, edebiyat adına Dante, Fuzuli karşılaştırılması! İkincisinde, narsistik krizi bir yana bırakılırsa Atsız insancıllaşır, hatta hoş sohbet, kalp sahibi biri olduğunu bile sanılabilir. Atsız, rivayet odur ki bir öğretmen hanımın dolabına bir aşk mektubu bırakır ama hanım, bu mektubu açmadan iade eder. Atsız buna atfen, birkaç mısrayla fena olmayan, hecenin son çırpınışı diyebileceğim bir şiir yazar: Geri Gelen Mektup. Bu şiirde dikkatimi çeken mısralar: “Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım (…) Pervane olan gizler mi kendini alevden…” İki mısra da az bir şey değildir. 

ULUSALCI YAZIN 

Türkiye’nin ulusçu edebiyatı, çok dardır; fikirler için edebiyat bir değnekçi konumuna düşürülmüştür. Kimi zaman milli, kimi zaman ulusal, kimi zaman milliyetçi olarak dile getirilmiştir, ana kabuk, şovendir. Bütün edebiyatlar ulusaldır, bütün edebiyatlarda ulusal özellikler vardır ama, ırkçı ve şoven olmak, erotizmi, porno düzeyine indirmek, hiçbir insani değere hitap etmez. Türk ulusalcılarının romanlarında en çok dikkat çeken kadın tipidir. Türk olmayan kadınlar hafiftir, epeyi fahişedir; kadınlıklarıyla, erkekleri teselli ederler. Çok fazla örnek vardır, ilgililer, Herkül Milas’ın Öteki ve Kimlik kitabına (2005) bakabilir. Halide Edip, Yakup Kadri, Mithat Cemal Kuntay vs’lerde ötekilerinin çoğu böyledir. Vurun Kahpeye’deki  Eleni, fahişedir. Halide Edip, Eleni ismine takıntılıdır. Sinekli Bakkal’da yine bir Elleni vardır, hizmetkardır. Eleni ismi tuhaf geliyor. Bu isim bana Davit’in ikinci eşi Eleni’yi hatırlatıyor. Davit, Trabzon’un son imparatorudur. Elini, bir adamın tek sevdiği değildir. Garip bir bilinç olabilir bu. Yine Yolpalas Cinayeti’ndeki Despina ve İreni, fahişedirler. Yakup Kadri’de de aynı hat işler, isimler birbirine benzer: Despina, Eftelya, Marika, Katina…  

Usulusalcılarda nekropolitika tavan yapıyor: Onlar Türk değillerdir, onlar Müslüman değillerdir, onlar bizim kadar vatanlarını sevmiyorlardır. Ana fikir budur. Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul’da Türk kızlarının “kızaran yüzünde Türk ırkının temiz kanı” olduğunu söyler. Sapık tipler ötekilerden çıkar. Halide Edip’in öykülerindeki Yanako sapoktır, linç edilir. İzmir’i kan içinde bırakan onlardır. Bizim ölüler, cennete gider, şehitlerdir; onların ölüleri, böyle değildir; bunlar “ziyafetin sürpüntülüğe atılmak için toplanmış bayat ve kokuşmuş etleridir.”  

Attila İlhan’a gelince yıldızı 12 Eylül darbesinin ünlü TRT’siyle parlar. Buraya dizi film senaryoları yazar:: Paranın Kiri (1979), Sekiz Sütuna Manşet (1982), Kartallar Yüksek Uçar (1984).  60’lı ve yetmişli yıllarda yayımlanan ama pek ilgi çekmeyen romanları (Sırtlan Payı gibi) peş peşe yayımlanır: Gerçekçilik Savaşı, Batı’nın Deli Gömleği, İkinci Yeni Savaşı, Sağım Solum Sobe, Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler…  

İlhan, 1991’de resmi Devlet sanatçılığıyla ödüllendirilir. Tartışmalı bir ödüldür bu; otuz altı kişiye bu ödül verilecektir ama altı kişi (Ömer Lütfi Akad, Yaşar Kemal, Fazıl Hüsnü, Zühtü Müritoğlu, Hüseyin Gezer, Füreya Koral) bu ödülü/ ünvanı ret ederler. Yaşar Kemal, kabul etmeme gerekçesini “Ülkemiz gerçek bir demokrasiye kavuşana kadar kabul etmeyeceğim” der. Yaşar Kemal, haksız değildir. Aynı sene Hatip Dicle, Leyla Zana, Ahmet Türk, Orhan Doğan’ın dokunulmazlıkları kaldırılır. İlhan, böylesi bir zamanda devlet sanatçısı ünvanını alır.  

Atilla İlhan’ın olumsuz tiplerin çoğu (fahişe, randevuevi sahibi, hain, alufte) Ermeni, Rum ve Yahudilerdir. Ancak İlhan bir yerde, diğer yazarlardan ayrılır: Türk ve Yunanı yatakta karşıkarşıya getirir, cinselliğide ulusaldır. Ferit, Kalyopi’nin “yüklü memelerinin ılıklığını” duyar duymaz tuhaflaşır: “Mitralyöz ağızları, eflatun çalan bir yalazda, acıklı zambaklar gibi açılıverdiler (…) Binbaşı Ferit, Osmanlı yatağanı gibi, yalın ve seri, kadının içine girdi, garip şey, altına o an boylu boyunca uzanmış yatanın, Yunanistan olduğunu sandı. Bir yerde musluk damlıyordu.” (Sırtlan Payı). Elbette burada kalmaz mesele, Ferit böyle düşünür, Kalyopi ise bir başkadır. Sevişirken, “karnı kalın kalın bir yükselip alçalıyor, fazlaca dolgun kalçaları belirli bir ısrarla deviniyordu. Bir iki kere, kendini besbelli tutmayarak, Rumca bir şeyler söyledi, sövdü filan. Bir ara, anlaşılabilir bir düzgünlükte, gelmeyip gecesini piç eden adamın adını andı: Ah Rene, dedi, Renakimu…”  

Bu ve benzer örneklerle, ötekinin sürekli kadın olmasıyla ne amaçlanır… Kendine bir ahlak biçer, bir kültür biçer ve bütün kötülüğün anası olarak ötekini gösterir; siyaseteni, ahlakını ve ekonomisini de buna göre düzenler… 

İyi nedir Atilla İlhan’da, Murat Belge’nin belirttiği gibi Rum ve Yahudiler kadar olmazsa da Ermeniler bahsinde (Tayos şiiri) Atilla İlhan’ın iyisini görürüz, Haco Hanım’daki Mahcubyan iyilerdir, nedeni Teşkilat’ı Mahsusa’ya çalışır, sonuç ise değişmez, bel altı ulusal edebiyatının yakışıklı subayınının koynuna girmekle hınzırlık devam eder.  

Bu bir erotizm değildir, bedenin yerini et, aşkın yerini siyaset almıştır. Soru şu: Bu satırları bir Rum yazsaydı ne denilirdi? Böylesi bir adamın şiirleri nasıl olabilir? Tek kelime: Yavan! Her bir şeyin propagandasını yapmak; aşkı politikaya, politikayı aşka dekor yapmak, bazen molodram havası içinde, mazohist bir ses tonu ve içeriğiyle, “çocuklar gibi sevmek”, “devler gibi acı çekmekten” dem vurmak, arada “vatan dedim, hürriyet dedim” diyerek Jöntürklere şöyle bir selam göndemek; Atilla İlhan’ın işte şiiri bu. Ancak İlhan bu yavanlığına bir adda bulur, toplumcu; ona göre, “Cumhuriyet edebiyatımızda birgün gelmişti ki toplumcu bir sanat düpedüz kınanır, ayıplanır bir şey sayılmış” (İkinci Yeni Savaşı). İlhan’dan alıntı yapmak çok güçtür, şatafatlı bir dil ama sonuçta ne dediğini kendisinin de anlamadığı bir final…  

Atilla İlhan’ın şiirlerinden ilki olan Cebbar Oğlu Mehemmet, 1946’da CHP’den şiir ödülü de alır; İlhan, ikinci olur. İlhan’ın tek sermayesi budur. Bu tarihte, kendisi CHP’yi sevmez ama ödülle adı duyrulur, bunun üzerinden konuşur da konuşur, maraklısına notlar da şunu bile söyler: “Bütün bir ozan kuşağını bana düşman eden şiir budur.” Tabbi bu bir şiir midir, sorusu da ayrıca sorulmalıdır. Ödüllerde bu yüzden sorgulanmalıdır. Cahit Sıtkı’ya birincilik veren bu mekanizma, bir çocuğa, şiirden değil, bir kahramana duyulan (Mehemmet) ihtiyaçtan ödül vermesi, elbette ki kimi kibirlilikleri göze almak demektir.  

 Bu şiirin bir kahramını vardır; Mehemmet, Fransız’a silah çekmiş, ırz, namus, ana, baba ve kardeş için- mübarek vatan için, demirden dağı eriten ataları gibi ihtiyarlar Allah’a yalvarınca özgürlük için savaşmaya başlamıştır. Şairin bize dediğine göre, kanının son damlasına kadar çatışmış, “ilk seferde on beş kişi vurmuş, bir hayli düşman kırmışlardır” ve Mehemmette, “bir başına yedi düşman” öldürmüştür: “Mavzerinin namlusu hala sıcaktır.” Aynı gün, bir tuhaflık olmuştur. Karısı doğurmuştur: “Mavi gözlü bir çocuk sarışın.” Adını da Kemal koymuşlardır. Yani, kahramanlık destanında ölen ölür ama geriye tek kişi kalır: Kemal, baki olan, odur.  

İlhan için Türkler, kahramanlık destanları yazmışlardır. Amacı da bu destanı enternesyonal bir mitosa kavuşturmaktır. Çoğumuzun şarkı sözü olarak bildiğimiz, hatta hümanist temaları bile içinde barındırdığını düşündüğümüz, “sen insansın lilişan, iki milyar cansın” nakartlarıyla da sevmeye çalıştığımız ama “deniz gözlü gök alınlı kirvelerimiz” ifadesiyle de kimin, hangi kahramanın kast edildiğini bilmemiz gerek: Türkün biricik kahramanı Oğuz Kagan’dır bu; Oğuz, Oğuz Kağan Destanı’nın girişinde “Gömgök- gökmavisi bu oğlanın yüz rengi” diye anlatılır. Türkler, gökten etkilenir; sonsuzlukta oturan Ülgen/ gök ilişkisi bir tebbessüm de verir, Oğuz, gök sıfatıyla elbette yüceltilir, hatta bu yüceltmeyle sınırlı kalmaz, Ülgen’in tipik bir yansıması olarak kabul edilir: Oğuz’a kut veren de zaten Gök/ Tanrı’dır, cihan hakimiyeti bile onda görülür. Sonuç: “Baki’nin gazellerinden/ yaşlı sipahiler ezan okumaktaydılar/ Ertuğrul Gazi mi tutmuştu Kemal Paşa’nın ellerinden/ Oğuzlar mıydı yoksa bismillah yeniden başlamaktaydılar.”  

İslamcı entelektüeller 

Cumhuriyet Dönemi, Türk İslamcılığı 40’lı yıllardan itibaren, Mustafa Kemal (Kemalizm) ve İsmet İnönü (Milli Şef) “kültlerine” karşı gelişmeye başlar ve bu karşıtlık Demokrat Parti (DP) üzerinden siyasal, sosyal bir tabana ulaşır; 70’li yıllarda Necmettin Erbakan’ın “Milli Görüş” fikriyatı etrafında da partileşir, iktidar ortağı olur; 90’lı yıllarda bu iktidar ortaklığını sürdürür, Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün AKP’siyle, iktidar olur ve Türkiye’nin çeyrek yüzyılına damgasını vurur; her şey yapar ama iki şeyi asla beceremez, ötekiyle adım atamaz ama bir süre kendi vitrini için ötekinin yanında durur, bir süre sonra kullanıp atar, entelektüel yaratamaz; yarattığı öteki, kendisi gibi olandır, öyle kabul eder, yarattığı entelektüel fırsatları kollar, bir lokma bir hırka, yerini tahmin edilemeyecek lüks bir hayata bırakır; entelektüeli yalnız değildir, belediyeler, bürokrasi ona hizmet eder, eser düzeyindeyse varlığı söz konusu değildir, yavanlıktan öteye geçmez…  

I  

40’lı yıllardan itibaren oluşan İslamcı entelektüelin tarihi oldukça ilginçtir. Kimi dergiler çıkartırlar, Sebilürreşat (1948- 1960) gibi. Derginin öncüsü sıfatıyla Eşref Edip, Türkçülüğü ikiye ayırır: Dinsiz Türkçülük, Müslüman Türkçülük.  Dinsiz diye tabir edilen Türkçüler, Turancılardır. Müslüman Türkçülük ise yabancılaştırmaya karşı, manevi varlığı yükseltmeye hizmet eder. “Hakiki Türkçü” olan biri, Edip’e göre, samimi dindar ve Müslüman olur. Buna göre milliyet ve din, Türklük ve İslam, terkibin ötesindedirler, bu ikisi iç içe geçmişlerdir. Necip Fazıl Kısakürek, “Hakiki” yerine “Sahte” kelimesini kullanır. Kısakürek için sahteler, meseleleri ırk ve kavim boyutuyla ele alırlar. Türkler/ Türk, Kısakürek’e göre, “çekik göz, dar alın ve kirpi saçlar” değildir. Kısakürek, Türk ve İslam bahsinde, ana kaynak, ruh, İslam’dır: “Türk, bizim nazarımızda… bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh nescinden ibarettir.” Kısakürek sonu şöyle bağlar: “Gaye Türklükse mutlaka bilmek lazımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”  

1940’lı yıllarda, İslamcı entelektüeller ve Hitler’le kurdukları bağlara da değinmem gerek; ilerleyen yıllarda İslamcı entelektüellerin ve siyasetin MHP gibi ırkçı partilere nasıl bel bağladığı, nasıl birlikte hareket ettikleri görülecektir.  

Hitler yenilince ünlü Türk yazarı Peyami Safa ve Nurettin Topçu kendilerinden geçerler. Bunun nedeni salt düşünsel bir birliktelik değildir. Türk ve Müslüman olmayana, ötekine duyulan nefret, Hitler sevgisinde karşılık bulur. Zaten Kısakürek’e göre dünya hayvandır, “Yahudiler tarafından” güdülüyordur. Sol karşıtlığı da Kısakürek’te, hastalık boyutundadır: “Kalbini ve gönlünü” sağ eline verir, eğer vazifesi olmasa “sol elini” kesebilir bir raddedir. Arada birkaç şiir yazmışlığı vardır ama genel olarak fikir, sanat dünyası lakayttır; lakaytlık, felsefedir onda, onlarda. Lakayta ilk dikkat çeken Nietzsche, olmalıdır; Wagner Olayı’nda, Wagner’in fizyolojik dejenerasyon içinde olduğunu söyler: Wagner, müzisyen içgüdüsünden uzaktır, kitleyi teatral hareketlerle etkiler, böylece kitleyi baştan çıkartır. Kısakürek’te ve Sezai Karakoç ve İsmet Özel’de bu “lakayt tavır” söz konusudur. Amaç zihinsel olarak bir şey yapmak/ söylemek, yazmak değildir, kitleyi baştan çıkartmaktır; abdestsiz yere basmayan, okuduğu duaları bile tam anlamıyla anlamayan saf kitle, teatral hareketler karşısında galeyana gelir. Bunun faturası da ağırdır; ilk başta kişi, sonra kitle soğukkanlıca/ erdemlice meseleleri anlamaktan uzaklaşır; etkiye odaklanmış bir sanat ve siyaset, akli insanın bile melekelerini kaybetmesine yol açar: Morali/ ahlakı bozuk, sinirli radikal İslamcılar da buralardan karşılar bizi. Allah fikri ve erdemlerin yer aldığı peygamber fikri hınca, kıskançlığa, nefrette döner. Buralardan da bir düşünce, çözüm ya da eser çıkmaz; vasatlık, insanları sürü haline getirmek, sadece bir tek şeyi olumlar ki bu, kendini, kendi farkını olumlamadır; kendi olma, sanatta tek amaçtır, kendi olmak siyasette yol açıcılıktır ama kendine benzetme, kendisi gibi olmayanı aşağılama faşizmin karakteridir.  

60’lı yılların sonunda İslamcılık, Necmeddin Erbakan üzerinden bir parti (MSP)- hareket (Milli Görüş) adıyla zikredilir. Parti, Türklük üzerinden pek dişe dokunur bir şey söylemez. Batı karşıtı bir dil kullanır: İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, İslam Ortak Para Birimi vs merkezli bir dünya görüşü kurar ve bu görüş, Fatih Sultan Mehmet’te karşılık bulur ve Türk, İslam’a hizmet eden kişi olarak ele alınır. Ancak zamanla bu parti değişir: 1973’te, CHP, 1975- 1977’de Milliyetçi Cephe hükümetine doğrudan, 1977- 1978’de II. Milliyetçi Cephe hükümetine dışarıdan destek verir. Bundan sonra da uçurtmanın ipini kimse tutamaz hale gelir; Erbakan, 1991’de, Türkeş’in MHP’si, Aykut Edebali’nin Demokrasi Partisi’yle ittifak kurar: Parti, Recep Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül’le derin bir yol ayrımına girer, küçülür, bitme noktasına gelir: AKP buralardan doğar, gelişir ama bu o da uzun sürmez; pek çok el atılmadık meseleye el atar; derin devlet, kontrgerilla üzerinde durur, bizzat Erdoğan Cumartesi annelerini sahip çıkar ama sonra erimeye başlar, tıpkı Erbakan gibi o da yüzünü Bahçeli’ye döner, garip değil, sahiden kader dedikleri bu olsa gerektir.  

Yarattığı entelektüellerde bürokratlaşır. İlginç kimi kitaplar yayımlanır ama bunlar da abi, kardeş edebiyatını geçmezler: Esat Aslan, Türkiye’nin Çöküşünü Önlemek: Heterodoks Bir Yaklaşım” (2023) kitabında “Yasin abisine” sesleniyor: “Yasin Abi AK Parti’nin 2010’a kadar gösterdiği ve kendisinin sürekli tekrarlandığı başarıların yani demokratikleşmenin, açılımların vs. İslamcılığın liberallerle ve sollarla girdiği temasın ürünü olduğunu görme yeteneğine sahip değil.”  Aslan, kıymetli bir şeyden söz ediyor; AKP’nin kendilerinden çok şey öğrendikleri ve sonra bu kimseleri “kullanıp atmaktan” söz ediyor ve böylece İslamcı olmaktan çıktıklarını, sağcılaştıklarını söylüyor.  Haklı mı? Eksik ama evet, AKP, Kürtlerle iktidar oldu, Kürtlerle büyük şehir belediyelerini aldı, Türkiye’nin ekonomi ve siyasetinin en büyük tıkanma nedeni olan çözüm sürecini rafa kaldırdı ve sonra MHP’yle yola devam etti, sağcılaştı, hatta kitlesine bozkurt işareti yaptırdı. Yetmedi, Hüda-par gibi bir partiyi yanına alarak, karşıtlığını artırdı. 

Aslan’ın bir kişi üzerinden değil, bir kitap üzerinden söyledikleri anlamladır ama öyle bir meselelerdir ki sözünü ettikleri, abi denilerek, aile içi bir meseleye indirgenecek değiller.  

II 

İslamcı yazın da ulusal ve ırkçı yazından farklı değildir, hatta tamamlayıcı bir rolü bile vardır, vicdan aynı vicdandır. Bunun nedeni Ahmet Yaşar Ocak’ın ifade ettiği gibi İslamcı Türk entelektüeli, yeterli bilgiye sahip değildir: “İslami tarih ve sosyolojik bakış açısından” yoksundur ve “Türkiye’de yeterli bir bilgi birikimi” olmadığından hala, öteki İslam ülkeleri ve öteki İslam ülkelerinin entelektüellerinin gözleriyle dünyaya bakar. Bu dün de böyleydi, bugünde böyledir: Tanzimat entelektüeli neye ihtiyaç duyulursa, onun tartışmasını yapardı, devlet tarafından okutulmuş olması, ona bir vazife veriyordu ve o da devletin ihtiyacına göre biçim alıyordu. Şinasi’nin kanun övgüsü, Namık Kemal’in merkeziyetçiliği, Ali Suavi’nin laiklik söylemi devletlerinin ihtiyacıydı ve bu devlet arada onları karşı karşıya da getirirdi, biri müstebit, diğeri bozguncu oluverirdi. Nedeni şuydu: Türk entelektüeli bilgi üretemez, var olanın üstüne bir şey koyamaz, koysa da sonuç alamaz. Kendine kıble yaratarak ancak bir düşünme yaratabilir; Cemalettin Afgani, Muhammed Aduh, sonra Mevdudi, Seyit Kutup ve Ali Şeraiti üzerinden söylerse, bir şeyler söyleyebilir, alıntılarla yaşar. Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Afgani’nin şakirtleriydiler, hatta Akif, cebinde Aduh’un fotoğrafını taşırdı: İşleri kulak olmaktı, dinlemekti ama buradan da söz ve erdem üretilmedi, yazılan, konuşulan bu yüzden siyaset oldu, fikir olmadı. Zorunlu eğitim olmasa bunların adı bile akla gelmez. Seyit Kutup üzerinden gelişen El Kaide oldu, onun Türkiye uzantıları can yakmaktan ileri gitmedi.    

Buralardan kültür, sanat, felsefe çıkabilir miydi? İslamcı entelektüel, kendini bilmeden hep başkasına söz söyler: Başkasına söz söyleme, kendini gizlemekten başka bir şey değildir. Hem İslamcı hem Türkçü yazının şirazesi olan Peyami Safa için örneğin Batı, bilim ve sanat değildir, Hıristiyan’dır. Ulusal yazında olduğu gibi Safa’nın kitaplarında da metres, fahişe, pezevenk, katil ötekidir ve bunları Beyoğlu ve Galata’da konumlanmışlardır. Genelevler bir zamanlar buradaydı ama burada bir de kilise vardı, yakınında sinagog vardı, böylece buralar ve burada yaşayan halk aşağı çekiliyordu. Biri caminin olduğu yerde, genelev kursa ne deriz, kızarız; değer ve saygı, benim değerlerime saygı gösterdiğin ölçüde değerlerin saygın olur, yoksa, kaos…    

Safa’nın inceltilmiş hali olan Sezai Karakoç, sanatını (şiirini) tanımlarken, şunu söylüyor: “Sanat hep Tanrı’ya (Allah’a) doğrudur.” Bunu anlarım, ama sanatçılarla ilgili yorumunda topuzu kaçırır, eleştirileri benden yana olmayan, benim inancımı taşımayan herkes kötüye vardırır. Nietzsche için “Hıristiyanlığın Deccal’i olduğunu ilan eder ve Hıristiyanlığa öldürücü şokunu indirir (…) Russell, ateisttir, septiktir ve Hıristiyanlıkla bol bol alay eder.” Hıristiyanlığın kurucu figürü İsa, Müslüman entelektüeller için Kuran’da var olduğu kadar vardır. Bir düşünceyi, dini, şiiri, kendi içinde değerlendirme yoktur. Bu yüzden Karakoç vasatlaşır; fikirleri, propagandayı geçmez, şiiri de estetikten yoksun, dönüp dolaşıp hep aynı şeyi söyleyen girdaba döner, uyurlar, uyuturlar:  “Güller Leyla’nın uykusunda olgunlaşırlar/ Leyla’nın düşlerinden renk alır kuşlar.”    

İslamcı yazın, şiirde ısrar eder ama 60’lı yıllarda Minyeli Abdullah adıyla propaganda yüklü bir romanla çıka gelir; Hekimoğlu İsmail’in bu romanı, seksenli yıllarda yeniden parlatılır. Romanda ötekiler, sosyalistler, Müslüman karşıtı ve düşmandırlar. Bu dizge devam eder; ilk best-seller olan Raif Cilasun’un “romanlarında” sosyalistlere ve ötekine karşı savaşın araçları verilir: İman! Öteki, gavurdur, imanımızı zayıflatıyor, ahlakı da yoktur, hatta “Yunanlılar, Yunanlı askerlere kızlarını” sunuyorlardır. Emine Şenlikoğlu, sermayeye eğilir; sermaye onun anlatısında Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindedir. Bu yüzden Müslümanlar, Türkler yoksullaşmışlardır (Ab, Herkül Milas, Öteki ve Kimlik).           

Sezai Karakoç üzerinden devam edebiliriz. Şahsidir, bana göre Balkon dışında kayda değer çok az şiiri vardır. Balkon üzerinden bütün fikriyatını da okuyabiliriz, hatta Balkon’la sınırlı kalsa, diğer garnitür şiirleri biraz daha kısalıp, biraz daha anlam bulacaklardır belki. Kendisi de bunun farkında olmalıdır ki şairden çok kendini siyasete yakın tutar, parti kurar, kitaplarını kendisi basar, buradan fikirlerini yayar. Saygın bir davranıştır, iktidarı öteliyor. Karakoç, çok kitap yazıyor, bazen tek makalesini kitap yapıyor, fikirleri, şiirleriyle paralel gidiyor, hatta biri varken diğerine ne gerek var diyor insan ama diyemiyor, nedeni: Karakoç, şiirde incelttiğini, fikirde kalınlaştırıyor. Bize “devlet kadar ağır, sabırlı ve öfkeli” olmayı öneriyor; Leyla ile Mecnun’da, aşiretleri birleştiriyor (Muhammed), dünyanın kardeşliğini savunuyor. Şiirin ince hali, fikirde aranınca ortaya şu çıkıyor: Bütün Müslümanlar, İslam Konfederasyonu adı altında toplanıyor. Burada inanç, aforizmaya dayalı bir dildir artık: “Ortadoğu’da İslam ülkeleri, hep birleşip yeni bir devlet kurmazlarsa, Babil esaretinden beter ve ne zaman biteceği bilinemez korkunç bir esarete düşmeleri kaçınılmaz olacaktır.”  

Babil esaretine kimler maruz kaldı, Müslümanlarla Babil söylencesi arasında nasıl bir ilişki var, düşünmez? İslam Birliği’nin öncüsü olarak Türkleri görür: “İslâm Dünyasının, Türklük Âleminin, Orta doğunun merkezi, tabiî ve tarihi başkenti İstanbul’dur.”  İstanbul’un başkent olmasını istemek güzeldir. İstanbul zaten başkenttir ama İslam’ın, Türklük âleminin başkenti değildir: Sahici kardeşliklerin başkentidir, saygının… 

Karakoç, Kürdistan’da doğmasına rağmen, Kürt sorunundan, Kürtlerden uzak duruyor. Hatıralar’ında doğduğu yerlerle ilgili pek çok şey anlatıyor ama Kürtlerden, Kürtçeden söz etmiyor; Gökalp ve Piran üzerinden Zaza deyip geçiyor; ne dini bütün bir Müslüman gibi Şeyh Said vardır hayatında ne bir Mazlum olarak soykırıma uğramış Seyit Rıza…  

Buradan şunu söylemem gerektir: Müslüman entelektüeller Kürtler ve ötekiler söz konusu olunca bir zamanlar eleştirdikleri, karşı cephe oluşturup partiler kurdukları Kemalizm’in bir diğer yüzü oluyorlar; görmeyen göze, duymayan kulağa dönüyorlar. Kendi mazlumuna sahip çıkıp, diğer mazlumu görmemek, kefen edebiyatıdır. Nedir ki bu: “Alpaslan’ın ordusunda Kürtler vardı, Araplar vardı.” Yani, Türk için ölen Kürt vardır ve bu Kürt, kıymetlidir.   

Bir insan illa ki ölecekse kendisi için ölmeli, vatan da benim olduğu için ölmeliyim, birinin askeri olduğum için ölmem, birini sultan, beni şehit/ gazi yapar, dünyada taht, ahrette iman diyen, bana bir şey vermiyor, kendisi için öldüğüm, öldürdüğüm zaman onurlandırılıyorum, madalya veriliyor, tören yapılıyor, aslında ölen ben bile değilim, kendisi için ölenleri seviyor; seviniyor da: Ben, sultan olamıyorum! Burada bir aşk olmuyor, buradan bir yuva kurulmuyor; burada Türk, Müslüman bir çatı da olmuyor, burada Türk ve Müslüman kendine adam arıyor; ibadetim Arapça, dilim Türkçe! Ötede, çok yakın zamanda bir Ezidi soykırımı yaşandı, genç kızlar Ürdün ve Rakka’da kurulan köle pazarlarında satıldı, benim dinimden olan, benden askeri olmamı isteyen, buna sessiz kalıyor ve benim devletim, benim kız kardeşim, annem satılırken, bana beş yılda bir kendilerinden birini seçmemi istiyor, kız kardeşime, anneme sahip çıkmıyor. Bu nasıl din kardeşliği, bu nasıl, tasada ve kederde bir olma hali…  

Bu arada İsmet Özel’i de anmam gerekiyor. Şahsi bir not: Özel’in yalnızca Tüfenk şiiri ve bu şiirdeki bir tek dize dikkatimi çekiyor, beni etkiliyor: “Çocuk e harfine yaslanmış uyuyordu.” Sonrası bu dizeyi yok etmeye yarayan dizelerle doluyor. Özel’in sesi çok güzeldir, güzel şiir okuyor, bu güzel sesle, TV’lerde programlar yapıyor ama iş kendi sesinden siyasete gelince o zaman Mahmut Paşa tezgahtarları aklıma geliyor, elde kalmış fikirlerine, ha bire müşteri topluyor. Özel, 1970’te, birkaç arkadaşıyla Devrimci Şair olarak ortaya çıkıyor. Bir dergi çıkartıyorlar: Halkın Dostları, ilk sayıda şunu söylüyorlar: Gerici Sanata Hücum.  Kim bu gericiler? Gerici dedikleri, İkinci Yeni’ciler: Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya! Özel’e göre, Garipçiler, “havada kalan öz”, İkinci Yeni’ciler, “havada kalan biçim.” Böylesi bir tanımı yorumlayacak değilim. Şiir terbiyem buna izin vermez. Uyar’ın “bakın yaklaşıyor”  dizesini yineleyerek bir şeyler söylemeye çalışan Özel’in etkilenmeyi de nasıl incelttiğini çok iyi bilirim, buna, “atlama tahtası” diyor (Özel, İmge ve Dizgin).  Nedir atlama tahtası, zaman kaybetmeden, google, bu cümleyi yazdığımızda karşımıza ilk çıkan şu oluyor: “Bir hamlede ulaşılamayacak yere kolayca varmayı sağlayan ara durağı, daha iyi bir duruma ulaşmak için basamak olarak kullanılan şey.” Özel, budur.  

Özel, açık sözlüdür, dürüsttür, her şey, şiir dahil her şey, onun için atlama tahtasıdır. Amacı da hep göz önünde olmak, sıçramaktır. Aynı tavrı Madımak Katlimı’nda da gösterdi; o zaman iktidar Refah Partisidi ve Özel, bu partinin resmi yayın organı olan Milli Gazete’nin baş köşe yazarıydı: Daha yakılanların et kokusu otelin, mahallenin, Sivas’ın, Türkiye’nin üzerinden gitmemişti ki Özel, 8 Temmuz’ 1993’te, vecd halinde, şunları yazdı: “Aziz Nesin gibilerinin kendilerini güvenlikte hissetmeleri için Sırp (veya Grek, Ermeni, Rus veya Amerikan) uçaklarını Sivas semalarında görmeleri mi gerekiyor?”  Özel, Madımak’ı ateşe verenlere güç ve cesaret veriyor: “Cehennem ateşi bu” diyor. Hızını alamıyor: “Ya Müslüman Türkiye veya hiç.”  

Bu cümleler, ne gazete tarafından ayıplanıyor, ne karşı çıkan oluyor: Entelektüel, katliamı onaylıyor. İktidar partisi ve yayını olan gazete, katliamı onaylıyor, hukukçu, edebiyatçı olan kimseler sessiz kalıyor. Cemil Meriç’in Özel yorumu aklıma geliyor, “Özel” diyordu, solun unuttuğu, sağın da hiçbir zaman benimsemediği biri. Düpüdüz, özü yalana dayalı bir reklam ifadesidir bu; ne sağcılar Özel’i unutup işsiz bıraktı, ne solcular ondan vazgeçti; çünkü sağ ve sol, Türkiye’de ucuzluk peşindeydi, bilgi, birikim değil, ilişkiler önemliydi ve her zaman iflas etmiş kişilerin kıymeti vardı: Acaba bize ne kazandıracak?     

İşportacılar, açık sözlüdür, defolu malları satmak için müşteriye doğruyu söylerler, yoksa derler, bu malı, bu parayla alamazsın! İşportacılar, modaya uygun defolu malları, modaya uymak isteyen kimselere satarlar.  

Komünizmin, sosyalizmin bilinmediği bir zamanda Özel, komünist olduğunu söyler ama buralarda sosyalizmin ayak sesleri gelince, ortadan kaybolur, imana gelir. Müslüman olur! Buradan, iyi gelir elde eder; TV’ler, gazeteler, şiir SHOV programları vs. Buralardan  nema bitince, bu sefer başka bir kanala açılır: Türklük, İslam! İstiklal Marşı Derneği’ni kurar ve bir dizi etkinlik yapar. Konuşur da konuşur: “Her Kürt aşiretinde bir tane Amerikalı vardı. Bu Amerikalı Türkçe konuşuyor, Amerikalılar bu işi 1960’tan sonra hallettiler (…)Kürtlerde milli bir bilinç yoktur. Sadece Amerikalıların onlara öğrettiği kadar Kürt’türler  (…) Benim paramdan TRT’nin kestiği vergi var. Fakat bana hiç sormadan TRT 6 diye bir şey yaptılar.”  

Özel’in devlete verdiği bir akıl da vardır, şunu söyler: “Eğer Kürtler asimile edilmezse, Aleviler sünnileşmezse, Türkiye Cumhuriyeti sililinir.”  

III 

 Seksenli yıllardan sonra İslamcılar az biraz değişti ama Kürt sorununu hala çözemiyorlardı. En iyi niyetli yaklaşım, şuydu: Kürt sorunun temelinde Kemalizm vardır. Yani Kemalizm’in laiklik ve milliyetçilik fikriyatı, sorunu doğurmuştu… Çözümü ise Refah Partisi’nin İstanbul İl Teşkilatı bir rapor sunarak açıklıyordu. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül o zamanlar, Beyazıt’ta başörtü eylemlerinde Kürtleri görünce gözlerinin içi parlıyordu. İstanbul’u almak Kürtlerden geçiyordu. Hem tarihsel, hem siyasal olarak, bu böyleydi. Bizim için temel ve değişmez bir insan hakkı olan başörtüsü onlar için bir propaganda değildi daha. Erdoğan’da o zaman ele avuca sığmazdı. Milletvekili adayı olmuştu, seçmeli oy sistemi yüzünden çıkmamıştı, morali bozuktu. İşte bu atmosferde, partinin il teşkilatı 18/ 11/ 1991’de Erbakan’a bir raporu sundu: “Bugün ‘doğu’ veya ‘Güneydoğu sorunu’ olarak adlandırılan sorun, aslında bir ‘Kürt sorunu’dur… Sorun gerçekte ulusal bir sorundur, yani bir Kürt sorunudur. Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde ‘Kürdistan’ olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir… Kürtlerin konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçeyle ilgisi olmayan müstakil bir dildir.”  

Bir de resmi ideolojinin artık iflas ettiği dile getiriliyordu: “Devlet, kontrgerillasıyla, özel timiyle, harcadığı trilyonlarca lirasıyla, köy korucularıyla vs. bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğini artık anlamış bulunmaktadır. Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir. Resmi ideoloji bütün bu noktalarda artık iflas etmiştir. 

Bu görüşler hareket içindeki entelektüeller arasında da ilgi görüyordu. Ali Bulaç İslam ve Milliyetçilik arasında bir uyuşmazlık olduğunu dile getiriyordu. Bulaç’a göre Müslümanlara millet elbisesi giydirilmesinin ne din de ne realitede karşılığı vardı. Ömer Vehbi Hatipoğlu’na göre sorunun kaynağı rejimdi, rejimin dayattığı dünya görüşü idi. Buralardan 1071 Malazgirt efsanesi de yeniden biçim alıyordu: Türkler, Kürtler, Araplar, Gürcüler, Boşnaklar… bir arada yaşıyordu fikri ön plana çıkıyordu. Final, Ümmet Toplumu olsa da varlık, inkâr edilmiyordu, asimilasyon eleştiriliyordu. Bir başka entelektüel, Yusuf Kaplan, Kürt sorunun tek parti döneminde ortaya çıktığını, bunun yapay olduğunu söylüyordu; ona göre jakobenler, batıya ayak uydurma adına tepeden ve zorla “toplumu adam etmeye” çalışmışlardı. Fehmi Koru, “temel sorun” diyordu, “terör” ya da “farklı bir etnik grubun hak istemesi” değildir, sorun, “70 yıldır yaşayan sistemin kendisidir.” Abdurrahman Dilipak, aşağı yukarı benzer şeyler söylüyordu, farklı olan, Dilipak’a göre, hükümetlerdi, yanlış politikaları yüzünden PKK güçlendiriyordu: PKK, Kürtlerle “askerden ve devletten daha çok” bütünleşiyordu. 

Sonuçta, 2002’de, bu görüşlerin, eksiği ya da fazlasıyla AKP, iktidar oldu. Erdoğan, 2005 yılında, Diyarbakır’a gitti, on yıl içersinde kimi adımlar atıldı: Kürt Açılımı, Kürt Sorununa Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, Çözüm Süreci.  

Çözüm Süreci bitti. Bu süreçten sonra Fırat Kalkanı (Ağustos 2016), Zeytin Dalı (Ocak 2018) ve Barış Pınarı (Ekim 2019) operasyonları başladı; Pençe, Kilit operasyonlarıyla da operasyonlar devam ediyor. 

Tekrar başa döndük. Seksenli yıllarda Menzil Tarikatı, bölgede yasaklandı ve lideri bir adaya sürüldü; PKK’nin bölgede 86’da güçlenmesiyle tarikat yineden canlandırıldı. 90’lı yıllarda Hizbullah diye bir örgüt icat edildi. 2024 yılında, Hizbullah’ın uzantısı olduğunu saklamayan Hüdapar, AKP listelerinden Meclis’e girdi. Amaç, PKK’nin ötekileştirilmesidir. 

Bir zamanlar AKP’den vekil olan Mehmet Ocaktan’la bağlayabiliriz belki: Ocaktan, “Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” gibi  “ulusalcı sembollerle kuşatarak entelektüel bir fukaralığa” mahkumiyeti dile getiriyor: “Bir zamanlar var olduğunu sandığı entelektüellerinde “gücün arkasına saklanarak ya güce övgüler düzmekte, ya da Soğuk Savaş döneminden kalma emperyalizm benzeri söylemlerle goygoyculuk yapmaktadırlar.” 

İlginizi Çekebilir

32. Kürt Kültür Festivali Frankfurt’ta başladı
Mihyedîn Nahrîn: Evîn Mirovan Terbîye Dike

Öne Çıkanlar