Günümüzde, Antonio Gramsci’nin ünlü sözünü yankılayan bir dönemden geçiyoruz: “Eskinin öldüğü ama yeninin henüz doğmadığı canavarlar zamanındayız!” Bu ifade, küreselleşme sürecinin karmaşıklığını ve belirsizliğini oldukça iyi özetlemektedir. Küresel dünya sistemi çökmekte, hegemonik güçler büyük bir kriz içerisindedir. Hem ideolojik hem de politik anlamda güçlü argümanlar ve çözüm önerileri ortada yoktur. Yeni bir dünya sistemi kurmaya yönelik kapsamlı bir proje eksikliği, mevcut krizi daha da derinleştirmektedir. Bu kaos, eski düzenin kalıntılarıyla beslenen, ama yeni düzenin henüz filizlenmediği bir dönemi işaret etmektedir.
Küresel sistem, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana pek çok değişime sahne oldu, ancak son yıllarda bu değişimler daha da belirginleşti. Batı merkezli neoliberal sistemin hegemonik gücü zayıflarken, dünya çapında ekonomik, siyasal ve ideolojik çatışmalar arttı. Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Batı’nın liderliğindeki dünya düzeni, çok kutuplu bir yapıya evrilmekte, ancak bu geçiş sancılı olmaktadır. Hem ekonomik hem de siyasal alanda derin krizler yaşanmakta, mevcut sistem bu krizleri yönetme kapasitesini yitirmektedir.
İdeolojik olarak, neoliberalizmin vaat ettiği “küresel demokrasi” ve “serbest piyasa ekonomisinin” tüm dünyaya barış ve refah getireceği düşüncesi çökmüştür. Sosyal eşitsizlikler daha da derinleşmiş, otoriter rejimler yükselmiş ve popülist hareketler dünya çapında güç kazanmıştır. Bu bağlamda, ne eski sistemin sürdürülebilirliği sağlanabilmiş ne de yeni bir dünya düzeni inşa edilmiştir. Sonuç olarak, dünya adeta bir “canavarlar çağına” girmiştir; egemen güçler ve otoriteler, eski dünyanın kalıntılarıyla yönetmeye çalışırken, yeni bir sistemin doğuşunu engelleyen kaotik bir süreç içerisinde hapsolmuşlardır.
Teknolojik gelişmeler, küreselleşme sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Dijitalleşme, yapay zeka, biyoteknoloji ve otomasyon gibi alanlarda kaydedilen ilerlemeler, üretim ve yönetim süreçlerini derinden dönüştürmüştür. Ancak bu gelişmeler, aynı zamanda yeni tehditler ve krizler de yaratmaktadır. Teknoloji, kapitalist sistemin krizlerini çözmek için bir araç olarak kullanılırken, paradoksal bir şekilde bu krizleri derinleştiren bir dinamiğe dönüşmüştür. Teknoloji, hegemonik güçlerin elinde bir “canavar” haline gelmiş, savaşların, toplumsal baskıların ve küresel eşitsizliklerin araçlarından biri olmuştur.
Bu bağlamda, teknik gelişmeler küresel bir çözüm olarak sunulsa da, politik ve ideolojik bir çerçeveye oturtulmadan tek başına bir anlam taşımamaktadır. Teknoloji, doğru politikalarla yönetilmediğinde, savaşların büyümesine ve küresel güç mücadelelerinin bir silahına dönüşmektedir. Özellikle savaş teknolojileri ve yapay zeka odaklı silahlanma yarışları, bu süreçte dikkat çekici bir rol oynamaktadır. Egemen güçler, teknolojiyi bir savaş makinesine dönüştürmekte, bunun neticesinde dünya genelinde savaşların daha karmaşık ve ölümcül bir hal aldığı gözlenmektedir.
Bürokratik güçler de bu sürecin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Teknolojinin sunduğu olanaklar, modernizmin bir yan ürünü olan bürokrasinin gücünü kırma potansiyeline sahiptir. Dijitalleşme, şeffaflık ve hesap verebilirlik talepleri, bu süreci desteklemekte; sivil toplum örgütlenmelerine yönelik bir eğilim güç kazanmaktadır. Teknoloji, merkezi otoritelerin gücünü sarsabilir ve daha demokratik yapılar inşa edilmesinde bir araç olabilir. Ancak şu anki durumda, teknolojinin mevcut haliyle hegemonik güçlerin kontrolünde bir canavara dönüştüğü gerçeği ile karşı karşıyayız.
Küresel sistemin içinde bulunduğu bu kaotik süreç, sadece krizlerin ve savaşların değil, aynı zamanda yeni politik süreçlerin doğmasına yol açabilecek koşulları da olgunlaştırmaktadır. Kaos, tarihte birçok kez olduğu gibi, yeni bir düzenin habercisi olabilir. Bu bağlamda, mevcut dünya sisteminin çöktüğü ve yerine neyin geleceğinin belirsiz olduğu bu dönemde, yeni politik süreçler gelişebilir. Mevcut hegemonya, kaosun getirdiği fırsatları kendi çıkarlarına göre şekillendirmek isteyecektir, ancak bu süreçte halklar, sosyal hareketler ve yerel güçler de yeni politik arayışlar içerisinde olacaktır.
Bu durum, sadece küresel güçler arasında değil, ulus devletler içerisinde de büyük dönüşümlere yol açabilir. Eski hegemonik güçlerin zayıflaması ve yeni güçlerin ortaya çıkması, bölgesel dinamikleri de yeniden şekillendirebilir. Özellikle Ortadoğu, Asya ve Afrika gibi bölgelerde süregelen çatışmalar, sadece küresel güç mücadelesiyle sınırlı kalmayıp, bölgesel güçlerin kendi iç politik dengelerini de etkileyen bir süreç olarak gelişmektedir.
Bu kaos ortamında, yeni politik süreçlerin ortaya çıkışı, ideolojik olarak güçlü argümanların üretilmesi ve krizlerin derinleştiği noktalarda sivil toplum örgütlenmelerinin güç kazanması mümkündür. Bu bağlamda, sivil toplum örgütleri, toplumsal hareketler ve yerel direniş hareketleri, küresel sisteme alternatif politikalar geliştirme noktasında kritik bir rol oynayabilirler. Eski dünya düzeninin çöktüğü bir dönemde, halkların ve toplumsal hareketlerin demokratik ve adil bir dünya düzeni talebi, kaosun içinden doğan yeni politik süreçlerin belirleyici unsuru olabilir.
Dünya, küresel sistemin çöktüğü, eski düzenin artık işlevsiz hale geldiği bir döneme girmiştir. Ancak bu çöküş, yeni bir düzenin habercisi de olabilir. Kaos, yeni fırsatları ve tehditleri aynı anda barındıran bir süreçtir. Teknolojik gelişmeler, bir yandan küresel sistemi dönüştürme potansiyeline sahipken, öte yandan hegemonik güçlerin elinde bir canavara dönüşmektedir. Eski dünyanın yerini alacak yeni bir sistemin henüz doğmadığı bu süreçte, halkların, sivil toplumun ve toplumsal hareketlerin rolü kritik olacaktır.
Yeni dünya düzeninin nasıl şekilleneceği, bu kaotik süreçte hangi güçlerin öne çıkacağına ve hangi politikaların geliştirileceğine bağlıdır. Bu süreç, yalnızca büyük devletlerin değil, aynı zamanda bölgesel aktörlerin, toplumsal hareketlerin ve bireylerin de aktif olarak şekillendirebileceği bir süreçtir.
Küresel sistemin geleceği, kaosun içinden doğacak yeni politik süreçlerle belirlenecektir ve bu süreçte herkesin bir rolü olacaktır.