Ali Engin Yurtsever: Tarihsel Sıçramanın Olasılığı 

Yazarlar

       Tarih yazımı insana ait bir gerçekliktir. Her insan önceden oluşturulan verili koşullarda kendi tarihini yazar. Kendi oluşturduğu koşullarda değil, eğer öyle yazabilseydi kolaylık içeren bir tarih yazımı olurdu. Bu nedenle insanlık tarihi bir anlamda mücadeleyi içeren bir sürecin tarihini oluşturmaktadır.

       Tarihin durgun bir nehir gibi aktığı dönemler vardır. Bu dönemlerde sanki hiçbir şey değişmiyormuş gibi gelir. Derinden derine mayalanan değişim ve dönüşümler, sessizce büyümeyi ve elverişli koşulların oluşmasını beklerler. Zamanı gelen tarihsel hızlanma göz açıp kapayana kadar gerçekleşir. On yılların aylara, bazen de günlere sığdırıldığı tarihsel sıçramalardır bunlar. Bu tarihsel dönemleri kaçırmamak, kendini yenileyebilmek için geçmişe takılmadan yönünü geleceğe dönmek ve maddi koşulları okuyabilmek gerekir. Bunun için de dogmatizmden uzak, donmuş bir fikri savunmak yerine “somut koşulların somut tahlilini” yapmak gerekir.

      7 Ekim tarihinde Hamas’ın İsrail’e yönelik sıktığı kurşunlar işte böyle bir tarihsel hızlanmanın başlangıç sesi oldu. Elbette bir günde başlayan bir şey değildi bu. Gerisinde yıllarca birikmiş olan sosyal ve siyasal sorunlar mayalanma sürecine girmisti. Temel olarak SSCB yönetiminin temsil ettigi i̇deolojik sisteme karşı bir duvar olarak “Altın Hilal” diye tanımlanan ve SSCB’yi hilal şeklinde saracak olan ülkelerin birer birer ele geçirilerek kendilerine bağımlı bir alan açmak için politika yürüten uluslararası kapitalist devletler bulunuyordu. Bu politik anlayış süreç içinde ÇİN’in de kendilerine rakip olarak yükseldiğini de hesaplayan uzun erimli bir sosyal ve siyasal politikayı kapsayarak yürürlüğe konuldu. Afganistan bunun en belirgin örneğiydi. B. Karmal yönetiminin SSCB’den yardım talep etmesi ve askeri-sivil güçlerini istemesi, Talibanların da başta ABD olmak üzere diğer güçlerden aynı talebi dile getirmesi ve destek almasını sağladı. 1980’lerden itibaren ABD’nin dış politikasına yön veren Z. Brzezinski bu politikanın mimarıydı. Truman’dan ilham alınarak hazırlanan “Carter Doktrini” Basra körfezini SSCB’ye karşı savunmayı öne çıkardı. İran’da iktidarı Şah yönetiminden alan Molla rejiminin emperyalizm karşıtı olarak değerlendirilme yanlışı kısmen de olsa sürüyor.

Oysa daha o yıllarda bile ABD el altından İran’a silah satmıştı. İrangate olarak adlandırılan bu durum elbette sadece ticari bir durum değildi. İkinci dünya savaşında Nazilerin yenilgisiyle sonuçlanan direnişe öncülük eden sol çizgi uzun süre kıta Avrupa’sında etkisini sürdürdü ve onlarca ülkede “sol veya sosyal demokrat” sayılacak yönetimlerin oluşmasını sağladı. Sınıfsal ve ulusal mücadelelerin güçlenmesi kapitalist devletleri bu temelde siyasal islam güçlerine destek vermeye yöneltti. Ortadoğu bunun ilk adımı oldu. Sadece bu politika değil elbette, SSCB’nin yıkılması kendi iç sorunlarına da bağlıydı. Parti diktatörlüğü mü, sınıf diktatörlüğü mü tartışmaları, sınıftan kopan sınıf partisi gibi birçok konu da siyasal çözülmenin belirgin bir faktörüydü. 

    Kapitalizm, kar hırsıyla dünyayı ele geçirme politikasının önünde bulunan Ortadoğu üretim ilişkileri ve güçlerinin kendiliğinden değişmesinin uzun yıllar dayanacağını kabul ederek müdahaleci bir tarzda islamcı yönetimlerin yolunu açtı. Hem pazarları ele geçirmek, hem de sosyalist yönetimleri tamamen tasfiye etmek için Ortadoğu kazanının altına kucak kucak odun atıldı. 2010’lu yıllardan itibaren siyasal islamın felaket olduğunu, dünyayı Orta Çağ dönemlerine geri götüreceğini dillendirmeye başladılar. Bilmedikleri bir gerçeklik değildi bu, sadece çıkarlarına hizmet etmesi için politika değişikliğine gitmeye başlamışlardı. İşte tarih şimdi sosyal ve siyasal değişimini bu temel üzerinde sıçrayarak yapıyor. S. Arabistan aktör olarak kansız bir şekilde değişimlere başladı ancak geri kalan ülkeler kan denizinden geçmek zorundalar ve geçiyorlar. 

    Bu tablonun içinde ayrı bir yer tutan Kürtler oldu. Kürdistan özgürlük hareketinin başlattığı direniş savaşı, hareketin kurumsal yapısı ve hedefleri gereği seküler bir tarzda ilerledi. Genel anlamda laik ve islami hayat tarzının çeşitli şekillerde iç içe geçerek hüküm sürdüğü Kurdistan’da kadınların daha görünür bir şekilde toplumsal hayatta ve savaşta yer alması değişimi hızlandırdı. O adımlar şimdi tüm dünyada yankılanan “Jin, Jiyan, Azadi” sloganının tohumlarıydı. 

    Ortadoğu yıkılacak ve yeniden kurulacak. Bizim anladığımız anlamda özgür, demokrat ve bağımsız devletler olmayacak elbette ama Orta Çağ karanlığı geriletilecek, sömürge halkların statüsü değişecek; bütün bunlar barış yoluyla değil savaşın hükmüyle gerçekleşecek. Bu gerçekliği kabul etmeyerek barış çağrıları üzerinde politika oluşturmak “Pollyanna” olmaktan başka bir şey değildir. tarafların her türlü ağır silahlarla katıldığı bir savaşın içine girip “durun, hepimiz kardeşiz” demek, gerçeklikleri ve olguları kendine göre şekillendirmeye çalışmak demektir. Böyle bir yalpalama bireyler için sorun olmayabilir ama halkları temsil eden yapılar için ağır bir sorun oluşturur. İran molla devletinin bir kara harekatıyla yıkılması zor görünüyor. Iran iç dinamiklerinin dış dinamikler katkısıyla ayaklanması ve uzun süreli bir hava harekatının arkasından ekonomik yaptırımların uygulanmasıyla, İran’ın gücünün küçültülmesi yönünde bir plan uygulanıyor olması ihtimal dahilindedir.

   Kürtlerin bu tarihsel süreçte sömürgecileriyle bağlı oldukları zincirin kırılması artık bir hayal değildir. Eksik olan ulusal birlik, işbirlikçiliğin tasfiyesiyle hayata geçebilir. Kendi sonunu geciktirmek veya bu depremden kurtulabilmek için Türk devletinin yeni bir çözüm çağrısı adımı önümüzdeki dönemde ortaya çıkarsa, bu sürpriz olmayacaktır. AKP-MHP iktidarının ardından yerini teslim edeceği iktidar muhtemelen CHP olacaktır. Yeni ve sağlamlaştırılmış bir zinciri boynumuza takmak için atacakları adımda, DEM Parti ekseninde çağrı yapabilirler. 

    Tarihsel sıçrama zamanları, tarihsel kararları almayı gerektirir. Beynimizi esir alan Kürt-Türk kardeşliği meftunu kabul etsek de, etmesek de pratikte yok hükmündedir. Kölelikten kurtulma mücadelesinde en büyük korku efendisiz kalmak korkusudur. Yeryüzünde adalete ve özgürlüğe olan düşkünlüğü için son yarım asırda büyük bedeller ödemiş bir halk bu tarihsel sıçramayı kaçırmayacaktır, kaçırmamalıdır. Korkunun hükmü bilinç elde edilene kadardır ve o bilinç 15 Ağustos tarihinde beynimize bir daha çıkmayacak şekilde yerleşmiş bulunuyor.

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Kardeşlik, umut hakkı, tecrit 
Analiz: İsrail zafer peşinde koşarken Batı’yı güçsüz bıraktı

Öne Çıkanlar