Kürt sorunuyla doğrudan ilgili devletlerin Kürtlerin varlığını tanımış olmanın bir adım ötelerine gitmeleri, bu ülkelerin demokratikleşme ve yeniden yapılanma iradesi göstermeleri sorunudur. Kürt sorunu kendi iç barışını tesis etmeyi de önceleyen, önemseyen bir büyük demokrasi ve zihniyet dönüşümü sorunudur…
*
Geçen haftaki yazımda İsrail saldırganlığının, önceki yıllarda tanık olduğumuz türden bir “intikam” amacı taşımadığını ve bu saldırılarla Ortadoğu’da dengelerin yeniden oluşturulacağı bir dönemin önünün açılmak istendiğine dair görüşlerimi paylaşmıştım. Yazıyı, sözü Türkiye’ye getirip bu haftaki yazıya “pas” atmıştım: “…Türkiye bu sürecin neresinde peki ve dengelerin yeniden oluşturulmasından nasıl etkilenir? Bu soru üzerine kafa yorarken, dileyelim, savaşın acı, kan, gözyaşı ve yıkımdan başka bir şey demek olmadığını hep aklımızda tutarız…”
Bazı okurlarımdan da “Kürt meselesi bu işin neresinde?” içeriğinde sorular geldi. Hemen cevap vereyim: Nereden baktığınızdan bağımsız olarak, tam da ortasında!
“Nereden baktığınız” tabii ki önemli; ama ister sorunu “terör sorunu, güvenlik sorunu” görün isterse Ortadoğu’da istikrarın temel problemlerinden biri görün, Kürt meselesi Filistin ile birlikte Ortadoğu coğrafyasının en önemli sorunlarından biri. Filistin meselesinin uluslararası arenada meşruiyetinin büyük bir kabul gördüğü dikkate alınacak olursa, ondan daha ağır bir sorun olduğu da söylenebilir rahatlıkla…
Vurgulamadan geçmemek gerekir; Kürt sorunu deyince bundan “terör, bölücülük, güvenlik” anlamı çıkaran zihniyet, sorunun ağırlığının en önemli unsuru oluyor.
İnkar ideolojisi ve emperyalistlerin son olarak 1. Dünya Savaşının ardından çizdikleri sınırlara “milli” ve “ulvi” bir kutsiyet atfetmeyen aklı başında, vicdanı yerinde herkes bilir ki Kürtler, birçok dinin, kültürün, etnik kimliğin yurdu olan bu coğrafyada devletsiz yegane halktır ve bu tabii ki bir sorundur, bir “istikrarsızlık” unsurudur. Dünyada da toplam nüfusu 50-60 milyon dolaylarında hiçbir halk yoktur ki “devletsiz” olsun…
Kürtler bu coğrafyada hem devletsizdirler ve hem de dört ülkenin (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) sınırlarına hapsedilmiş olarak bölünmüş, parçalanmışlardır. Hapsedildikleri sınırların içerisinde varlıkları değişik düzeylerde ağır ve sistematik biçimde baskı altına alınmış, bir halk olmanın en temel gereklerinden dahi mahrum biçimde teslimiyet ve asimilasyondan başkaca “çıkışı” olmayan bir cenderede yaşamak zorunda bırakılmışlardır.
Kürtlerin varlığını kendi egemen devlet statüleri ve statükoları için “tehdit ve tehlike” gören bu devletler, biliyoruz ki, birçok konuda politika ve ideolojik hassasiyetleri birbirinin karşısında olsa da söz konusu Kürtler olunca aynı safta yer almaktan geri kalmamaktadırlar. Hatırlayanlar bilir; on yıllarca Sovyetler Birliği’nin bölgedeki “nüfuz alanı” içerisinde yer alan Baasçı Irak ve Suriye rejimleri ile Amerikan uydusu Türkiye ve İran Kürtlere karşı hep “ittifak” halinde idiler.
Biraz daha yakından bakacak olursak…
İran’da Şah rejimi yıkıldı (1979) ama yeni molla rejiminin Kürtlerle ilgili politikası değişmedi; hatta ilk icraatları, İslam Devrimine destek veren Kürdistan’ı kana boyamak oldu. (İran’da bir Kürdistan eyaleti ve Kürtlerin anayasal güvence altında bulunan kültürel hakları var aslında; ama “ne olur ne olmaz” endişesiyle olsa gerek bu haklarını kullanmaları önünde ciddi engeller de var.)
Irak’ta Saddam diktatörlüğünün devrilmesinin ardından bu ülkede yeni bir durum ortaya çıktı ve varlığı önem kazanan Kürtlerin “statü” istem ve beklentilerini görmezden gelmek, mümkün değildi. 2005 yılında Irak, federal bir yapı içerisinde Kürdistan Bölgesel Yönetimini tanıdı. (Bu önemli, tarihi bir kazanımdı; ne var ki kendi içinde hayli çok yönlü, dallı budaklı ve bölge ülkelerinin manipülasyonlarının da etkili olduğu pek çok sorunu da bünyesinde barındırıyor. Konudan sapmamak için bu notu düşmekle yetiniyorum.) 2017 yılında Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) gerçekleştirdiği bağımsızlık referandumu, bir “ilk” olarak bir başka tarihi gelişme idi. Fakat diğer Kürt hareketlerinin tepkileri bir yana Türkiye ve İran’ın bağımsızlık ilan edilmesi ihtimalini bile “savaş nedeni sayarız” tehditleri sonucunda, Kürtlerin bağımsızlık yönünde tecelli eden iradesi hayata geçirilemedi…
Suriye’de ise bir zamanların Sovyet uydusu ve kimilerinin gözünde büyük anti-emperyalist mevzi Baasçı Esad rejimi, Kürtlere herhangi bir hak vermek şöyle dursun, onlara vatandaşlık kimliği dahi vermedi. Sovyetler Birliği yıkıldı, baba Esad’ın yerini “Suriye’de acayip reformlar yapacak” beklentisiyle Avrupa’da eğitim görmüş oğul Esad aldı ama yeni Esad’ın da Kürt politikası değişmedi! İç savaş sürecinde Suriye Kürdistanında ortaya çıkan Rojava özerk yönetimine karşı en önemli (!) vaadi, “Kürtlere vatandaşlık hakları tanınacak” oldu. Suriye’nin parçalanması pahasına hala Rojava’yı tanımıyorlar; Rojava yönetiminin son derece gevşek bir içeriği bulunan özerklik talebini bile “tehlikeli” buluyorlar!
Bu dönemde kapalı kapılar arkasında kotarılan Ankara-Şam görüşmelerinin en önemli gündem maddesinin ne olacağı kimse için “sır” olmasa gerek: Ne yapalım edelim de fiili Rojava özerk yönetimini yok edelim…
(Geçerken belirtmeden edemedim: 2013-2014 yıllarında gündemde olan Çözüm Süreci’nin geleceğinin, başarı ya da başarısızlığının, Rojava’ya yaklaşımla ilgili olduğunu ortaya koyan yazılarıma, sözüm ona “süreci” destekleyen çeşitli uyduruklar, “Sen süreci desteklemiyor musun yoksa?” şeklinde tepkiler göstermişti. Tabii böylelerinde “yüz” olmadığı için her biri hala “uzman” ve “bilirkişi” edalarında dolanıyorlar ortalıkta.)
Türkiye’de ise 2002’den bu yana önceleri sorunun adını dosdoğru koymasıyla dikkat çeken, 2009 ve 2013 yıllarında “açılım” yapmaya niyetlenen ama vardığı noktada devletin bildik “kırmızı çizgi” politikasına teslim olmuş bir iktidar var ve kendi iktidar dönemini “yeni Türkiye” olarak tanımlıyorlar. Fakat bu “yeni” denilen Türkiye’de de “eski” Türkiye’nin sorunları “sorun” olmaktan çıkartılabilmiş, çözülebilmiş değil.
Konudan sapmadan devam edelim; Kürdistan coğrafyasının bölge ve nüfus olarak en büyük parçasının yer aldığı, ülkenin en önemli, yakıcı ve can yakıcı sorunuyla ilgili geldiğimiz nokta şu; TRT Şeş, pardon TRT Kurdi var ya daha ne istiyorsunuz!
“Bu da bir şey” denilebilir elbette ama bu asgari manada bile bir “çözüm” değil. Olmadığı nereden belli? Mesela onca baskıya, engellemeye, davalara, kayyum uygulamalarına rağmen bölgede son olarak DEM Parti olarak siyasi hayatını sürdüren parti neden hala seçmenlerin sahiplenmeyi sürdürdüğü bir parti? Herhalde bunun nedeni, “çok başarılı siyaset yapıyorlar, Kürtlerin haklarını çok iyi temsil ediyorlar” değil, en azından bence değil. Adı HEP’ten bu yana “Kürt partisi”ne çıkmış bu partilerin Kürtler tarafından sahiplenilmesinin en önemli nedeni, benden duymuş olun, egemen devlet politikalarına, inkar ve çözümsüzlük politikalarına karşı bir tepki ve protestodur…
Ortadoğu’da etkili olmak isteyen ve aynı zamanda birer “Kürt sorunu” bulunan ülkeler ile bu ülkelerdeki Kürtlerin durumu, kaba hatlarıyla bu. Bu realiteyi yok sayarak veya bununla ilgili kalıcı, nihai bir barış, çözüm perspektifi içeren anlayışınız olmadan Ortadoğu’da gerçek manada bir barış ve istikrar politikanız olabilir mi? Kuşkusuz bu sorunun ABD, Rusya, İngiltere gibi küresel güçler açısından da değerlendirilmesi gereği var…
***
Bu dallı budaklı konuyu bir makale ile enine boyuna irdeleme imkanı yok. Ağır basan bir gündem olmadığı müddetçe, madem girizgah kabilinden başladım, sürdüreceğim. Ama bitirmeden bu yazının ana fikri olsun misali vurgulamak istediğim birkaç husus daha var.
> Ortadoğu’da kalıcı bir barış ve istikrar, Kürt sorunu görmezden gelinerek ve Kürt sorunu konusunda yeni, yapıcı, barış ve çözüm odaklı bir anlayış geliştirilemeden inşa edilemez…
> Kürt sorunuyla doğrudan ilgili devletlerin Kürtlerin varlığını tanımış olmanın bir adım ötelerine gitmeleri, bu ülkelerin demokratikleşme ve yeniden yapılanma iradesi göstermeleri sorunudur. Bu anlamda Kürt sorunu kendi iç barışını tesis etmeyi de önceleyen, önemseyen bir büyük demokrasi ve zihniyet dönüşümü sorunudur.
> Kürtlerin “devletsiz” olması bir sorundur. Bazı Kürt hareketlerinin “Biz devlet istemiyoruz” şeklindeki kuramsal ve pratik bağlamda mantıksal tutarlılığı çürük eklektik görüşlerine rağmen hem de. Bununla birlikte, Kürtlerin devlet kurma/olma haklarını tanıyacak biçimde kendi kaderini tayin hakkını tanımak, savunmak, illa da bir Kürt devleti kurulmasını savunmak anlamına da gelmez. Memleketin solcu camiasının çoğu başka konularda adını çok ansa da, Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ile ilgili temel prensibini anımsamakta güçlük çeker: Ezen ulus sosyalistlerinin görevi ezilen ulusun ayrılma hakkını savunmaktır. (Ezilen ulus sosyalistleri ise birliği savunmalıdır. Bu “birlik”, hakkından vazgeçmek değildir ama, federasyon, özerklik şeklinde birlikte olmaktır.)
> Zihniyet dönüşümü sadece devletler için elzem değil; bu ülkelerin halkları için de gerekli ve hatta devletlerin demokratik dönüşümü buradan geçiyor da denilebilir. Demokrasi mücadelesi bileşenlerinin de, başta “sol” iddialı yapılar olmak üzere, sağlıklı, işleyen bir demokrasi inşa etmenin Kürtleri bir “taktik müttefik” veya “kitle” görmekten artık vazgeçip onların haklarını savunmakla mümkün olabileceğini görmeleri gereği vardır.
> 1. Dünya Savaşının hemen ardından Ortadoğu’yu “dizayn” eden Sykes Picot Anlaşması ve 2. Dünya Savaşının ardından ortaya çıkan “yeni” durum kapsamında nüfuz ve egemenlik alanlarının yeniden belirlenmesi, Filistin halkını ve Kürtleri “yok” saymakla malûl idi. Bu statüko ve dengeler aşındı ve yeniden yapılandırılması ihtiyacı ortaya çıktı; Suriye’de yatışmış görünen iç savaş, İran politikaları ve nihayet İsrail’in himaye edilen, hatta kışkırtılan saldırganlığı bu ihtiyacın “görünen” gerekçeleridir. Dengeler yeniden belirlenirken kendi içlerindeki sorunlara karşın Kürt halkı tarihinin en bilinçli ve örgütlü dönemindedir ve özellikle IŞİD’in tasfiyesinde oynadığı rol nedeniyle uluslararası kamuoyunun takdir ve sempatisini kazandığını da hatırda tutmak gerekir. Ortadoğu denklemlerinde Kürtleri yok saymak, artık hiç kimse için kolay değildir.
> Bugünlerde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin parlamentoda DEM Partililerle tokalaşması, Erdoğan’ın “kıymetini bilin” demesi ve “yeni bir çözüm süreci mi başlıyor?” yorumları var gündemde. Bahçeli bu hareketinin “doğaçlama” değil, “Gelin Türkiye partisi olun, milli birliğimizde kenetlenin teklifi” olduğunu açıkladı; “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” dedi. Ben, bu MHP adına cidden “açılım” denilebilecek hareketin, Ortadoğu’da kartların yeniden karılması, dengelerin yeniden oluşturulması ile doğrudan ilgili olduğu kanısındayım…
***
Zor tabii, ağzından ya da kaleminden döküldüğü gibi kolay değil hiçbir şey; söz konusu olan Ortadoğu ve Kürtler ise… Ama zor olması, bizi doğru olanı, olması gerekeni dile getirmekten ve savunmaktan da alıkoymamalı. Gandi’nin dediğince, “Barışa giden bir yol yoktur. Barışın kendisi bir yoldur” ve o yolun dümdüz bir hat izlemediğini biliyoruz, yaşıyoruz…