Yapay Zeka Çağında Muhalif Habercilik üzerine sesli düşünmek

GündemTeknoloji

Aslında bu metne günümüz koşullarındaki sosyalistler için bir haber mecrası yaratmak ve bu haber mecrasında fikirler de paylaşmak açısından bir sesli düşünme çabası olarak bakılmalı.

A.Halûk Ünal:

Konuya yaygın bir yabancılık olduğunun farkında olarak fazla basit ama anlaşılabilir bir tanımla başlayayım. Yapay Zeka, nörobilimin verdiği ilhamla geliştirilmiş, insan beynini taklit eden matematik algoritmaların toplamı. Öğrenen makineler de deniliyor. 

Bugün için popüler açıdan en temel işlevi hiçbir insanın ömür boyu çabalasa bile ulaşamayacağı bilgileri taramak ve öğrenmek. Bu, belki de işlevlerinden en temeli. Dünyanın bütün kütüphanelerinde sizin için arama, tarama yapabilen bir asistan. Bu bilgileri biriktirip, sonra da kullanmayı, yorumlamayı öğrenmek için çabalayan insanın çaresizliğine karşı devrimsel bir çare.

Mesele, bilgilerin derlenmesi, sınıflandırılması ve en önemlisi yorumlanması bizim soracağımız soruların (prompt) amaca ne kadar uygun ne kadar yaratıcı olduğuyla ilgili.

Böylece insanlığın ürettiği bütün bilgi denizinde kulaç atmanın önünde bir engel kalmadı. Bu da okuryazarlık, aydınlanma, entelektüel faaliyet gibi kavramlarda devrimlere neden oldu. 

Bunun çok daha ötesinde verimlilik alanları söz konusu ama akışı bozmamak ve kafa karıştırmamak için bu metnin amaçları açısından, yani muhalif bilişsel faliyet ve yayıncılık için asgari tanım böyle kalabilir.

***

Bu metni sol habitata yazıyorum. Bu nedenle de o habitatta habercilik denildiğinde akla ilk gelen kavrama geri dönerek devam edeyim.

Sosyalistlerin habercilik geleneği malum, Lenin’in Iskra Gazetesi fikrine dayanır. 

Elbette bu, o güne kadar Avrupa’da yayınlanan gazetelerden farklı bir projenin hatta paradigmanın omurgasını oluşturur. 

Hepimizin hatırlayacağı gibi Lenin, Iskra için “duvarcıların duvarı düz örebilmek açısından kullandığı ip” mecazını kullanır. Bu araç o günün koşullarında devasa politik bir şebekenin, bugünün deyimiyle network ’ün “duvarcı ipi” olacaktır. 

Egemen basının alternatifi olarak basılacak, kendi analog dağıtım şebekelerini yaratacak ve mümkünse her fabrikaya, haneye, tarlaya ulaşacaktır. Böylece Platon’dan mülhem, “akıl ve bilgi” siteyi inşa edecek ve yönetecektir.

Elbette böyle bir politik inşa aracı, inşa edilmek istenen toplumsal dokuya dair öngörüleri, simülasyonları barındıracak metinlere de ihtiyaç duyacaktı. 

İhtiyacın bir boyutu daha olduğu tanımlanmıştı; devletin ve sistemin teşhiri ve ifşa edilmesi bu taşıyıcı unsur tarafından gerçekleştirilecekti. 

Böylece hem fikri taşıyan hem teşhir edici bilgiyi içeren hem de okuyucuların ve dağıtıcıların arasında ülke çapında bir şebekenin duvarcı ipi olan bir araç tasarlanmıştı. 

Bu mecazdan devam edersek duvarcılar da hala kullandığımız bir deyim olarak “kadrolar” olacaktı.

Ben, bu tasarımı o çağda sanayide öncü roller oynayan buhar makinasının siyasette güncellenmesi olarak tanımlamayı uygun buluyorum. Modernizmin ve sanayi devriminin “devrimci aracı” dahiyane biçimde böyle yaratıldı. Konuya ayrıntılı vakıf olmak isteyenler 1895-1905 arası Lenin’in bu konuda yazdığı makalelere bakmalarını tavsiye ederim. 

Ancak unutmayalım ki bir buluş, dahiyane olsa da kendi üretildiği koşullar tarafından güdülenmekten bağışık değildir. 

Son olarak bu fasıl da şöyle söylemeliyim bu dahiyane araç, tasarımcısını, tahayyül ettiği bütün hedeflere ulaştırdı. Ancak bugün geriye doğru baktığımızda söz konusu hedeflerin ve tasarımcının tahayyülünün egemen kültür tarafından güdülendiğini gösteriyor. 

Amacım bu metinde Lenin’in tasarımının doğru ya da yanlış taraflarını tartışmak olmadığı için bu tespiti burada bırakıp başka bir aşamaya geçmek istiyorum çağın değişimi ile ilgili bir aşama.

***

Bu kez soruyu şöyle sormak daha doğru sanırım, temel ihtiyaç değişti mi? 

Bence hayır, yine kitlesel güç ihtiyacı aynen devam ediyor. Devleti kuşatacak, değişime zorlayacak büyüklük ve nitelikte güçler.

Söz konusu kitlenin kapitalizmin farkına varması, yaşadığı korkunç hayatların kaynağında devletli toplumlar ve bunun yarattığı insanın olduğu anlaması şart. Bunu anlayanların organize çabası, mücadelesi çok daha yaşamsal.

Peki şu anda kullandığımız model, içinde yaşadığımız dijital yapay zeka çağına uygun mu? 

Bence yanıt çok net, kesinlikle uygun değil. Bu noktada buhar makinasının yanında müzedeki yerini almak durumunda. 

Öte yandan bu modeli aslına sadakatle kullanan kaldı mı? Üretilen kitlesel yayınlar, gazeteler bu modeli içeriyor mu, diye sorarsak benim yanıtım yine, hayır olacaktır. 

Sözün burasında yine belirtmeliyim ki amacım, “buhar makinesinin” günümüzde nasıl güncelleneceği sorusuna yanıt aramak değil. 

Bu geleneğin miras bıraktığı zihniyetin, çağın araçlarını üretmekte ayağımıza nasıl bağ olduğunu göstermeye çalışmak.

Bu geleneğin mirasını nasıl özetleyebiliriz; Partizan yayıncılık sanırım en veciz tanım olurdu. Partizanlık, ideolojik yayıncılık anlamına geliyor, malumunuz. 

Sorunu aşabilmek için burada da çok önemli bir tartışma bizi bekliyor. Ama yazının akışını bozmamak için kısa yol kullanacağım. 

Bugün bilim felsefesinin ve bilgi teorisinin geldiği noktada ideoloji, çarpık, öznel bilgi demek. Dünya görüşü ise doğru kavram. Dünya görüşü kavramını tek tek olgular ve bir bütün olarak evren hakkındaki bilgi ve düşüncelerimizin toplamı, felsefi omurgası biçiminde de tanımlayabilirim. 

Bizim kullandığımız miras, yayıncılık geleneği ne yazık ki, cinsiyetçi, endüstriyalist ve Newton’la sınırlı bir zihniyete sahiptir. Bilimsel devrimleri henüz analiz metoduna ekleyemedi.

Oysa, dijital sosyal medya çağında, bir olayın gerçekleştikten birkaç dakika sonra sosyal medyada görünür hale geldiği bir dönemde; Iskra modeli habercilik artık geçerliliğini işlevini kaybetmiştir. İçerik olarak da biçim olarak da…

Hatta daha ironik bir iddiayla hipotezimi kanıtlamaya çalışmak eğlenceli olabilir. 

Devletin Iskra’sı Cumhuriyet Gazetesidir; bütün holding basını ve medya bir “kapitalist Iskra’dır.” Hepimizin ceket, kaban ceplerimizde Cumhuriyet gazetesini koyup, kendimizi kimliklendirdiğimiz günleri bilenler bilmeyenlere anlatsın.

Elbette fikriyat açısından Lenin’in tam zıttı ama model açısından çok daha gelişkin benzer ve güncel şebekeler yaratmakta eşsizdir, sistem basını. 

Böylece sosyal medyada her ülke bazında milyonlarca insandan oluşan şebekeler oluşuyor; yapay zekanın kaldırdığı dil engeliyle de birbirleriyle eklemleniyor. 

Bu şebekeler, hem kapitalist “Iskra’ların” fikri habitatında yaşıyor hem de bu fikriyatın yeniden ve yeniden çoğaltılıp, paylaşılmasını sağlıyor. 

Faşist, ırkçı linçlerin yıldırım hızıyla yaygınlaşmasını, sokağa inmesine ön ayak oluyor. En çarpıcı olanı da bu şebekeler bizleri de kısmen absorbe ediyor, şahsi filtrelerimizin gücüne göre karşı propagandaya bağışık kılabiliyor. İyi de “kişisel filtrelerimiz ne kadar modern ve güçlü?

Hepimiz bu kelam ırmaklarında sürükleniyor, en iyimiz akıntıya karşı yüzmeye çabalıyoruz. İşin kötüsü büyük çoğunluğumuz bunun farkında bile değiliz.

Toplumları kültürleşmeleri belirliyor, siyasal örgütlenmeler, egemen kültürleşme biçimlerine alternatif habitatlar yaratamadıkça anlamını yitiriyor.

Hepinizin çok iyi bildiği bu atmosferde muhalif, özgürlükçü, ekolojist, eşitlikçi, çoğulcu haber ve fikir mecraları yaratılıp, karşımızdaki ideolojik aygıtın (şebekenin) çarpıttığı bütün bilginin gerçeklik süzgecinden geçirilmesini gerektiriyor.

Birçok haberci dostumuz, zaten bunu yapmaya çalışıyoruz, diyecektir. Doğru, niyet bu; ama pratik pek de öyle olamıyor.

Çoğu muhalif yayın, ellerinde çok sınırlı para ve kadroyla – ki o kadrolar da egemen kelam ırmaklarında sürükleniyor, egemen sözlüklerle çalışıyor- kopyala yapıştır haberciliği ile büyük basının yaydığı bilgiyi çok daha ilkel bir biçimde rewrite (redakte) etmekle sınırlı kalabiliyor. Alternatif şebekeler yaratamıyor, üstelik var olan egemen SM şebekelerinin engellemeleriyle karşılaşıyor. (Bakınız X ve Meta’da yaşanan değişim)

Bu çalışmalara katılan ekiplerin dijital okur yazarlıkları yetersiz. Böyle bir eğitim de alamıyoruz. 

Engelleri uzun bir listeye dönüştürebilirim, ama verdiğim örnekler, herkesin körün fili tarif ettiği gibi bildiği sorunları hatırlatacak. Oysa asıl amacımız filin tamamını tanımlayabilmek ve alternatiflerimizi bu tanımdan/gerçekten hareketle yaratabilmek.

Demek ki burada bazı sorular sorabiliriz; 

Fili nasıl tarif etmeliyiz? Bizi absorbe eden “bilgi habitatını” nasıl analizden geçirmeliyiz?

Acaba holding medyasının ve Kültür endüstrisinin çarpıttığı gerçekliği nasıl tasvir etmeliyiz?

Diğer bir soru ise şöyle şekilleniyor zihnimde; bunu yapacak haberci türünün nasıl bir eğitime ihtiyacı var?

Dördüncü soru; böyle bir çalışmanın modellemesi nasıl yapılmalı? 

Beşinci soruyu ise şöyle formüle edebilirim; partizan habercilik için her örgütün her partinin ayırdığı maliyet, “kadro”, bölük pörçük imkanlar artık gerekli mi? Tersine bütün bu güçleri kaynakları birleştirmek çok daha akılcı olmaz mı? 

Yeni nesil habercilerin eğitimi nasıl sağlanabilir? 

Dijital okuryazarlık eğitimi yalnızca habercilere değil, bütün aktivistlere nasıl ulaştırılabilir?

Yine örneği kendimizden vereyim, DEM parti SM hesabının bir milyon takipçisi -konuyu bilenler için- müthiş bir güç olabilecekken, neden varlığına uygun bir etkiyi yaratamıyor? (Acaba hala ilgili iç örgütlenmeye [iletişim] propaganda bürosu olarak bakıldığı için olabilir mi?)

Elbette bu soruya olumlu yanıt vermek için yukarıdaki önermemin kabulü gerekir; yani holding gazetelerinin ve kültür endüstrisinin yarattığı (şebekelerin/ağların) çarpıtma ve bozulmanın bilgisi, algısı karşısında alternatif bir bilgi ve algı ağı kurmak ihtiyaçtır.

***

Burada kaçınılmaz olarak hiçbir sosyalistin reddedemeyeceği basının alternatif bir güç yaratma konusundaki rolüne geliriz.

Bu konuda da sosyal medyanın sunduğu imkanlar bu gözle incelendiğinde dünyada milyarlarca insanın dijital şebekeler halinde holding medyası tarafından organize edildiğini görmek için medya uzmanı olmak gerekmiyor. Üstelik buna sanal diyerek burun kıvırmak da büyük cahillik. Bu, artık gerçeğin ta kendisi. Dijital devrim sanal değil dijital ama gerçek bir evren yarattı.

Yine mevcut uygulamalar içinde bizler de el yordamıyla bu şebekelerde kendi alanlarımızı açma çabası içindeyiz. Bu, kaçınılmaz gerçekçi olan çaba.

Elbette bu şebekeleri hâlâ analog siyasetçilikten kurtulamadığımız için ya da farklı bir ifadeyle analog kazanımlarımıza dijital olanı eklemlemeyi başarmadığımız için – örneğin dem partinin 1 milyon takipçisi hiçbir zaman yapabileceği güçlü etkiyi yaratamıyor.

Bu yalnızca dem Parti için geçerli değil, bütün Siyasal yapılar, meslek örgütleri, sendikalar analog çağı aşamadılar. 

Bunun aslında sanılandan basit bir sebebi var. Bu yapıları yönetenlerin kahir ekseriyeti “dijital göçmenler.” “Dijital yerliler” de henüz bu işleri yapacak konumlara gelemedi. 

Zaten analog okuryazarlık konusunda sınırları olan bu topluluk şimdi dijital okul yazarlık gibi yeni bir çabayla başa çıkamıyor. Bunun önemini fark etmediği için, sanıldığından çok daha kısa bir zamanda o eşik aşılabilecekken, bilgisizlik ciddi bir korku yaratıyor ve gelişimin önüne geçiyor.

Aslında herkes bence görüyor, analog örgütlenme modelleri ile kitlesel gelişim artık imkansızlaşmış vaziyette. Ama bunun yerine konacak şeyi de tartışma, gerçeğimizle yüzleşme korkusu belirleyici oluyor. 

***

Söz konusu geleneğin (jakoben, eril, partizan, pozitivist) mirasından kalan ve hala yaşamını sürdüren temel sorunlardan biri de tabii ki “kanaat” yazarlığı.

Bu mirası ilk olarak Kemalist devletin basını yarattı. Kendi “Iskra’ları” olan Cumhuriyet, Hürriyet gibi yayınlar ve bunların köşelerine yerleşmiş devletin organik aydınları halkın kollektif aklını “kanaat yazılarıyla” yönettiler.

Sosyalist gelenek de kendi öncülleriyle yapısal olarak çok uyumlu olan bu modeli kopyaladı. Avrupalı ve Rus öncüllerin pratiklerini takip etsek de onların donanımlarına ulaşamayan ve ulaşacak pratikleri de önlerine koymayan bir yazar türünü var ettik, bence. Uzun zaman ben de onlardan biriydim.

Bu yazar türünün temel özelliği bilgi üretmek değildi. Teori üretmek de değildi. Yalnızca üretilmiş bilgiyi ve teoriyi kendi kapasitemize uygun Türkiye’ye tercüme etmeye çalışırdık.

Eh böyle bir çabanın meyvesi hadi zehirli demeyelim ama tatsız tuzsuz olduğu gibi her meyvenin tohum olma özelliğini de taşımıyordu.

Bizim sınırlarımızı belirleyen inançlarımızdı. Marx, Lenin, Trotsky, Plehanov ve benzerlerini bir kenara bırakalım bu isimlere yakın kişilerin bile metinleri üzerine tartışmak günahtı örtük bir biçimde yasaktı. Bu size, daha çok dini metinlerle müminlerin ilişkisini anımsatmıyor mu? 

Üç, dört kuşak böyle yetiştik. Marx’a rağmen icat ettiğimiz Marksist dinin temel metinlerinin üretildiği çağdaki bilgi birikimi, bilimin seviyesi katbekat aşıldığı halde, onlara yaklaşan beyinler bile neden üretemedik acaba? Organik beyin kapasitelerimiz mi yetersizdi?

Çünkü, biz yalnızca kutsallaştırdığımız metinlerin ülkedeki tefsircileri olabilirdik. Eh, tefsir hakkı da herkese verilmemişti; çünkü tefsir, ancak belirli bir dinin çatısı altında kurulmuş “mezhebin” liderlerince yapılabilirdi. Tefsir özgürlüğü mezheplerin dağılmasına, bölünmesine neden olurdu. Totaliter aklımız da buna tahammül edemezdi.

Böylesi bir bakışla kurulmuş sosyalist literatür, basılı gazeteler ve dergiler aracılığıyla taşınmaya çalışıldı. Partizan gazetede teşhir edilen hayatı okuyan, onu yorumlayan kişinin yazılarını da bulacaktı. 

Peki tam böyle mi oldu? Maalesef hayır. Vakti ve sabrı olan dönüp arşivlerde inceleyebilir. Bu gelenek sayısız mezhepsel “yarı aydın kanaat önderi” yarattı.  Mezheplerin organik aydınları…

Aslında bu kişiler, Lenin’in söylediğine sadık da değillerdi. Sadık olsalar, bilgi üreten, kapitalist gerçekliği kapsamlı ve derinlemesine analiz edebilen köşe yazarlarına dönüşmek zorunda kalırlardı.

Şöyle bir mukayese yapabiliriz; Batı basın geleneğinin köşe yazarı ne yazar? 

Mutlaka bir haberin kapsamlı ve derinlemesine bilgisini üretir, yorumunu yapar, fikrî takip yapar. 

Hala muhalif basın -ki bunların bir kısmı partizan basın olmaktan uzak durmaya da çalışıyorlar- “kanaat önderlerine” yer vermeyi çok önemsiyor. Kendi haber ve haber yorumcu tanımını yenilememiş durumda. Davet edilen yazarlara da yeni bir görev tanımı sunulmuyor. Onlar da eski alışkanlıklarını sürdürmekte beis görmüyor.

Üzülerek söylemek lazım, bu arkadaşların emeği çöpe gidiyor, okunmuyorlar. Sınırlı da olsa okunanlar gerçekten bilgi üretenler. 

 “Birleşik” basın gruplarında ya da mecralarda görüyoruz ki seçilen yazarlar “politik” kriterlerle seçiliyor; yani hangi geleneğe bağlı olduğu, hangi grubun temsilcisi olduğu hangi örgütten olduğu belirleyici oluyor. Mesleki liyakat değil, siyasal kartvizit önemli oluyor. Eh, bu kesimin profesyonel de olmadığını düşünürsek bir yandan ekmeğini kazanmaya çalışan ve emeğinin büyük kısmını işverenine sunan arkadaşlar kalan zamanlarında ister istemez kendisini geliştiremeden, keseden yiyebildiği kadar, yazarlık yapıyor. 

Onlara da yazık okuyucuya da yazık…

Elbette bu dile getirdiklerimin farkında olan ve bağımsız yayıncılık yapmaya çalışan tek tük mecralar mevcut ama sanıyorum ki onlar da yola çıkarken eski alışkanlığın gölgesinde kalıp, yazar tanımını editoryal bir biçimde yazar adaylarına sunmamışlar. O zaman yeni yazarlar da gelip eski usulde yazmakta sorun görmemişler. Şimdi dönüp onlara editoryal müdahalelerde bulunmak yine eski alışkanlıklar gereği ayıp sayılabilir. Bunun çaresi nedir henüz bilmiyorum. Ama belki bu tür tartışmalar yapmak bunun aracılığını üstlenmek belirli bir değişim zemini yaratabilir.

***

Metin bu aşamasında yapay zeka kapasitesine ilişkin tek bir örnek paylaşıp sonra da sonuç yerine bir paragraf yazarak bitirmeyi düşünüyorum. Söz konusu kapasiteye ilişkin çok daha zengin örneklemeler bekleyenlere, bunun başlıca farklı yazıların ve video söyleşilerinin konusu olacağını da belirtmiş olayım. 

Örnekten kastım yapay zekanın sunduğu imkanların bizim habercilik sürecimizde nasıl verimli olacağına dair bir simülasyon.

Bugün bütün yapay zeka uygulamaları doğaları gereği Frenklerin “fact check” (doğruluk kontrolü) dediği, bütün geleneksel habercilerin ezbere bildiği doğrulatma faaliyetinin önemli bir kısmını bazen tamamını tek bir kişinin oturduğu yerden yapabileceği duruma getirdi.

“Narin Cinayetinde son durum” dediğinizde ya da Twitter da son durum dediğinizde AI yazılımı önünüze sizin networkünüzün göremeyeceği kadar geniş bir kapsamda sonuçları listeler.

Siz bu konudaki yorumları kanaatleri toplayabilir bilgileri derleyebilir ve istediğiniz biçimde doğrulatma yapabilirsiniz. 

Klasik, analog, profesyonel yayınların mutfaklarını iyi bilen bütün arkadaşlarımız hatırlayacaktır ki böyle bir doğrulatma çabasının maliyeti, talep ettiği zaman, talep ettiği insan kaynağı ile bugün yapay zekanın sunduğu arasında devasa bir fark söz konusu.

Elbette işin özü aynı. Doğrulatma…

Yapay zekanın sunduğu hizmet, bizi hamaliyeden kurtarma imkanı da o günkü çabaya çok benzer bir işlevi talep ediyor; doğru prompt yazmak. 

O günün doğrulatma çabasında nasıl ki editörün sorduğu soru çok hayati ise ve haberin kalitesini belirliyorsa, bugün de yapay zekaya sorulan soru (prompt) onun vereceği yanıtın kalitesini ve kapsamını belirliyor. Yani bir editör on haberci kullanacak kapasitemiz yoksa yapay zeka destekli iyi bir editörle birkaç haberci ile yaptığımız işi çok daha nitelikli hale getirmek mümkün. Birçok muhalif medyanın hele bağımsız olanların üç beş kişiyle yapıldığını düşünürsek, yapay zeka entegrasyonuyla işlerini yapmalarının yaratacağı faydayı görmelerini umuyorum. Ve yapay zeka şirketleri ürünlerini tasarlarken emin olun ki ortalama organik zekayı hedefliyorlar.

(Bu arada mevcut yapay zeka yazılımlarının büyük sermayenin kontrolünde olduğunu, bir kısmının algoritmalarının cinsiyetçi, ayrımcı sonuçlar sunduğunu unuttuğum sanılmasın)

***

Sonuç yerine şöyle bitireyim; bu metnin maksadı belirli sorunları ortaya koymak ve onları kolektif bir akılla tartışmayı teşvik etmek. Solculara hitap ettiğim için, her ne kadar Iskra’dan yola çıktıysam da bu Metin’de sadece yapay zeka çağında muhalif habercilik ve onun nasıl modelleneceği sorununu temel almaya çalıştım. 

Elbette bu tartışmanın bir ikizi de siyasal örgütlenme modelleri üzerine olandır. Bunu not düşüp, yazıyı bitireyim.

Yazdıklarım sorunların tamamı bile kabul edilmeyebilir. Ama ben “mükemmel iyinin düşmanıdır” diyerek bu tartışmaya bir ucundan başlamayı faydalı gördüm. Görüyorum ki hayat aslında bu tartışmayı herkese dayatmış vaziyette. 

Yapay zeka çağında muhalif habercilik diyebileceğimiz bir başlıkta belki webinarlarla başlayan, giderek çalıştaylarla, konferanslarla zenginleştirilecek bir tartışma sürecine ihtiyacımız var.

 

İlginizi Çekebilir

BM: İsrail Lübnan’ın yüzde 25’inde tahliye emri verdi
Fikret Başkaya: ‘Nobel Ekonomi Ödülü’ne dair kısa not… 

Öne Çıkanlar