Nuri Fırat: ‘Yeni Süreç’; Türkiye Neden İstiyor? Kürtler Neden Temkinli?

Yazarlar

Son zamanlarda yeni bir “Çözüm Süreci” hakkında konuşuluyor, çeşitli iddialar ortaya atılıyor. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de Mecliste DEM Parti Eşbaşkanı Tuncer Bakırhan ve bazı milletvekilleriyle tokalaşması ve ardından bu tokalaşmanın alelade bir hamle olmayıp politik bir mahiyetinin olduğuna dair açıklamaları “yeni süreç” tartışmalarını başlattı. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da müttefiki Bahçeli’nin açıklamalarını sahiplendi ve bu “yeni süreç” hakkında daha fazla iddiaların dolaşıma sokulmasına neden oldu. Doğrusu Bahçeli’nin tokalaşma hamlesinden bir süre önce de, kısmi de olsa, yeni bir süreç hakkında bazı iddialar vardı. 

Ekim ayının ikinci haftasına girilirken, “süreç” hakkında yeni bazı açıklamalar geldi. AKP’li yetkililer, mümkün mertebe Erdoğan’ın Bahçeli’nin açıklamalarına arka çıkan çıkışından fazla bir şey söylememeye özen gösteriyor. Ama yine de örneğin Adalet Bakanına göre gündemde yeni bir çözüm süreci falan yok. AKP’li Efkan Ala da benzer bir açıklama yaptı. Bahçeli ise, yine grup toplantısında yeni açıklamalarda bulundu. Kürt hareketini ve Öcalan’ı bildik sözlerle terörizmle itham etti, terörle müzakere etmeyeceklerini söyledi ve fakat Öcalan’dan PKK’yi silahsızlandırmasını da talep etti. Bu açıklamaya bakılırsa, bir yandan Bahçeli’nin işaret fişeğini ateşlediği yeni süreç açılımını kısa sürede kapatmış gibi görünüyor. Ama Öcalan’a yönelik çağrısı, kapıları tamamen kapatmadığını da gösteriyor. Bu arada CHP Lideri Özgür Özel, Kürt illerini ziyaret edeceğini söyledi ve bir zamanlar AKP’lilerin kullandığı “analar ağlamasın” argümanını sahiplenerek bir tür yeni sürece destek beyanında bulundu. Öbür yandan Kürdistan Bölgesi Başkanı Neçirvan Barzani, Ankara’ya gitti ve bu da “süreç” hakkındaki çeşitli iddialara vesile oldu.

Kürt hareketi cephesinden ise başka açıklamalar geldi. 2013-2015 aralığındaki çözüm sürecinin öne çıkan ismi, İmralı-hükümet-Kandil arasında gidip gelen en önemli isim olan Sırrı Süreyya Önder, Bahçeli ve Erdoğan’a teşekkür etti. DEM parti cephesinde kapılar tamamen kapatılmadı, ama Önder gibi net çıkışlar yapan da olmadı şimdiye kadar. DEM partinin ağırlıklı tavrı, İmralı’nın adres gösterilmesi ve muhtemelen oradan gelecek bir işaret göre net bir tavrın ortaya konulmasıydı. Açıkçası Kürt hareketinin bir bütün olarak bu tavrın sahibi olduğu söylenebilir. Zira onlara göre, kilit isim Öcalan ve henüz Öcalan’dan bir ses yok, 4 yılı bulan mutlak bir tecrit söz konusu. 

Esas dikkat çekici açıklama ise PKK yöneticisi Murat Karayılan’dan geldi. Karayılan Bahçeli’nin merhabalaşmasına fazla bir anlam yüklenmemesi gerektiğini, ortada bir sürecin olmadığını, hükümetin mevcut politik gelişmeler karşısında yaşadığı sıkışıklıktan kurtulmak ve muhalefeti kendine göre dizayn etmek için bu tür iddiaları ortaya attığını ve bu tür oyunlara gelinmemesi gerektiğini açıkladı. Besê Hozat, Mustafa Karasu gibi başka PKK yöneticileri de benzer açıklamalar yaptılar. Öbür yandan Kürt hareketinin bazı yetkilileri, bir süre önce AKP’nin İmralı hapishanesinde esir tutulan Abdullah Öcalan’ın durumuyla alakalı olarak bazı “ahlaksız tekliflerde” bulunduğunu da açıklamıştı. Bütün bu açıklamalara bakılırsa, ortada çok da konuşulacak bir şey yokmuş gibi görünüyor. Belirttiğim gibi kilit isim Öcalan ve şayet Öcalan konuşursa o zaman olup bitenleri esaslı ele almak daha iyisi olacaktır. 

Bir husus da şu: Tedavüle sokulan bazı iddialara göre, üzerinde konuşulan bazı başlıklar var, hatta Öcalan ile Kandil’deki PKK yetkililerinin doğrudan teması bile oldu. Bunlar kısmen yalanlanan ve haliyle doğrulanmamış iddialardan ibaret. Konuşulduğu ileri sürülen başlıklara bakıldığında ise, açıkçası neredeyse son 25 yıldır ne zaman PKK, Kürt Meselesi ve Çözüm konuşulsa her defasında ortaya atılan ezbere başlıklar oldukları görülebilir. Örneğin PKK silahları bırakacak, yöneticileri sürgüne gidecek, kısmi af vesaire çıkarılacak, Kürtçe eğitime kısmen yol verilecek, Öcalan ev hapsine alınacak vesaire… Kürt meselesiyle ilgili olarak son 25 yıldaki gelişmeleri benim gibi gazetecilik mesleği gereği takip edenler çok iyi biliyorlar ki, bu başlıklar, her defasında büyük bir bilgiymiş gibi sunulan ve fakat işin aslı, hiç de öyle olmayan ezbere bir reçeteden ibaret… Ve fakat bu tür ezberler, aynı zamanda Kürt meselesinin çözümü konusunda son 25 yılda alınamayan mesafeyi göstermesi bakımından elbette dikkate değer olabilir. Nitekim her defasında başa dönülüp duruluyor. 

Bütün bu hususlarla birlikte, ısrar edenler için söyleyecek olursam, “yeni sürecin” ne olacağı ya da olmayacağı elbette yakında daha net biçimde ortaya çıkar. Bu gerçekleşinceye kadar, 10 yıl önceki “çözüm süreci” ile konuşulan “yeni süreci” birkaç başlıkta kıyaslamak ve buradan hareketle nelerin olup biteceğine dair bazı öngörülerde bulunmakta fayda var. 

Ama öncesinde bu “yeni sürecin”, 2013-15 aralığındaki “eski süreç” kadar heyecan yaratmadığını, aksine epey temkinli yaklaşımlara neden olduğunu da görmek gerekiyor. Bu çok doğal. Zira önceki süreç, büyük beklentiler yaratmış ve fakat iki yılın sonunda büyük hayalkırıklığıyla bitmişti; ardından ise son 8 yılı komple kapsayan büyük bir yıkımı beraberinde getirmişti. Üstelik aktörler aynı aktörler… 10 yıl önceki süreçte epey belirgin olan, nihayetinde sürecin akamete uğramasının önemli bir nedeni de sayılan ve son 10 yılda epey kökleşen karşılıklı güvensizlik meselesi de cabası… Haliyle, süreçleri yürüten “taraflar” arasında bile karşılıklı güvensizlik meselesi bu kadar derin boyutlardayken, kamuoyu nezdinde olası yeni süreç konusunda var olan inançsızlığı veya temkinli yaklaşımı anlamak gerekiyor.

Kaldı ki, ortada hakikaten “yeni süreç” diyebileceğimiz şeye işaret eden herhangi bir somut gelişme de yok, aksine Kürt hareketi böyle bir şeyin olmadığını açıkladı. Böyle bir sürecin, bazılarının iddia ettiği gibi, pişirildiğini kabul etsek bile, şu açık ki, Kürt meselesi 10 yıl önceki mesele değil ve yeni bir sürecin nasıl bir politik zeminde gelişmesi gerektiği gayet açık. Ve bu yeni durum, örneğin dolaşımdaki on yılların ezberine dayanan iddialarla, yaklaşımlarla veya reçetelerle baş edilecek bir durum değil. Hele ki Bahçeli’nin “terörist başı çağrı yapsın, teröristler Türk adaletine teslim olsun” minvalindeki son derece ucuz ezbere açıklamalarıyla hiçbir gelişme olmaz ve bu hususlar da temkinli yaklaşımları besleyen başka unsurlar. Tam bu noktada “önceki süreç” ile “yeni süreç” hakkında bazı ortak ve farklılaşan hususlara değinebiliriz. 

Öncelikle 2013-15 aralığındaki “çözüm süreci” ile bu aralar konuşulan “yeni süreci” mümkün kılan temel faktörlerin ne olduğuna bakılabilir. Kürt hareketi açısından, esasında 1990’dan bu yana Türk devleti ile bir şekilde diyalog kurmanın ve Kürt meselesinin çözümünü konuşabilmenin her zaman temel bir siyasi tercih olduğu kaydedilebilir. Haliyle olası her fırsatı bir şekilde değerlendirmek isteyeceklerini söyleyebiliriz, yeter ki karşılarındaki taraf, yani devlet kanadı bu tür “süreçlere” doğru adım atsın… Bu nedenle Kürt hareketi açısından süreçleri mümkün kılan koşulları bir tarafa bırakıp esasen Türk devletini bu tür süreçlere zorlayan faktörlere bakalım. 

Genel geçer bir tasnifi esas alacak olursak, diyebiliriz ki süreçleri zorunlu kılan iç ve dış koşullar var. Peki, bunlar nedir? 

2005-2015 aralığındaki çeşitli çözüm süreçlerine (Erdoğan’ın Diyarbakır hamlesi, Demokratik Açılım, Oslo Görüşmeleri, Çözüm Süreci vs.) bakılırsa, süreçlerin bir tarafı olan AKP açısından iç faktörlerin önemli olduğunu görebiliriz. Pek çok başlık sıralanabilir, ama bence en önemlisi içteki epey zorlu geçen iktidar savaşıydı. Erdoğan’ın partisi, 2002’den beri tek başına hükümeti kuran iktidar partisiydi. Ama örneğin 2007’de görüldüğü üzere Cumhurbaşkanı adayını epey zorluklarla karşılaşarak belirleyebiliyordu. Erdoğan’ın karşısındaki temel devlet gücü ise, ordu idi. Erdoğan için aşılması gereken temel engel buydu. Bu nedenle bir yandan Fethullah Gülen tarikatı vesaire oluşumlarla kurduğu ittifaklar aracılığıyla yol almak isterken, öbür yandan ordunun son 40 yılda iktidarını tahkim eden önemli bir rant alanını zayıflatmak istiyordu. Bu alan, Kürtlerle savaş meselesi üzerinde şekilleniyordu ve gerçekten de Türk ordusu milli birlik ve beka sorunu adı altında Kürtlere karşı verilen savaşı iktidarının temel gerekçesi yapıyordu. Erdoğan, Kürt meselesinde elde edeceği herhangi bir olumlu sonuçla karşısındaki ordu engelini aşabileceğini düşünüyordu. Tabi ayrıyeten, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın temel nedeni olan bu meselesinin hal edilebilmesiyle Erdoğan’ın elde edebileceği oylar vesaireye dair hesaplar da vardı. 

Pek çok yalpalanmaya karşın Erdoğan 2015’e kadar Kürt meselesinde çeşitli çözüm aşamalarını devreye koymakta kararlı durdu. Bu arada ortağı Gülen tarikatıyla orduyu epey geriletmeyi de başarmıştı. Ancak 2013’teki esas çözüm hamlesi sırasında bu kez karşısında Gülenciler vardı. Bu da bu son çözüm hamlesini epey zorlayan bir iç faktör haline geldi. 2015’e kadarki sert kapışmada Gülenciler büyük darbe yedi, ama tamamen bertaraf edilemediler. Bu süreçte kritik önemde bir de seçim oldu ve AKP 2002’den beri ilk kez tek başına hükümet kurabilme çoğunluğunu kaybetti. İşte bu aşamadan sonra çözüm süreçlerinin tarafı olan AKP her şeyi ters yüz etmeye başladı. Bunun bir nedeni işte bu içteki hesapları bozan gelişmelerdi. 

Erdoğan, orduyu iktidarı önünde engel olmaktan bir şekilde çıkartmıştı, ama henüz atması gereken bazı adımlar vardı. Ordu zayıflamışken, bu kez Erdoğan’ın karşısında Gülenciler vardı ve üstelik orduda da bir şekilde yer edinmişlerdi. 2013-15’teki çözüm sürecinin sonunda Erdoğan beklediği siyasi rantı ve oyu elde edemediği gibi rakibi Kürt hareketi tarihinin en yüksek oy oranına ulaşmıştı. Bütün bu gelişmeler, Erdoğan’ın olup bitenleri ters yüz etmesinin içteki temel nedenleriydi ve ardından Kürtlere karşı kanlı bir savaş başlatıldı, şüpheli bir darbe hikayesiyle hem Türk ordusu Erdoğan’ın istediği şekilde dizayn edildi hem de eski ortak-yeni düşman Gülencilerin devletteki köklerinin kazınması için elverişli bir ortam oluşturuldu. Sonrası bugüne kadar uzanan hikâye ve bu hikâyede Erdoğan tek başına devleti yöneten kişi oldu; bir bakıma her şeyi savaş-milliyetçilik-otoriterlik ekseninde kendine göre kurguladı ve bugün yeni süreci konuşurken içteki ortam tam da böyle bir durumda… 

Dolayısıyla mevcut durumda AKP’yi veya MHP ile birlikte tamamen hükmettiği devleti, yeni bir sürece zorlayan açıkçası çok fazla iç faktör yok gibi. Kürt hareketi Türkiye sınırları içinde silahlı bileşenleriyle eskisi gibi etkili değil, neredeyse yok gibi. Kürt muhalefeti seçim zamanlarında Türk muhalefetiyle yakınlaşarak kısmen Erdoğan’ı zorlasa da mevcut düzeni değiştirecek bir performansı şimdiye kadar ortaya çıkaramadı, kaldı ki Erdoğan Kürt muhalefetine göz açtırmıyor, en önemli neden bu ve bunun örneğin dış kamuoyunda vesaire çok da önemsendiğini söyleyemeyiz. Dünyadaki siyasi ve ekonomik gidişat da Erdoğan’ın içte her türlü zorbalığı yapmasına zemin sunuyor. Öbür yandan Erdoğan, eski çözüm süreçleri zamanındaki gibi iktidar kavgası veren biri değil artık; aksine tek başına bütün devlete hükmeden bir diktatör var karşımızda. Buna karşın mevcut ekonomik çöküntü, muhalefetin son seçimdeki zorlayan performansı veya yeniden Cumhurbaşkanı olabilmesi için Erdoğan’ın anayasa değişikliğine duyduğu ihtiyaç gibi birkaç gerekçe yeni süreç için ileri sürülebilir.

Açıkçası bunların Erdoğan için çok da önemli olduğu kanaatinde değilim. 40 yıldır süren Kürt savaşında ekonomik kriz ilk kez yaşanmıyor ve bu son krizde de milliyetçi tabanın hükümetin Kürt siyasetini sorguladığını düşünmüyorum. Aynı şekilde 40 yıldır “analar ağlamasın, şehit cenazeleri gelmesin” diye tepki göstermeyen bir Türk toplum gerçeği varken, günümüzde son derece konsolide olmuş Kürt karşıtı milliyetçiliğin kuşattığı Türk toplumunda neden böyle tepki oluşsun ki! Anayasa değişikliği için ise, emin olun, Kürtlere zırnık koklatmamak için iktidarı-muhalefeti başka yollar bulacaktır. 

İçteki hal böyleyken, Bahçeli’yi ve Erdoğan’ı “yeni süreç” konusunda bazı açıklamalara iten nedenleri esasında dışta aramak daha gerçekçidir. Nitekim Bahçeli’nin açıklaması tam da bu doğrultaydı. Türkiye’nin sınırlarının dışında yaşanan bölgesel bir savaş var ve Türk iktidarı bunun Türkiye’ye yansımasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Bu durumda içteki bir meseleyi hal etmek hem iç konsolidasyon hem de dıştaki etkinin bertaraf edilebilmesi için gerekli görülüyor. Bu noktada kapı yine Kürtlere çıkıyor; ama bu kez içteki mesele dolayısıyla değil, içtekini de kapsayan bölgesel boyuttaki Kürt meselesi dolayısıyla… 

2013-2015 aralığındaki çözüm sürecini ele alırken, son derece önemli olan dış faktörleri göz ardı etmemek gerekiyor. Türkiye’de çözüm süreçleri konuşulurken, yanı başında Arap Baharı yaşanıyordu. 2010’da Tunus’ta başlayan ve ardından Cezayir, Mısır, Libya ve Suriye’ye sıçrayan sarsıcı bir dizi gelişme oldu. Tunus ve Mısır’da yılların diktatörleri devrildi ve yerlerine iktidara gelen partiler AKP ile ideolojik yakınlığı bulunanlardı. Bu AKP için çok iyiydi. Libya’da iç savaş çıktı, hala da var ve AKP Tunus ile Mısır’daki gibi kendisine yakın grupların iktidara gelebilmesi için Libya’daki iç savaşa müdahil oldu, paramiliter güç ve silah gönderdi. Suriye’de ise AKP doğrudan savaşın tarafı haline geldi. El-Kaide, IŞİD, Müslüman Kardeşler gibi cihadist gruplardan kendisine bağlı, parasını, silahını ve lojistiğini verdiği güçlü bir ordu kurdu. 

Arap Baharı Erdoğan-Davutoğlu ikilisi için bir tür “Osmanlı rüyasını” diriltti, kaldı ki olup bitenler tam da onların istediği gibiydi. İkilinin hayali,  Osmanlı emperyal yayılmacılığını yeniden gerçekleştirmekti. Bunun için içte Kürt meselesine harcanan enerjinin bu yeni yayılmacı siyasete kanalize edilmesi karlı olacaktı. Hem içte sorun olmayınca dışarıya yayılmak çok daha kolay olacaktı. İşte içteki çözüm sürecini bir bakıma mümkün kılan en önemli dış faktör buydu. Hesap basitti; bazı kısmi kültürel haklarla Kürt hareketi razı edilecekti, buna karşın esas olarak “terör meselesi” bitirilecekti ve bu sayede dışarıya daha rahat yayılabileceklerdi. Üstelik bu yayılmanın en önemli ilk durağı olan Suriye’de Kürtler de cihatçı cepheye dahil edilebilecekti. 

Ama zamanla işler istedikleri gibi yürümedi. Öncelikle Mısır, Tunus ve Libya’daki “kardeşleri” bir türlü işleri istedikleri gibi yürütemediler ve en önemlisi Mısır’da iktidar değişti. Suriye’de bir türlü Emevi Camii’nde istedikleri namazı kılamadılar. Üstelik PKK gibi Öcalan’ı lider kabul eden Kürt muhalefeti Suriye’de önemli bir güç oldu, cihatçı cepheye eklemlenmediği gibi Kürdistan’ın Suriye’deki parçasını kontrol etti ve fiili olarak o günden beri bağımsız şekilde yönetiyor. 2013-15 aralığındaki “çözüm süreci”nde AKP ile Kürt hareketinin Suriye ve Rojava’ya dair hesapları taban tabana zıttı ve nihayetinde kapışma kaçınılmazdı. Nitekim IŞİD ve Türkiye’ye bağlı diğer cihadist terörist örgütler Türkiye’nin her türlü desteğiyle Rojava’ya saldırdı, saldırmaya devam ediyor. Bununla da yetinmeyen Türkiye, bizzat ordusuyla sahaya indi ve Afrin, Cerablus, Girê Sipî, Serê Kanî gibi bazı yerleri işgal etti, ki bu yerler Kürt muhalefetinin kontrol ettiği alanlardı. İşte 10 yıl önceki çözüm sürecinin hem başlatılmasında hem de bitirilmesinde bu dış faktörler de daha önce bahsettiğim iç faktörler kadar, hatta belki daha fazla etkili oldu. 

Bugün de şayet “yeni süreç” hakkında konuşuluyorsa, bunun muhtemelen tek nedeni dış gelişmelerdir. Dış faktörler, bu kez AKP’nin her şekliyle kolladığı ve desteklediği cihadist Hamas’ın 7 Ekim 2023’de İsrail’e düzenlediği saldırılarla başlayan ve bugün bölgesel bir hal almış olan savaşla ilgilidir. Savaş İsrail-Hamas arasında başladıysa da, aradan geçen bir senenin ardından, esas aktörlerin savaşına dönmüş durumda. Bugünkü bölgesel savaş, İsrail ile İran arasında yaşanıyor. İsrail önce Hamas’ı kımıldayamaz hale getirdi, ardından benzer bir saldırı planını Lübnan’da yürütüyor ve böylece Hamas’ın destekçisi Hizbullah’ı da kımıldayamaz hale getirmek istiyor. Arada da İran’a son derece stratejik saldırılar yaptı ve yapmaya devam ediyor. Hamas ve Hizbullah’tan söz ederken, elbette bunların İran’ın Ortadoğu’daki vekil güçleri veya paramiliter yapıları olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu yüzden İsrail’in bunlara karşı savaşı doğrudan İran’ı işin içine çekiyor. Nitekim İran da zaman zaman İsrail’e saldırdı ve şimdilik iki esas güç arasındaki savaş kontrollü şekilde devam ediyor, sonrasında işin rengi tamamen değişebilir. Anlaşıldığı kadarıyla İsrail, önce kendisini çevreleyen İran’ın vekil güçlerini etkisizleştirmeye çalışacak, Hamas ile Hizbullah’a yaptıkları bu. Ardından İsrail’in İran’ın Suriye ve Irak’taki uzantılarını çok daha şiddetli biçimde hedef alması sürpriz olmayacak. Ki İsrail zaten zaman zaman hem doğrudan İran’ı hem de onun Suriye ve Irak’taki yapılarını hedef alıyor ve böylece onları da tepkisiz bırakmaya çalışıyor. Ama belirttiğim gibi, İsrail topyekûn bir saldırı yerine İran’ın kapasitesini tam anlamıyla ortaya çıkaran, hem içte hem de bölgedeki güçlerini yıpratan ve tehdit olmaktan çıkaran zamana yayılmış bir saldırı stratejisini izliyor. En nihayetinde hedefte İran’ın olduğu kesin ve savaşın nasıl sonuçlanacağını zaman gösterecek. Ama mevcut gidişatta İran’ın ve bölgedeki paramiliter güçlerinin zannedildiği kadar İsrail’i yenebilecek güçlü bir kapasiteye sahip olmadıkları ve epey zarar gördükleri görülüyor. 

İsrail-İran savaşı, elbette Türkiye’yi doğrudan etkileyecek. “Yeni sürecin” işaretini veren Bahçeli ve Erdoğan da bunun farkında. Burada da kadim mesele, yani Kürt meselesi tekrardan görünüyor oluyor. Zira bu mesele, pek çoklarının ileri sürdüğü gibi, Türkiye’nin bir iç meselesi olduğu kadar, aynı zamanda bölgesel ve olaya müdahil olan taraflar esas alınırsa basbayağı uluslararası niteliği olan bir meseledir. Üstelik bu, bugün olan bir şey değil; en kestirmeden 1920’lerin başından beri böyledir. 

Günümüzde olan ise şu: Kürt meselesinin Irak, İran, Suriye ve Türkiye’nin ortak meselesi olarak zaten var olan bölgesel niteliği, hem Kürt milliyetçiliğinin sınırları aşan etkisi ve Kürt toplumunun sınırları anlamsızlaştıran etkileşimi hem de her bir ülkenin baş edemediği kendi iç meselesini sınırların ötesine taşırması ve bunun neticesinde birbirlerinin sınırları dahilinde doğrudan askeri, siyasi ve diplomatik müdahalede bulunması nedeniyle farklı boyutlara ulaştı. AKP, özellikle Rojava’daki Kürt muhalefetinin 2011’den itibaren artan etkisi sonrasında, Türkiye’nin iç meselesi olarak algıladığı ve sözüm ona “kardeşlik” söylemi çerçevesinde çözmeyi vaat ettiği Kürt meselesini daha bölgesel çerçevede ele almaya başladı. 2018’e gelindiğinde AKP’nin Suriye’deki (ve hatta 2017’deki bağımsızlık referandumu sırasında görüldüğü üzere Irak’taki) Kürt meselesini iç meselenin uzantısı olarak değerlendirdiği görüldü. AKP siyasetinde Kürt meselesi, hiç olmadığı kadar bölgesel niteliğiyle görünür oldu ve Türkiye’nin bekasına yönelik çok boyutlu yıkıcı bir terör sorunu olarak iyice yer edinmeye başladı. Ki bu, esasında AKP ile ortaya çıkan bir durum değil; Türkiye’nin yüz yıl önceki kurucu siyaseti hala yürürlükte tutuluyor. 

Son zamanlarda gündeme getirilen çözüm süreci de doğrudan bölgesel gelişmelerle ilgilidir. İsrail – İran savaşının bölgesel dengeleri alt üst etme ihtimali yüksektir. Bu durumda, İran’ın himaye ettiği Suriye’de dengeler iyiden iyiye değişebilir ve haliyle Rojava’daki Kürt hareketinin eli, mevcut fiili bağımsızlığını korumak açısından çok daha fazla rahatlayabilir. Bu Türkiye’nin son 10 yıldaki kabusunun çok daha büyümesi demektir. İkincisi ise, İsrail’e karşı tutunamayan İran’ın dağılma ihtimalinin varlığıdır ve bu, en büyük üçüncü nüfusa sahip Kürtler için elbette bir fırsat kapısı aralayacaktır. Kürt hareketinin İran’ın en zinde muhalefeti olduğu ileri sürülebilir ve olası bir istikrarsızlık durumunda Suriye’dekine benzer bir Kürt oluşumunun ortaya çıkması hiç de sürpriz olmayacaktır. Bu da Türkiye’nin Kürt kabusunu karabasana çeviriyor. Her türlü çabasına rağmen bastıramadığı Rojava ve elbette kendi “iç meselesi” orta yerde dururken, bu kez de karşısına Rojhilat’ın çıkması ihtimalinin Türkiye’ye soğuk terler döktürdüğü kesindir. Türkiye’de “yeni sürecin” konuşulmasını zorunlu kılan işte bu ecel terleridir. Bahçeli’nin ve tabi Erdoğan’ın üstenci buyurgan bir dille Kürt hareketine seslenip sanki lütufta bulunuyorlarmış gibi süreç açıklamaları yapmalarına falan bakmayın, gerçekler bambaşka, ama kof kabadayılar gibi nara atıp sanki olup bitenlere mecbur değilmişler gibi yapmaya devam edecekler. İşin aslını en sade şekliyle AKP yandaşı gazeteci Hasan Öztürk’ün bir televizyon kanalında dile getirdiği şekliyle aktaracak olursam: 

“Kürtlerin yaşadığı dört ülke var. İkisi [Suriye ve Irak] dağıldı, İran dağılmak üzere. Türkiye’nin de dağılmasını istemiyoruz. Türkiye olarak Kürtlerimizi kimseye kaptırmak istemiyoruz.” 

Peki, sözüm ona “kendi Kürtlerini kimseye kaptırmak istemeyen” Türkiye ne yapmak istiyor? Elbette, “yeni süreç” adı altında, Kürt hareketini bir şekilde yanına çekebilirse bir ihtimal bu sancılı dönemi rahat atlatabileceğini hesaplıyor. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarında bunu başarmıştı. Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nın enkazından yeni bir devlet kurarken, öyle ya da böyle “din kardeşi” Kürtlerin desteğini alabilmiş ve sonrasında bildiğini okumaya başlamıştı. Bu dönemde neden aynı siyaset denenmesin ki! 

Tabi Irak ve Suriye’deki Kürdistan yapılarını “terör koridoru, terör kuşağı, terör devleti” olarak niteleyen Erdoğan’ın mevcut durumda bu siyasetten vazgeçtiğini gösteren hiçbir emare yok. Aksine Kürdistan’a işaret eden politik gelişmelerin Türkiye’nin korkusunu büsbütün arttırdığı kesin ve amaç, bu kabusun önünü mümkün mertebe alabilmektir; mesela bırakın Türkiye ve Iran’daki olası yeni Kürt statülerini, mevcut Rojava ve Güney’deki Kürtlerin statülerini bile tanımamak ve ortadan kaldırmak. Hal böyle olunca aslında ortada yeni diyebileceğimiz hiçbir şey kalmıyor. Zira Türkiye’nin Kürt düşmanlığına dayanan yüzyıllık kurucu siyasetinin ta kendisi yürürlüktedir. 

Burada elbette Kürt muhalefetinin tutumu belirleyici olacaktır. Kürtler, tarihlerinde hiç olmadıkları kadar bölgesel ve uluslararası siyasette avantajlı bir pozisyonları varken, neden bir kez daha tarihsel yanılgıya düşsünler ki! Bunun için ortada hiçbir neden yok. Ama elbette mesela Türkiye’deki Kürtlerin haklarının ne derece tanınacağı, hatta bir statü sahibi olup olmayacakları ve aynı şekilde Rojava’nın mevcut varlığına karşı Türkiye’nin tutumunu değiştirip değiştirmeyeceği gibi oldukça çetin başlıklar muhtemelen Kürt tarafının ilk elden ileri süreceği müzakere konuları olacak. Ama şayet AKP-MHP tarafı bu tür başlıkları konuşmaya yanaşacaksa ortaya somut bir şeyler çıkabilir. Mevcut durumda görünürde pek bir şey yok. Bekleyip göreceğiz, ama en çok da Öcalan’dan gelebilecek ses önemli olacak. Bana göre, şayet bir süreç olacaksa Öcalan doğrudan konuşabilmeli.  

İşte böyle… Yeni denilen sürecin, başarılı olsun ya da olmasın, Kürt hareketiyle mutabakata varılsın veya varılmasın, epey boyutlu olacağı ve sarsıcı sonuçlar doğuracağı rahatlıkla öngörülebilir. Burada bahsettiğim bütün veriler esas alındığında, Irak, Suriye ve İran’daki Kürt meselesinin de artık tamamen Türkiye’nin iç meselesi haline geldiğini söylemek mümkündür. “Yeni süreç” derken işte bütün bunları esaslı biçimde düşünmek gerekiyor… 

Podcast yayını için

https://www.youtube.com/watch?v=nZAny8I8P9E 

İlginizi Çekebilir

Sinvar’ın ölümünün ardından Gazze’yi ne bekliyor?
Küresel su döngüsü insanlık tarihinde ilk kez dengesini kaybetti

Öne Çıkanlar