Oysa meselemiz “şans” değil, nihai bir barış inşa etmeye yönelik irade ve kararlılık meselesidir. Barış ihtimalini kana boğan kim ve hangi taraf olursa olsun, altında kalacağı tarihi bir vebal yüklenmiş olacaktır…
*
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, İmralı’da tecrit uygulamasının sona erdirilmesiyle Öcalan’ı parlamentoda DEM Partisi grubunda PKK’ye “silahlarınızı bırakın” çağrısı yapmaya davet etmesi, doğal olarak gündeme damgasını vuran bir gelişme oldu.
MHP’nin domine ettiği siyasi yelpazenin milliyetçi kategorisindeki diğer partilerin “fırsat bu fırsattır” dercesine ellerinde urganlarla arz-ı endam etmeleri bir yana bırakılacak olursa, tepki ve yorumlar genellikle “olumlu” idi. Kuşkusuz “Bu kadarını beklemiyordum” şaşkınlığıyla beraber…
Gerçekten de PKK lideri Abdullah Öcalan ve İmralı’daki diğer mahpuslar üzerinde uygulanan katı tecrit uygulamasından vazgeçilmesi, “terörün bittiğini ilan etme” şartına bağlanmış olsa da parlamentoda DEM grubuna hitap etme imkanı tanınması, “umut hakkı” bağlamında serbest bırakılma ihtimalini düşündürmesi, ilginç ve şaşırtıcı idi.
Aslında Bahçeli’nin Erdoğan’ın da açık desteğiyle yaptığı çıkışın ardından tecrite son verilip Öcalan’a bir biçimde kamuoyuna hitaben görüşlerini açıklama imkanı tanınması, bu gelişmenin “doğal” olarak akla getirdiği bir adım olurdu. Önceki yazımda değinmiştim: “… Acaba Öcalan devletin seçtiği bir gazeteciler grubunun önüne çıkarılıp bir ‘basın toplantısı’ ile mi çağrı yapacak? Uzun süre sonra avukatlarıyla görüşmesine izin verilip avukatları üzerinden mi örgüte çağrı yapacak? Yoksa bu işi bir ‘akil’ heyeti aracılığıyla yapmak mı daha etkili olur?”Ama Öcalan’ın parlamentoda konuşturulmasından söz edilmesi, gerçekten de “sürpriz” idi: bu, gerçekleşmeyecek olsa bile ve sırf Bahçeli’nin ağzından dile getirildiği için…
DEM Parti bu “açılım” karşısında önce kısa bir süre kontrpiyede kaldı ama neticede desteğini açıkladı. Hukukçular “umut hakkı” ve ev hapsi, açık cezaevi gibi olasılıkların gerçekleşmesi için ne tür yasal düzenlemeler yapılması gerektiğini araştırmaya, tartışmaya koyulmuşken eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak, siyasilerin “el yükseltiyorum” polemiklerine katkı koyarak, “Belki 29 Ekim Cumhuriyet’in ilan edilişinin yıl dönümü vesilesiyle Öcalan’ın sesini duyabiliriz” dedi.
Benim aklımndan geçen de buydu doğrusu. Devlet tarihler, simgeler, semboller konusunda öteden beri “takıntılı” bir hassasiyete sahip. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle Öcalan’a daha önce defaatle dile getirdiği “silahlı mücadele miadını doldurdu” açıklamasından farklı olarak örgütü lağvetme açıklaması yaptırmayı, “tarihi” bir gelişme olarak planlamış olabilirlerdi pekala: “Son Kürt isyanı da böyle bitti” türü manşet ve anonslar eşliğinde…
Aslında bu haftaki yazımda, maalesef diyerek içerisine girilen yeni sürecin çok da “düz” bir hat izlemeyeceği, “tecrite son” kampanyası yapan PKK’nin Öcalan’ın olası bir “radikal” çağrısına cevaben hemen “başüstüne!” pozisyonu almasının zor olduğu üzerinde duracaktım. Tabii ki görebildiğim, çözümleyebildiğim nedenleriyle birlikte. TUSAŞ’a yönelik saldırı, yanılmayı tercih edeceğim bu öngörüyü doğruladı.
Aynı gün, KCK yöneticilerinden gelen açıklamalarda öne çıkan, “Silahlı güçlerimizi çekmeye İmralı değil biz karar veririz, demokratik çözüm tamam ama yaş tahtaya basmayız” vurgusu da sürecin “düz” bir hatta ilerlemeyeceğini ortaya koyan diğer bir faktör idi.
Bu arada TUSAŞ’a yönelik saldırının ardından Türk Silahlı Kuvvetleri, Irak ve Suriye’de çok sayıda hedefi yoğun biçimde bombaladı. Bombardıman esnasında sivil yerleşim birimlerinin de vurulduğu, sivil kayıpların olduğu iddiaları var. BRICS zirvesinden dönen Erdoğan’ın İstanbul’da topladığı Güvenlik Zirvesi toplantısından sonra yapılan açıklamada da, “Sınırlarımızın ötesinde teröristan kurulmasına asla müsaade edilmeyeceği” şeklinde ifadelere yer verildi.
Bu ortamda barış üzerine konuşmak, sanılanın aksine her zamankinden daha gerekli ve önemli.
***
Meselenin “karmaşık” niteliği, sahici ve kalıcı bir barış sürecinin hayata geçirilmesinde, kuşkusuz öncelikle tarafların “riskleri” göze alarak net bir tavır ve duruş sahibi olmasını gerekli kılıyor. Öte yandan tarafların tavır ve duruşlarını belirlemelerine şu veya bu düzeyde, doğrudan veya dolaylı biçimde etki eden başka aktörler de var.
Kaygan, girift ve çıkarları içiçe geçmiş, değişken ve bir konuda “müttefik” olanların bir başka konuda açık veya örtülü “karşıt” pozisyonlar aldığı bir zemin söz konusudur. Basitçe ve ana hatlarıyla özetlemek gerekirse, şöyle:
> Gazze’yi sivil asker ayrımı gözetmeden yok etmeye çalışan saldırganlığının kapsamını Amerika’nın da desteğiyle Hizbullah (Lübnan) ve İran’ı, Suriye’yi de içine alacak biçimde genişleten İsrail bu tabloda nerede durmaktadır?
> İsrail ve Amerika’nın hedefindeki İran, Bağdat hükümeti ve Irak Kürdistanının bir kesiminde (Süleymaniye) etkilidir ve Türkiye’nin burada sürdürdüğü operasyonlardan çok da hoşnut değildir. Çünkü kendi iç durumu ve dengeleri bir yana, Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmasında politik ve stratejik çıkarları vardır…
> ”Dün” kadar yakın bir geçmişte Türkiye’nin hesaplarını “devrilecek” üzerinden yaptığı Esad ve Şam rejimi, bir yandan Türkiye’nin Rojava’ya yönelik operasyonlarından SDG’nin gücünün kırılması açısından memnundur ama öte yandan da kendi egemenliğinin tartışma konusu olması nedeniyle de rahatsız…
> Amerika’nın, omurgasını PYD ve YPG’nin oluşturduğu SDG’nin Rojava’daki fiili özerkliğini desteklediği malum. Aynı Amerika, bugüne değin PYD’nin PKK ile ayrışması, farklılaşması, kendi başına bir güç olması yönündeki çabalarından bugüne değin umduğu sonucu elde edemedi. Bu yönüyle Amerika ile NATO üyesi ve müttefiki Türkiye, PKK konusunda “müttefik” ama Rojava konusunda “karşı karşıya” bir pozisyonda durmaktadırlar…
Sürecin düz bir hat izleyerek sonuçlandırılmasının müşkülatı biraz da basitleştirerek anlattığım/özetlediğim bu tabloyla ilgilidir…
***
Bu devirde, silahlı mücadele, terör, şiddet, adına kim ne derse desin ve madalyonun diğer yüzündeki devlet şiddeti, baskılar, yasaklar, inkar, güvenlikçi politikalar, “son terörist öldürülünceye kadar” siyaseti, tarihi ve toplumsal kökleri bulunan hiçbir sorunu “çözmeye” muktedir değildir. Bastırabilir, sindirebilir, geriletebilir ama çözemez. Bastırılan sorun, bir şekilde yeniden ortaya çıkacaktır, çözüm isteyecektir. Kürt sorununun Türkiye bağlamındaki kısa hikayesi budur…
Şunu da vurgulamalıyım: Şiddet, günümüz şartlarında sorunun çözümü şöyle dursun aksine çözümsüzlüğüne, çözümsüzlüğün daha da ağırlaşmasına, çözümsüzlükten medet umanların kötücül hesap ve emellerine hizmet etmektedir.
Barışa dair, sorun ve sıkıntıları olsa da başka yöntem ve araçlarla mücadele etmek imkanı varken şiddet kullanmak, barış ve çözüm konusundaki meramınızı en hafif tabirle tartışmalı kılar.
Abdullah Öcalan önceki gün yeğeni ve DEM Parti milletvekili Ömer Öcalan ile görüştü. Görüşmenin ardından yeğen Öcalan’ın açıklamasından öğreniyoruz ki Öcalan, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” görüşündedir.
İktidar partisinin medyadaki sözcülerinden Abdülkadir Selvi, bunun Öcalan’a tanınan “son şans” olduğunu yazdı.
Oysa meselemiz “şans” değil, nihai bir barış inşa etmeye yönelik irade ve kararlılık meselesidir. Barış ihtimalini kana boğan kim ve hangi taraf olursa olsun, altında kalacağı tarihi bir vebal yüklenmiş olacaktır.
Cicero’nun ünlü sözüdür; “En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.”
Söz konusu olan gerçekten bir “süreç” ise eğer, irade ve kararlılığını sınayan olaylar, gelişmeler karşısında sağlam durmak gerektir…