I
Bir yere geldik. Tecride olan duyarlık, konuşma ve yazma sınırlarını aştı.
Tecridin boyutlarını bilmeyen kalmadı; epeyi yara aldık ama derdimizi anlattık.
Bizim işimiz dile getirmektir ve dile getirirken asla korkmamaktır…
Barıştan söz ediyoruz, düne kadar tecridi ağzına almayanlar, şimdi tecritle ilgili köşeli laflar ediyorlar.
TV’ler, mezbahaya döndü, kimi asıyor, kesiyor, kimi fırsat bu fırsat deyip konuşuyor.
Tecrit aşıldı mı?
Hayır, Ömer Öcalan’ın aile görüşüyle yalnızca dalgası kırıldı.
Savaşmak kolaydır, güç olan barışmaktır.
Barışmak için ilk gerekli olan şey güvendir. Güven, medeniyettir, inanmaktır ve her şeyden önemlisi düellodan çıkıp diyaloga dönmektir; birinin teslim olması ya da birini teslim almak değildir, karşılıklı rızadır, yasal güvence ve bunu hiçbir şekilde gündelik seçim malzemesi yapmamaktır.
Homeros’tan bu yana bildiğimiz bir şeydi bu; bir ulus kendini var etmek için savaşırdı ama bu savaş uzun süremezdi, eni sonu “Tanrılar” dur derdi ve bu Tanrının eline insanlar inanırdı; nedeni şuydu: Savaş bir zorunluluktu…
Şimdiyse, barış bir zorunluluktur.
Tek tanrılı dinlerden ilkinin kitabı Eski Ahit’te barış, şalomdur: selam vermektir ve bu selamın gelip durduğu yer yine barıştır, öyle ki Gideon yaptığı sunaklardan birine şu adı verir: Rab, barıştır.
Allah, barıştır, Tanrı barıştır, Yezdan barıştır.
Buna karşı gelinmez.
Barışa karşı gelen, Allah’a karşı gelir.
II
Devlet Bahçeli bir süredir, çok tartışılan sözler söyledi. Bahçeli’nin söylediklerini kıymetli kılan, söylenmemiş olan değildir, bunu Bahçeli’nin söylemiş olmasıdır. Bahçeli hükümetin ortağıdır. Hükümetinin gücünü biliyor, Öcalan’ın gücünü de… Öcalan, 1993’ten beri sürekli ateşkesler yaptı; 99 itibariyle barış çağırıları yapıyor, çözüm önerileri sunuyor. Buna zamanla Erdoğan’da eklendi, bildiğimiz çözüm süreci yaşandı.
Öcalan ve Erdoğan’a şimdi, Bahçeli eklendi. Özgür Özel, önce, elini kaldırdı, “varım” dedi, sonra Bahçeli’nin Meclis’te konuşsun sözüne, itiraz etti, “başka yerde konuşsun…”
Bu da bir şeydi, sonuçta, hiç konuşmasın demiyordu… Alttan alta, Öcalan’ı ekarte etmek gibi bir niyet görünse de, yekten göz ardı etmiyordu.
Özel, genel başkandır ama ergendir, Kürt meselesini bilmiyor, başkan olmuş ve kendisine ait olmayan bir güçle gölgesini dolduruyordur, bu yüzden emsalleri ne derse, o da onu dile getiriyordur.
Elbette başka çekinceler var ama Öcalan ve Erdoğan ve Bahçeli’nin barışı geliştirebilme kapasitesi de var.
Kapı, insanın dış dünyayla kişisel dünyası arasında bir perdedir ve daha çok içerdekinin dışarıdaki, dışarıdakinin de içerdekini beklediği anlamındadır…
Bunun bugün ki siyasal karşılığı İmralı’dır…
Ve anahtar, şimdi Meclis’in ve siyasetin elindedir. Özel’in diğer partilerin yapması gereken bu anahtarı içerde kırmamalarıdır…
Meclis kapıyı açar. Bahçeli bu kapının anahtarlarından biridir, sözleri, gerçek anlamda söz müdür yoksa sahici barışın belgeleri midir: Sözse, pratik adımlar da gereklidir, belgeyse, bu belgenin açığa çıkması gereklidir.
Söz konuşmak değildir, söz, yerine getirmektir.
Öcalan’la konuşmak değil, Öcalan’ın konuşması gereklidir, doğrudan muhatabın, doğrudan muhataplarla konuşması. Ulus olarak temsil ayrı bir şeydir, bir ulusun seçtiği siyasetçi olmak ayrıdır, siyaset ve siyasetçi, bu kitapta bir ayıraçtır, yapay bir entelektüel zemin üzerinden ideolojik bir muhataplığa soyunmak barışa zarar verir. Üstelik böylesi bir çaba, yalnızca bize popülerlik verir, çözüm vermez. Aristo’nun İskender’e nasihatleri vardır, eğer der yaşayan bir lider varsa, onun sağını solunu kazma, yoksa sen düşersin ama liderin yanında durursan, yeri gelir, yerine geçersin… Bu süreçte, gözlenen şu: Kim Öcalan’ın yalnızlığa iter, onun sağını solunu kazıp onu düşürmek isterse, o düşecektir…
Tekrar etmekte yarar var. Siyaseti dışlamıyorum, siyaset adamlarını dışlamıyorum, yalnızca barışın bir siyaset malzemesi yapılmaması gerektiğini söylüyorum. Örneğin Öcalan’ın yerel seçimlerden önce gönderdiği bir mektup vardı, siyaset malzemesi yapıldı, taraflar hasar aldı.
Öcalan’ın takipçileri ev hapsini konuşurken, Bahçeli, Öcalan’ın Meclis’te konuşmasından söz ediyor: “Buyur” diyor, umut hakkına dikkat çekiyor. Erdoğan itiraz etmiyor, “uzattığımız el” diyor. Bahçeli, sağlam bir anahtarla, meclisi açıyor.
Bütün bunlar, yarına bırakılamaz, bütün bunlar şimdiyle ilgilidir.
Şimdi intikam mı alınacaktır, şimdi hukuk bir intikam biçimi olarak mı gelişecektir; şimdi, intikam bir yana mı bırakılacaktır, hukuk bir intikam biçimi olmaktan çıkacak mı, şimdi hak, adalet yerine getirilecek mi?
Özetle, şimdi, intikamın yerini ikna mı alacaktır?
Taraf denilen, tereddüt demektir, taraflar tereddüdü bir yana bırakacaklar mı ve dahası, her tereddüt hayaletlerini getirir, taraflar hayaletlerle baş edebilecek mi? Böyle bir şey olursa, bizi ne karşılar, bol söz, spekülasyon ve her türlü eylemin, yaratının, olarak kalma hali.
Bütün bunlar bize Kant’ın Ebedi Barış’ta “teminat ekini” hatırlatıyor ki bu ek, daha sonra “gizli madde” olarak metinde yer alıyor; bu madde iki şeye vurgu yapıyor; ilki, barış salt hukuki temele dayanmaz; iki, ameller, iradeyi bağlamaz. Bunun için Kant’ın istediği tek şey şudur: Teminat.
Teminatta, doğa içindir. Hukuk değişebilir, ameller ve onları dile getirenler değişebilir ama teminat değişmez. Nedeni, doğa izin vermez. Nedeni, teminat, ahenk içindir.
Çağrılar vardır, bunlar güzeldir ama güzellik, teminatla taçlandırılmasa, doğa incinir, insan incinir, sözleri söyleten kuvvet incinir, Kürtler incinir. Bahçeli’nin söylediği Erdoğan’ın açık destek verdiği sözleri düşünürken Thomas Aquinas’ta bir yerden bize bakar, özgür irade diye bir şeylerden söz ediyor. Özgür irade, özgürlükle mümkündür. Osmanlı’da haracın başka bir biçimi ulufeydi. Ne Kürtler ne de Kürlerin lider diye kabul ettikleri Öcalan, haracı ve ulufeyi kabul eder. Öcalan, konuşmalı, özgür olmalı ve özgür iradesiyle bugün dünyada kabul gören Demokratik ulus ve Özgür Vatan fikriyatını geliştirmelidir. Bu ülke eğer Kürtlerinse, ülkenin Kürtlerin olduğuna dair teminatta verilmelidir. Bu teminat, anayasadır.
II
Ömer Öcalan’dan da söz etmem gerekiyor. Dikkat edilirse, yapılan görüşme sonrası altı çizilen şey şu oldu: Bu bir aile görüşüdür.
Ömer, amcasıyla görüşerek, bize bir umut vermiştir.
Ömer, iki dönem vekildir ve kamuoyu onu Öcalan’ın yeğeni olarak biliyor.
Kürtler açısından Ömer moral değerdir. Bellektir. Öcalan adının da Meclis’te okunması, Kürtlerin gururunu yükseltir. Birileri incinebilir ama söz konusu barışsa incinebilenlerden başka kim bir araya gelir ki? El nedir? El dışarı uzanmış beyindir.
Tecrit boyunca Ömer’in çabalarını gözledim. İki şeydi, ilki bildiğimiz bir Kürt’tü. Kürtçeye olan duyarlığı, meseleye hâkim oluşuyla dikkat çeken bir parlamenterdi; ikincisi, Öcalan’ın yeğeniydi.
Parlamenter olarak ilk başta, folklorik bir malzeme olarak görüldü belki ama son hamle onu, İmralı’nın anahtarlarından biri yaptı; hiçbir şey olmasa da yüreğimiz ferahladı, haber aldık: Öcalan’ın sağlığı yerindeydi, fikir üretiyordu, kısıtlı imkânlarla da olsa olup biten çoğu şeye hâkimdi, şu mesajı veriyordu: Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.
Cümlenin başı ise şuydu: Tecrit devam ediyor.
Anlaşılan şudur: Bahçeli’yle başlayan süreç, Ömer’e görüşebilme imkânı verdi. Tecritse Ömer’in gitmesiyle kırıldı ama hala devam ediyor. Bu şu demektir: Tecridin devam etmesi dışarıda olanlara bağlıdır.
Dışarıda olan kimlerdir?
Dışarıda olan meclistir; meclisteki partilerdir, yetkililer ve Kandil’dir. Koşulların sahipleri de bu yapılardır. Bu yapılardan birinin yerinde durması, ihtimal gibi görülen barışı yerinden edebilir. Burada en büyük düşmanda kin ve kibir olur.
Şimdi geldiğimiz noktada bizi korku ve umut karşılıyor.
Korkuyu üreten insanlar özgür olamazlar ve umut bir mit olarak kaldıkça, korku bir hastalık olarak toplumun zihnine sızar.
Şimdi siyaset bir sınavdadır; siyaset ya yarını vicdanına taşıyacak, umudun bilgisine sahip çıkıp gerekeni yapacak ya da daha radikalleşerek, büyük ve içinden çıkılmaz acılara neden olacaktır. Barış, mümkündür, mümkün, Wallerstein’in deyimiyle, şu koşullarda gerçekten daha gelişkindir.
Umudu boşa düşürecek tek güç güvensizliktir. Ernest Bloch, serinkanlı yaklaşılmasını önerir. Nedeni şu: Boşa düşebilir. Umudu kalıca kılansa, koşullardır. Öcalan, koşullarından söz ediyor. Bunların düzenlemesinden söz ediyor. Eğer bunlar sağlanırsa, barışı sağlayacak kudrette olduğunu söylüyor. Bunun için de koşullanmamış olmak gerekiyor.
İkincisi Ömer, Öcalan’ın yeğenidir. Burada da aile bağları ve gönül yakınlıkları dikkat çekiyor. Böylesi bir zamanda Ömer, nefes formunda yer alıyor. Bu nefes hem Kürtleri ve diğer halkları, hem de kendisini içeriyor. Kendisi amcası bağlamında büyük bir duygusallık yaşıyor. Kendisiyle bir görüşmemde, “En büyük hayalim amcamla görüşmek” dedi. Bu bana acı verdi. Kürtlerde amca ağırdır. Amcamız yaşarsa babamız vardır. Benim üç amcam vardı ve son amcam öldüğü zaman anladım, babam öldü, kimsem kalmadı. Ömer’in trajedisi belki de burada başlıyor. Amcasını hiç görmemiş, sesini hep televizyonlarda duymuş, birlikte tek bir kare fotoğrafı olmamış… Dahası amcasıyla ilgili anıları/ efsaneleri başkasından duymuş; bu anılarda kendine yer aramış, bu anılarla büyümüş…
Ömer, İmralı’ya da ilk defa gidiyor. Elbette heyecanlıdır. Düşünceler, duygularla sürekli yer değiştiriyor. İhtimal bir yanda amcası, elini öpmek sarılmak istiyor, elini öpmek istiyor, diğer yandan Kürtlerin halkların önderi dediği Öcalan. Sürekli anlattığı, ama düşüncelerini anlattığı Öcalan, duygularını açıklayamadığı amcası…
Böylesi bir durumda, Ömer bize bir nefes getiriyor, nefes veriyor: Kan ve ateşle tutuşan kalpler az da olsa ferahlıyor.
Başta söylediklerimle bitirebilirim, Allah barıştır ve barışa inanan kimseler eski zamanın sofileri gibidir, nefeslerinde manevi bir kuvvet vardır: Dem-i İsa buradan gelir, nefesiyle İsa ölüleri diriltir. Nefes, şifadır. Edebiyatta nefes, ilhamdır. Bizim Kızılbaşlar, nefes için şunu söyler: “Nefesin var olsun.”