MHP Lideri Devlet Bahçeli Ekim ayı başında bir şeyler yaptı ve ardından bir şeyler söyledi ve bu, Kürt meselesinin çözümü için “yeni bir sürecin” başladığına yorumlandı. Hakikaten söylediği bazı şeyler hafife alınacak türden değildi. Ama aradan geçen zamana ve özellikle Bahçeli’nin ortağı olan Erdoğan’a bakıldığında ciddiye alınacak pek bir şey de yok gibi. Nihayetinde Kürt meselesinde bir şeyler olacaksa, elbette Bahçeli’nin tutumu önemlidir, ama esas muhatap Erdoğan’dır, iktidar onun elinde. Erdoğan, bir yandan pek hayranı olduğu Abdülhamid’den beri yürürlükte tutulan retoriği tekrarlıyor; din ve iman üzerinden Kürt kardeşlerine sesleniyor. Bahçeli Öcalan’ın Meclis’te konuşabileceğini bile deklare etmişti, ama Erdoğan Kandil’in, Rojava’nın, hatta DEM Parti’nin dahil olacağı bir sürecin olmadığını haykırıyor, onlara bir çağrı yapmayacaklarını söylüyor. Bununla birlikte Rojava’yı bombalıyor, sivilleri öldürüyor, Güney’de bombalamadığı dağ taş bırakmıyor, içerde Kürt siyasetçilerin / aktivistlerin gözaltına alınmadığı gün olmuyor vesaire. Böyle bir durumda haliyle bir süreçten bahsetmek çok zor.
Anlaşılan Bahçeli üzerinden bir kamuoyu yoklamasına kalkıştı Erdoğan ve Öcalan üzerinden de Kürt siyasetine koşulsuz bir teslimiyet teklifinde bulundu. İkisinden de murat ettiği sonuçları görmediği anlaşılıyor. Bununla birlikte Erdoğan’ın yeni bir sürece zorunlu olarak adım atmasının pek çok nedeni sıralanabilir. Ama öne çıkan iki husus daha bariz: Birincisi, İsrail-İran savaşının yaratabileceği bölgesel değişimler ve bunun Türkiye’ye olası etkileri. İkincisi, Erdoğan yeniden Cumhurbaşkanı olmak istiyor ve bunun için anayasal değişikliğe ihtiyacı var. Her iki durumda da, şimdiye kadar tasfiye etmeyi başaramadığı Kürt hareketini bir şekilde güdümüne almak veya en azından kendisi için tehlike olmaktan çıkarmak istiyor. Açıkçası Erdoğan’ın, tamamen kendi kişisel istikbaline odaklanmış basit siyasi hesapları dışında, dikkate değer bir çözüm için herhangi bir plan, program, niyet ve gelecek vizyonuna sahip olduğunu söylemek çok zor.
Kısaca Türk tarafının yüzyıldır denenen klasik askeri, güvenlikçi, inkarcı ve zulüm ifade eden yol ve yöntemler dışında pek bir seçenek sunmayacağı anlaşılıyor. Bu durumda bırakın bölgesel bir hal almış Kürt meselesine olumlu bir yaklaşımı, kendi “iç meselesini” bile ciddi bir vizyonla çözmeye yanaşmayan bir Türkiye var.
Mevcut durumda apaçık ortada duran bu realite en çok da Kürt tarafının “yeni süreç” konusunda başından beri esas aldığı temkinli tutumu haklı çıkarıyor. Bununla birlikte İmralı Hapishanesinde esir tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın ne diyeceği merak konusuydu, zira Bahçeli doğrudan onu muhatap alarak çeşitli açıklamalar yapmıştı ve zaten Kürt hareketi de tek adres olarak Öcalan’ı gösteriyor. Nihayet Öcalan, 23 Ekim’de yeğeni DEM Milletvekili Ömer Öcalan ile görüştürüldü. Ömer Öcalan’ın açıkladığına göre, Abdullah Öcalan tecridin devam ettiğini ve fakat koşulların oluşması halinde çözüm için pratik ve teorik güce sahip olduğunu bildirdi. Şimdiye kadar Öcalan’a AKP-MHP kanadından olumlu bir yanıt verilmiş değil; aksine belirttiğim gibi Erdoğan klasik ezberleri tekrarlamakla yetiniyor.
Haliyle Öcalan cephesinde henüz koşullar oluşmuş durumda değil. Ama buna rağmen devlet yetkilileri ile Öcalan arasında görüşmelerin ve hatta pazarlıkların yapıldığı ve bunların devam ettiği de söylenebilir. Bu pazarlıkların içeriğine dair tonla spekülasyon var, ancak net olarak bir şey söylemek zor. Daha doğrusu Türk devletinin ne dediği aslında net, kısmen bahsettim. Buna karşın Öcalan’ın ne dediği ve devletin buna ne derece razı olduğu belirsiz. Yanı sıra önceki sürecin sonuçlarına bakılırsa, Öcalan’ın PKK’nin Türkiye’deki faaliyetlerinin sonlandırılmasını kabul edebileceği, ama bunun karşılığında örneğin Rojava’nın statüsü ve Türkiye’deki Kürtlerin hakları konusunda garanti isteyebileceği öngörülebilir. Dediğim gibi ileriki günlerde her şey daha net olacak. Spekülasyonlara düşmeden biraz daha beklemekte fayda var.
Bu hususlardan sonra, esasen Öcalan’ın bugün yine Türk devletiyle görüşmesini mümkün kılabilecek tarih, siyaset ve din konusundaki düşüncelerine değinmekte fayda görüyorum. Böylece Öcalan’ın nasıl bir tarihsel ve düşünsel arka planla hareket edebileceğini, bunun Türk devleti cephesinde nasıl karşılık bulabileceğini ve olası çözüme nasıl etki edebileceğini öngörebiliriz.
Bu çerçevede Öcalan’ın dört başlıkta, yani Kürt meselesi ve çözümü, Türk-Kürt ilişkileri, Din / İslam ve İsrail-Yahudiler konularında nasıl bir yaklaşıma sahip olduğunu bilmek, onun yeni süreçte nasıl hareket edebileceğine dair de önemli ipuçları verecektir.
Kürt meselesi ve çözümü
Bugün İmralı’da mesajları merakla beklenen Öcalan eski Öcalan değildir. Bunu anlayabilmek için kabaca Öcalan’ın fikirlerini üç dönemde değerlendirmek yararlı olacaktır. 1973-1990 arasındaki ilk dönemi, 1990-1999 arasındaki geçiş dönemi ve 1999’dan sonra İmralı ile başlayan ve hala devam eden yeni dönemi.
İlk dönem kapsamında; PKK (1984), Kuruluş Bildirisi’nde, nihai amaç olan sınıfsız topluma varmak için zorunlu önkoşul olarak “bağımsız ve demokratik bir Kürdistan” inşa etmek gerektiğini, bu amacın da “bilimsel sosyalizmin rehberliğinde” ve gerilla tarzı mücadele yöntemiyle gerçekleşebileceğini duyurmuştu; lideri Öcalan da bu sosyalist amaç doğrultusunda Kürt tarihini yazmıştı.
“Kürdistan sömürgedir” tezini esas alan Öcalan’a göre, özcü milliyetçi tarih yazımının gereği olarak, Kürt ve Kürdistan mefhumu tarihsel bir sabiteydi. Dolayısıyla Öcalan, belirli bir tarihsel kesiti, örgütünün mücadele gerekçesi yaptığı Kürt meselesi için başlangıç olarak belirlemiyordu; bir sosyalist olarak, Kürdistan’ın tam anlamıyla sınıfsal tarihini değilse de, sömürge tarihini yazmaya girişmişti. Buna göre, Medlerden (M.Ö. 1000’li yıllar) beri çeşitli güçlerin talan, işgal ve sömürüsü altında olan Kürdistan’da mevcut haliyle sömürgecilik daha da katmerleşmiştir (Öcalan 1993; PKK 1984).
Kabaca 1990’dan sonra Öcalan, tarihsel yorumu çok değişmemekle birlikte, çözüm konusunda epey rota değişikliğine gitti ve artık bağımsız Kürdistan amacını savunmuyordu. Çetin savaş koşullarında mümkün mertebe yeni amacının gerekli kıldığı koşullar çerçevesinde Türk devletiyle diyalog yollarını zorlayan Öcalan, herhangi bir sonuç elde edemedi. 1999’da Türkiye’ye teslim edilen Öcalan, 1990’lı yıllarda esas almaya başladığı yeni siyasi ve ideolojik yaklaşımına dair daha net bir çerçeve sunmaya başladı.
Sosyalist ideolojiye bağlılığını koruduğunu söyleyen Öcalan, yeni dönem tarih kurgusunu öncekinden farklı olarak, ama sömürgecilik perspektifini dışlamayıp içeren, anarşizan tezleri çağrıştıracak şekilde tarihsel iktidar ilişkileri çerçevesinde oluşturmayı tercih etti. Öcalan, uzun uzadıya “iktidar ve karşıtlığı” dikotomisi ile tarihsel “insanlık” hallerinin analizine girişti. Yine pratik mücadelenin sahası ve gereği olarak “insanlık” tarihinin alt başlıklarından biri yapılan Kürdistan, bu kadim çelişkinin çözüme kavuşturulacağı ve “iktidarsız” bir geleceğin inşasında “insanlığa” rehberlik edecek “devrim” sahası olarak konumlandırıldı. Haliyle Kürt meselesinin Öcalan’ın yeni dönem tarih kurgusunda alacağı hal de bu analize uygun oldu.
İktidar “tez ve anti-tezi” etrafında kurgulanan yeni dönem tarih kurgusu, mevcut durumda devam eden Kürt meselesi için önerilen siyasi çözüm kadar, Kürtlerin tarihsel algısı konusunda da esaslı bir değişime işaret ediyordu. Sömürge “ilişki ve çelişkisinin” belirlediği Öcalan’ın ilk dönem tarih kurgusunda, “yeni” olanın inşası adına, sadece güncel durumlarıyla değil tarihsel olarak da Kürtler ve onlara dair her şey lanetlenip “mahkûm edilmişti.” Öcalan’ın ikinci dönem tarih kurgusunda ise, yine “yeni” olanın inşası adına, güncel durumları kadar tarihsel rolleriyle bu kez Kürtler adeta onurlandırılıyor ve hatta kutsanıyordu. Öcalan açısından bu tür bir tarihsel analizi mümkün kılan ise, geçmişten bugüne Kürtlerin (iktidarın en örgütlü formu olarak) devletten yoksun bir millet biçiminde varlıklarını korumalarıdır. Devlet ve haliyle iktidar ilişkilerinin olmadığı neolitik dönem “insanlığını” keşfederek ve Kürtlerin kökenini de buraya kadar götürerek, bu dönemi adeta “Asr-ı Saadet” vurgusuyla takdim eden Öcalan’a göre, ilk devletlerin (daha geniş ölçekte ilk iktidar mekanizmalarının) kurulduğu günden bugüne insanlığın kadim sorunu baş göstermişti. Devletsiz Kürtler ise, epey hırpalanmalarına rağmen, bir biçimiyle bu iktidar ağının dışında kalmakta ısrar ettikleri için, tarihsel olarak iktidar karşıtı mücadelenin en önemli aktörleri arasında yer almışlardı. Bu çerçevede Öcalan’ın önceki dönem söyleminde sömürgeciliğin tarihsel ve güncel uzantıları veya işbirlikçileri olarak nitelendirilen aşiret, kabile, şeyhlik, tarikat vesaire pek çok toplumsal form da, yeni dönemde iktidar karşıtı tarihsel mücadelenin en önemli organları olarak nitelendirildi ve onurlandırıldı. Buna karşın, devletleşememişlerse de bir tür iktidar mekanizmasına sahip oldukları için örneğin Kürt beylikleri gibi siyasi oluşumları temsil edenler ile Kürt üst tabakası tarihin her döneminde sömürü düzeninin işbirlikçilikleri olarak nitelendirildi. Burada Öcalan’ın eski söylemini tekrarladığı söylenebilir. Özetle, Öcalan’a göre, tarihsel olarak Kürtlerin devletsizliği esasında bir talihsizlik değildi; “insanlık” tarihindeki onurlu bir statüydü.
Bu okuma biçimi, ilk etapta devletsizlik ve benzeri birçok nedenden dolayı horlanmış, dışlanmış, ezilmiş ve sömürülmüş Kürtlerin travmatik geçmiş ve kimlikten kaynaklanan yaralarını tarihsel gururlarını okşayarak rehabilite etme amacını taşıyor gibi görünebilir. Ancak olay, bu kadar basit değil ve sadece Kürtleri milliyetçi davaya motive edebilmek amacını taşımıyor. Elbette pragmatizmi barındırmakla birlikte, Öcalan’ın yeni dönem tarih okumasını kesinkes inandığı tarihsel doğrular çerçevesinde kurguladığı açıktır. Buradan hareketle, Öcalan’ın Kürt meselesi için öngördüğü çözümün de bu çerçeveye uygun olduğu ileri sürülebilir. “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı kitabından aktaracak olursam, Öcalan’ın Kürt meselesinin çözümüne dair sunduğu taslak ana hatlarıyla şöyledir:
“Sanki olmazsa olmaz bir ilkeymiş gibi hastalık derecesinde bir devletçi ve milliyetçi çözüme takılı kalmak, çözümsüzlüğün derinleşmesindeki temel etken durumundadır. Hâlbuki kendi tarihinde de bolca uygulama örneği bulmuş olan özerklik ve günümüzde özellikle Avrupa ülkelerinin kendi içlerinde ve aralarında geliştirdikleri demokratik federalist uygulamalar, Kürt sorununa çok zengin bir çözüm paketi sunmaktadır; hem de çok tutucu davranan ulus-devlet gerçekliğine rağmen. Demokratik siyaset ve demokratik özerklik kavramlarının kilit önem arz eden doğru tanımlanmaları çözüm için hayati önem taşımaktadır. Geç kapitalist modernite çağında soruna hem içten hem de dıştan ulus-devletçi yaklaşımları dayatmak Filistin-İsrail sorunundaki çözümsüzlüğü tekrarlamaktan, hatta daha yakın örnek olarak Irak ulus-devlet federalizminde olduğu gibi çıkmazı derinleştirmekten öteye sonuç vermez. … Ortadoğu’da demokratizmin gelişmesindeki ve dolayısıyla tüm toplumsal sorunların demokratik çözümündeki kilit rol Kürdistan’daki demokratik çözüm deneyiminden geçmektedir. Kürdistan’ın mevcut statüsü, daha doğrusu bölgenin temel komşu ulusları olan Türk, Arap ve İran uluslarının yanı sıra, daha iç unsurları olan Ermeniler, Süryaniler ve Türkmenlerin varlığıyla Kürtlerin yaşadığı tarihsel kader birliği, Kürdistan’daki demokratik çözümün domino etkisiyle tümüne yayılmasını olası kılmaktadır. Demokratik Kürdistan çözümü Demokratik Ortadoğu çözümünü doğurmaktadır.” (Öcalan 2013:15-16)
Abdullah Öcalan’ın Kürt meselesinin çözümü için ana hatlarıyla ortaya koyduğu taslak böyledir ve gerek “savunmalar” adıyla yayınlanan diğer kitaplarında gerekse de 2013-15 aralığındaki çözüm sürecinde dile getirdikleri, bu taslağın detayları ve pratik adımları şeklinde ele alınabilir.
Türkiye’nin Hikâyesi ve ‘Yahudiler’
1970’lerde “Kürdistan sömürgedir” teziyle “bağımsız Kürdistan” mücadelesine başladığında Öcalan’ın Türk devletini ve Kemalist rejimi değerlendirmesi de epey radikal bir çerçevedeydi.
Öcalan’a göre, Türk devletini kuran Kemalistlerin ideolojileri “tarihi, siyasi ve sosyal kapsamı bakımından İsrail siyonizmine, Güney Afrika ve Rodezya ırkçılığına” benziyordu. Bu ”Kemalist milliyetçiler Kurtuluş Savaşı sırasında çeşitli sözler vererek ve din kardeşliğini de kullanarak Kürtleri yanına çekmişti. İşler yoluna girdikten sonra ise Kemalistler, daha önce gizledikleri “Türk ulusu yaratma amacını” açığa vurarak Kürdistan’ı sömürgeleştirmeye ve Kürtleri inkâra başlamış, Kürtler de buna tepki olarak çeşitli isyanlara kalkışmıştı. “Feodal aşiret örgütlenmesi” şeklinde açıkladığı Kürtlerin tepkisinden birkaç cümleden fazla değinme gereği duymayan Öcalan, Kemalistlerin “işgal hareketi”ni ise “vahşi Kürtlere karşı cumhuriyetin uygarlık hareketi” olarak yansıttıklarına dikkat çekiyordu. Ancak Öcalan için şu netti: “Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, bir halkı dili, kültürü, hatta fiziki varlığıyla imha etmeyi amaçlayan bir hareket [bu durumda Kemalistler], uygarlık hareketi değil, olsa olsa bir vahşet hareketi” idi (1993:81-82).
1990’lı yıllarda Öcalan’ın Kemalizm ve onun Kürtlere yönelik uygulamaları konusunda esas olarak aktardığım düşüncelerinde pek ciddi değişimler olmadı, ama elbette “bağımsız Kürdistan”dan vazgeçip muhatap aramaya başladığında siyaseten açılımlar da yapmıştı. Ama daha ziyade pragmatizmi barındıran bu geçiş yıllarının ardından İmralı esaretiyle birlikte Öcalan, gerek Türkiye’nin kuruluş hikâyesi gerekse de Kürt-Türk ilişkileri hakkında bambaşka bir kurguyu esas almaya başladı ve bu kurguda dikkat çekici biçimde Yahudiler esas aktörlerden biri olarak yer aldı. Zira Öcalan, “her ulus-devlet tekelciliğinde tıpkı ekonomik tekelcilikte olduğu gibi evrensel Yahudi sermayesinin eli” olduğundan tamamen emindir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hikâyesini de bunun dışında değerlendirmez, hatta neredeyse tamamen bu kesin yargısı çerçevesinde inşa eder.
Daha sonra kurulması planlanan İsrail devleti için Anadolu topraklarının Yahudiler tarafından stratejik önemde görüldüğünü ileri süren Öcalan, Yahudi kadroların gerek Osmanlı’nın son yöneticileri olan İttihatçılar gerekse de yeni Cumhuriyeti kuranlar üzerindeki etkisine dikkat çeker. Öcalan’a göre, İttihatçıları yönlendiren Almanya kökenli “Yahudi kadrolar” idi ve bunlar, Birinci Dünya Savaşından sonra hem Osmanlı’nın hem Almanya’nın yenilmesiyle yerlerini İngiltere kökenli “Yahudi kadrolara” bıraktılar. Bu noktada Öcalan Türkiye’nin “Kurtuluş Savaşı” hikâyesini ve sonrasında kurulan rejimi anlatırken, Mustafa Kemal’i başka bir yerde konumlandırır. Öcalan, Mustafa Kemal’in İngilizlerin onayıyla Samsun’a çıktığını ve fakat “Anadolu başkaldırısındaki rolü bağımsızlık ve yurtseverlik temelinde” olduğunu savunur. Bu durum karşısında İngiltere’nin iki tedbire başvurduğunu belirtir Öcalan: Birincisi, Yunanlıların desteklenmesiydi, ikincisi ise içte Mustafa Kemal’in etkisini kırabilecek kadroların konumlandırılmasıydı. İngiltere bir süre sonra Yunanlılardan desteğini çekip, ikinci planı devreye koyuyor; Öcalan’ın ifadeleriyle, “İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üzerinden içte Mustafa Kemal’i kontrol altında tutmak…” Mustafa Kemal’in en yakınında bulunan ve yeni Türk devletinin en önemli mevkilerinde görev alan İnönü ve Çakmak, Öcalan’ın iddiasına göre İngilizlerin adamıydılar. Bu arada İnönü başbakanlık ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulundu, “ebedi şef” Mustafa Kemal’den sonra “milli şef” idi. Çakmak ise, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanıydı. Bu iki ismin İngilizler tarafından Mustafa Kemal’in yanına gönderildiğini ileri süren Öcalan, daha sonra Türkiye’nin “Kurtuluş Savaşına” “öncülük eden beş paşadan dördü[nün] (Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele[nin]) çeşitli gerekçelerle tasfiye edildiğini”, “geriye kalan Mustafa Kemal Paşa[nın ise], gerek stratejik konumu gerekse oynadığı denge politikası nedeniyle yerini koruduğunu” anlatır.
Yeni kurulan Türkiye’de esas alınan rejimi “Beyaz Türk Faşizmi” şeklinde adlandıran Öcalan, 1925’ten sonra hayata geçirilen bu rejimi şöyle tanımlar ve burada Yahudilerin rolünü özellikle vurgular:
“Rejim, kendisini katı laik Türkçü bir sistem olarak tanımlasa da, özünde metafizik olan, çok daha dogmatik ve terörist olan yeni bir dindir; bu konuda tarihsel tecrübeye sahip olan Yahudi ideolojisinin güncel Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği yeni dindir. Mustafa Kemal’in tanrılaştırılması, İnönü’nün peygamberleştirilmesi, Fevzi Çakmak’ın komutanlaştırılması (Yeşua, Davut örneği) Yahudi mitolojisinin bir gereğidir. Türk toplumunun ezici çoğunluğuna rağmen, ilan edilen ve siyasi programa dönüştürülen yeni dinin ideolojisi olan Türkçülük, günümüze kadar devam eden terörün, soykırımların ve sömürünün gerçekleşmesindeki genetik kodu oluşturmaktadır. Mustafa Kemal İzmir suikastıyla sindirilmek istendi. Kürt isyanlarıyla provokasyona getirildi. Kendi yakın arkadaşı Fethi Okyar bu nedenle (Kürt isyanını kanlı bastırmadan yana değildi) başbakanlıktan alınıp yerine İsmet Paşa getirildi. Ordu da tümüyle Fevzi Paşa’nın denetimine bırakıldı. Mustafa Kemal’in konumu artık sembolik Cumhurbaşkanı unvanıyla Çankaya’da bir nevi tutsaklıktır.” (Öcalan 2013:124)
Bu son derece ilginç tarih anlatısıyla Mustafa Kemal’i, Cumhuriyetin ilk 20 yılında Kürtlere karşı yapılan soykırımlar da dahil, olup biten her şeyin dışında tutup sorumsuz kılan Öcalan, buna karşın Yahudilerin hem Cumhuriyetin ilk yıllarında hem de günümüzde belirleyici bir role sahip olduğuna kesinlikle inanıyor, bu yüzden şöyle yazıyor:
“Bütün bunların evrensel ve milliyetçi Yahudiler ve Yahudi sermayesiyle ne ilişkisi vardır sorusu boş bir soru değil, son yüz yıllık Türklük tarihini anlamanın temel kritik sorusudur. İçinde Türk olmayan Türklük tarihi bir ideolojik inşadır; hem kuram hem de uygulama olarak yarı yarıya Filistin öncesi bir Ön-İsrail hazırlığıdır. Mustafa Kemal’in dengeleyici (Dışta Sovyetler Birliği ve İngiltere, içte çeşitli sınıf ve tabakalar arasında) politikaları olmasaydı, hiçbir güç Anadolu’daki yeni oluşumları İttihat ve Terakki kadroları ile Enver Paşanın denetiminden çıkaramaz, Türkçülüğü Alman faşizmine taş çıkartacak bir şoven faşist tırmanışa geçmekten alıkoyamazdı.” (Öcalan 2013: 124-125)
Açıkçası, Mustafa Kemal’in kendisi dahil Cumhuriyeti kuran neredeyse tüm kadroların İttihatçı oldukları ortadayken ve özellikle Kürtlere karşı yürürlüğe konan politikaların da aynı şekilde neredeyse tamamen İttihatçıların yarım bıraktıklarından ibaret iken, bu yorum son derece ilginç bir hal alıyor. Mesela bizzat Mustafa Kemal’in liderliğinde ve emriyle Zilan ve Dersimde soykırım yapmış bir devlet daha ne yapsın da “Alman faşizmine taş çıkartacak” hale gelebilsin! Durum basbayağı aynı oysa!
Öcalan’ın tarih okumasına bakılırsa, Türkiye’nin Mustafa Kemal’den sonra esas aldığı tüm siyasi tercihler de Yahudilerin belirlediği istikametteydi. Türkiye’nin son 30 yılına gelindiğinde ise, o zamana kadar Yahudilerin İngiltere ve ABD ile birlikte ayakta tuttukları “Beyaz Türk Faşizmi” Kürt savaşı ve Türkiye Solunun mücadelesiyle yıpranmış ve bu kez de devreye İslamcılar sokulmuştu. Öcalan şöyle diyor:
“ABD’nin hem bölge halklarına, hem de Sovyet Rusya’nın yayılmasına karşı harekete geçirdiği İslamî milliyetçi hareket Türkiye somutunda önce koalisyonlarla, 2000’lerden sonra ise tek başına iktidara yerleşti. Beyaz Türk Faşizminde Yahudi Siyonist milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Yeşil Türk Faşizminde de evrensel Yahudi sermayesi o denli etkilidir. Bunların en son karar kıldıkları sigorta partisi AKP oluyor. Türkiye bürokratik burjuvazisinin doğuşunda Siyonist Yahudi milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Anadolu burjuvazisinin (Liberal, özel sermaye de denilmektedir) gelişiminde ve iktidara yerleşmesinde de küresel Yahudi sermayesi (Kara-imler) o denli etkilidir.” (Öcalan 2013:125)
Türkiye’nin kuruluşu ve bugünü hakkında ileri sürdüğü bu görüşler kadar, Öcalan’ın Kürt-Türk ilişkilerine dair tarihsel kurgusu da ilginçtir. Öcalan’a göre, Kürt – Türk ilişkilerinde üç önemli tarihsel kavşak vardır. Birincisi, 1071’deki Malazgirt Savaşı, ikincisi Yavuz Sultan Selim dönemindeki Çaldıran ve Mercidabık savaşları, üçüncüsü ise 1920’lerin başında M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı…
Öcalan, “stratejik” önem atfettiği bu tarihsel kavşaklardaki Kürt – Türk ilişkilerinin esasını, Malazgirt Savaşı ile açıklamaya girişiyor. Buna göre, Kürtler, Bizans saldırılarına karşı güvenlik ihtiyacı duyuyorlardı ve zaten İslâm’ı seçmelerinin esas nedeni de buydu. “Yeni yurt ihtiyaçları olan” Türk boyları da, ya Kürtlerle savaşıp işgalci güç konumuna düşeceklerdi ya da ortak düşman Bizans’ı batıya sürerek ihtiyaçlarını karşılayacaklardı; onlar ikincisini seçerek, tarihsel Kürt – Türk ittifakının temellerini atmıştı. Dolayısıyla “Kürtlerle Türklerin ortak savaşı”nın “sonuçları da Öcalan’a göre açıktır”:
“Türk boyları için Anadolu’nun kapıları açılmış, tarihî bir dönem başlamıştır. Kürtler ise kendilerini yüzyıllardan beri sürekli baskılayan ve geriye iten tarihî bir engelleyici güçten kurtulmuş olmaktadır. İslâm bu ilişkide harç görevini görmüştür. İslâm örtüsü altında verilen ortak savaş, aslında kabile ve aşiret özellikleri ağır basan iki halkın varlıklarını koruma ve geliştirme amaçlıydı. Başarısızlık daha o zaman her iki halk için varlıklarını yitirme ve gerileme anlamına gelecekti.” (2013:84-85)
Öcalan’ın bu döneme dair tarihsel çerçevesi de fazlasıyla anakronik ve indirgemecidir. Pek çok kez itirazlara konu olduğu üzere (örneğin bkz. Hür 2012), bu dönemde olup bitenlerin mahiyeti, elbette bütün tarihsel süreçlerde olduğu gibi, çok daha karmaşıktı. Ancak, daha sonra akamete uğrayacak olan “Çözüm Süreci” kapsamında 2013 Newroz’unda okunan mesajında da açıkça görülebileceği üzere, Kürt meselesinin güncel çözümüne dair önerdiği çerçevede tarihin okunması Öcalan için önemlidir. Bu nedenle Malazgirt’ten bugüne bin yıllık Kürt – Türk ilişkilerini, köklerini çok daha gerilere dayandırdığı ve “Kürtlerin varoluş ve bağımsızlığında önemli rol” oynadığını savunduğu bir “strateji” çerçevesinde sabitlemekte sakınca görmüyor:
“Zaman zaman çatışmalarla bozulsa da, Kürt – Türk ilişkilerinde [Malazgirt Savaşı’nda esas alınan] bu mantık günümüze kadar geçerliliğini sürdürecektir. Türklerin Anadolu içlerine yerleşmeleriyle birlikte, bu yeni strateji geçerliliğini hep koruyacaktır. Tarihin kritik anlarında her iki güç ancak birlikte davrandıklarında başarılı olabileceklerini hatırlayacaklardır. Kürt Eyyubi Hanedanlığı’nda, birçok Anadolu beyliğinde ve Osmanlılar döneminde bu mantık hep işleyecektir. Tarihin derinliklerine uzandığımızda, Hitit-Mitanni (M. Ö. 1600’ler) ilişkilerinden beri Anadolu ve Mezopotamya’daki güçler arasında benzer bir stratejinin işlediğini görmekteyiz. Hem halk ve sivil güçler hem de iktidar güçleri olarak bu iç içelik yaşanacaktır. Sadece batıdan değil, doğudan ve güneyden gelen tehditlere karşı da bu ortak savunma stratejisi işleyecektir. Osmanlı Sultanı Birinci Selim, İran Safevi Hanedan İmparatorluğu’nun yayılmasını yine benzer bir ittifak anlayışıyla durdurmuştur. Aynı tarihlerde (1514-1517) güneyden gelen Mısır merkezli Memlûk Sultanlığı da İdris-i Bitlisi öncülüğünde kurulan ittifakla önce durdurulmuş, sonra yıkılmıştır. 1920’lerdeki Kurtuluş Savaşında da aynı strateji yürürlükte olacaktır.” (2013:85; Bu arada Öcalan’ın İdris-i Bitlisi’yi tarihsel olarak nasıl yorumladığına dair ayrıntılı bir okuma için bkz. Fırat 2020)
‘İslam Paydası’, AKP ve Öcalan
Öcalan, Türk-Kürt ilişkilerini siyasi programına uygun şekilde tarihselleştirirken, bu ilişkilerin kurulmasında harç işlevi gördüğünü söylediği İslam dinine özel bir önem atfediyor. Ama esasında Öcalan’ın din ve daha özel olarak da İslam hakkındaki görüşlerinin yine farklı dönemlerin gereklilikleri çerçevesinde şekillendiği söylenebilir.
Öcalan’ın PKK’nin kuruluş aşamasındaki ilk dönem değerlendirmelerinde, din meselesi önemli bir yer tutar. Şeyh Ubeydullah, Şeyh Mahmud Berzenci, Şeyh Ahmet Barzani, Şeyh Said, Seyid Rıza, Kadı Muhammed, Molla Mustafa Barzani gibi dinî hüviyetleri olan kişilerin Kürtlük mücadelelerinde önemli bir yer teşkil eden din olgusuna, PKK, kuruluşundan 1990’ların ilk yarısına kadar motive edici ve kitleleri harekete geçirici bir rol biçmedi. Bu husus, PKK ile öncesindeki Kürt hareketleri arasındaki önemli ayrımlardan birine işaret eder ve fakat bu, örgütün din olgusuyla hiç ilgili olmadığı sonucunu vermez; aksine din örgütün söyleminde önemli bir yer tutuyordu.
Öcalan’a göre, din (elbette İslâm dini) sömürgeciliğin önemli tarihsel ve güncel araçlarından biriydi. Öcalan’ın ilk dönem din yaklaşımı, Cumhuriyet sonrası Kemalizm’in (başka nedenlerin yanı sıra) halifeliğin temsil edildiği Osmanlı İmparatorluğu dönemini atlayarak (veya görünmez ve önemsiz kılarak), tarihin ilk dönemlerinde Türklüğü ve Türk şamanizmini yeniden keşfine benzer. (Kıyaslamalı bir okuma için bkz Zürcher 2005; Belge 2011; Beşikçi 1991; Maksudyan 2005; Gündoğan 2012). Kürdistan tarihinin İslâm dönemini olumsuzlayan Öcalan, “köleci dönemde hiç olmazsa ideolojik olarak milli kalabilen ve bir milli direnme ideolojisi görevini gören ‘Zerdüşt’ dinini” keşfetmiş, “manevi alanda da yabancı işgale” yol açan “İslamlık”ın “Kürdün beyninde ve yüreğinde milli inkarı hazırlayan ve kaleyi içten fethetme rolü oynayan bir ‘Truva Atı’ gibi” olduğunu savunmuştu. Dolayısıyla Öcalan’a göre, “İslamlık”, “Kürdistan’ı her işgal edenin elinde aynı rolü oynamıştır. Mezhepleri ve tarikatlarıyla yerli ve yabancı feodallerin elinde sömürüyü gizleme, ümmetçiliği geliştirme, milli değerleri unutturma aracı haline gelen islamlık, ortaçağdan günümüze kadar Kürtlerde milli direnme ruhunu öldüren en büyük ideolojik araçtır.” (Yazım hataları korunmuştur. 1993:25)
İdeolojik ihtiyaçla tarihin yeniden kurgulandığı açık olan PKK’nin din söyleminde, “İslamlık”ın temsilcilerine dair ise, bir bakıma tarihin sınıfsal okumasına dayanan bir çerçeve çiziliyordu. PKK’nin Kuruluş Bildirisi’ne ve Öcalan’ın yorumlarına göre, mevcut durumda ve tarihsel olarak, Kürdistan’da egemen devlet(ler)i temsilen bulunan bütün güçler ve kurumlar, sermaye kesimleri, bunlarla irtibatlı kurum ve kişiler sömürgecilik çarkının birer parçasıydı. Kürt aşiretleri, feodal düzen, dini liderler ve bunların kontrolündeki kurumlar da sömürgeciliğin iç uzantıları ya da işbirlikçileriyidi.
1990’lı yılların ilk dönemlerine gelindiğinde Öcalan’ın, ideolojik olarak değilse de, siyasi söyleminde “din açılımı” yaptığı görülüyor. İlk on-on beş yılın ardından, muhtemelen Kürdistan’daki epey zorlu pratik mücadelenin deneyiminin kaçınılmaz sonucu olarak, Öcalan, pek çok konuda olduğu gibi, belki de en fazla din söyleminde yumuşamaya gitti. Hatta Öcalan’ın din konusundaki yeni dönem siyasi söylemi, korunmaya devam edilen ideolojik söyleme neredeyse tamamen zıt durumdaydı. Öyle ki, yaptığı politik din açılımı çerçevesinde Öcalan’a göre, “Kemalizm, birçok saygın din âliminin de belirttiği gibi Deccal rejimidir”, “Kürt sorunu en yakıcı İslami sorundur” ve PKK de “İslam’a en yakın hareket”tir (Çakır 2011:72).
Bu değişimle birlikte, önemli bir kesimi Sünni Müslüman olan Kürtlerden yana meyledildiği ve dolayısıyla mezhebî bir açılımın söz konusu olduğu ileri sürülebilir. Ancak aynı dönemlerde Öcalan’ın Alevi ve Ezîdî Kürtlere dair de bir açılıma gittiği görülüyor. Hatta Öcalan’ın, Kemalizm’in etkisinden kurtarma misyonuyla, Alevileri de Sünni Kürtler kadar önemsediği ve çeşitli yan kuruluşlar vasıtasıyla bu topluma nüfuz etmeye çalıştığı belirtilebilir (Bkz. Bruinessen 2005; Aksoy 2016; Gezik 2000). Dolayısıyla Öcalan’ın Kürtlüğü mezhebîleştirmekten ziyade, bir bütün olarak dini, yani yerine göre Sünni İslamı, yerine göre Aleviliği veya Ezidîliği araçsallaştırdığı, hatta etnikleştirdiği savunulabilir. Öcalan ve PKK çevrelerinde kendisine Frantz Fanon (veya belki de Jean Paul Sartre) gözüyle bakıldığı sıralarda İsmail Beşikçi (1992), PKK’yi kişisel ve partisel amaca ulaşmak adına her türlü aracı kullanabilecek ve her türlü ilişkiye girebilecek bir örgüt olarak değerlendirmişti.
Öcalan, kırk yıl önceki İslâm’a dair olumsuz kurucu söylemini, 1990’lı yıllardan itibaren pragmatist bir yaklaşımla önce siyaseten revize etti; İmralı esareti sonrasında ise, siyasi söylemine paralel olarak, artık ideolojik söylemde de görece daha tutarlı bir noktaya gelerek İslâm’ın “hakkını” veriyordu. Hz. Muhammed dönemindeki İslâm’ı dönemine göre devrimci bir gelişme olarak niteleyen Öcalan, bu yüzden “K. Marks ve F. Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifesto neyse, Hz. Muhammed’e indirildiği söylenen Allah’ın Kuran’ı da odur” (2013:76) diyordu ve bunun insanlık tarihine katkısını uzun uzadıya anlatıyordu. Bununla birlikte, Öcalan, Hz. Muhammed’den sonraki dönemlerde ise İslâm’ın özünden saptırıldığını savunur. Öcalan’ın yeni dönem İslâm “keşfi”, dindarlığa meylettiğinden değil; İslam’ın tarihsel, sosyolojik, siyasi ve düşünsel çerçevede geçmişten bugüne oynadığı inkâr edilemez rolünü kendi meşrebince kabul etmesiyle ilgilidir. (Bu konuyla ilgili daha geniş bir okuma için bkz. Fırat 2020; 2021)
Sonuç Ne Olur?
Abdullah Öcalan’ın Kürt meselesi ve çözümü, Kürt-Türk ilişkileri, Yahudilik ve din / İslam meselelerine dair görüşleri bu şekilde özetlenebilir. Daha ayrıntılı bilgiler için elbette kitaplarına bakılabilir. Aktardığım özet çerçevesinde bugünkü “yeni süreç” ile ilgili bazı çıkarımlarda bulunmak mümkündür.
Öcalan’ın Kürt meselesi ve çözümüne dair çizdiği çerçevede ısrarcı olacağı söylenebilir. Elbette bunun iki boyutu olacaktır. Birincisi, güncel politik gelişmelerle ilgilidir ve burada gündemde olan çeşitli başlıklarda pratik çözümler üretilebilir. İkincisi ise, Öcalan’ın bir tür uzun süreli “devrim” süreci dahilinde öngördüğü nihai çözüme dair reçetesidir ve bu, güncel süreçleri aşan bir niteliktedir. Örneğin güncel olarak PKK’nin silahsızlanması, hapishanedeki siyasetçilerin serbest bırakılması, anadil hakkı gibi başlıklar pazarlıklarda ön plana çıkabilir; ama Öcalan için ulus-devlet olmayan ama statü sahibi olacak bir Kürdistan ve Ortadoğu konfederalizmi nihai amaçtır. Bu noktada Öcalan’ın devlet karşıtı siyaseti ve ideolojisi, parçalanma ve bölünme sendromunu yüzyıldır aşamayan Türk devlet yetkililerine cazip görünebilir. Elbette onlar Öcalan’ın kastettiği çerçevede bunu algılamayacaklar, daha da önce de algılamadılar. Bu önemli değil; Türk tarafı için önemli olan, Öcalan’ın bağımsız bir ulus-devlet projesini savunmamasıdır. Öbür yandan Türk tarafının epey milliyetçi bir cepheden oluştuğu ve bırakın bir devleti Kürtler için özerklik gibi “ülke içi” bir çözüme bile katiyen karşı durdukları açık. Ama Öcalan’ın projesinde öyle ya da böyle bir statü talebi var, ilgili bölümde aktardım. Öbür yandan görünürdeki veriler, Türk devletinin Öcalan üzerinden Kürtlerin Rojava’daki fiili statüsünü etkisiz kılmaya çalıştığını gösteriyor. Oysa Öcalan, bu statünün oluşması ve kurumsallaşması için daha önceki çözüm sürecini epey verimli kullanmıştı, adeta Rojava’nın bugün bildiğimiz Rojava haline gelmesi için çözüm sürecini mümkün mertebe uzatmış ve sonuç da elde etmişti. Hatta Öcalan, bu statünün garantiye alınması ve korunabilmesi için Rojava’da on binlerce kişiden oluşacak güçlü bir ordunun kurulması gerektiğini sık sık ifade etmişti. Hakeza kamuoyuna da yansıdığı üzere, önceki çözüm sürecinde Erdoğan’ın Rojava’daki statüyü kabul etmeyeceklerini ve bunun kırmızı çizgileri olduğunu söylediği aktarılınca, Öcalan da buna karşın Rojava’daki statüyü bir kırmızı çizgi olarak ileri sürmüş, aksi halde savaşın kaçınılmaz olacağını söylemişti. Nitekim böyle oldu. Haliyle, olası yeni bir süreçte Türk devletinin istediği doğrultuda hareket etmesi için Öcalan’ın hiçbir nedeni bulunmuyor; Rojava’yı statüsüz bırakacak bir girişiminin olmayacağını, aksine mümkün olduğunca Rojava ile Türkiye’yi barıştıran bir siyaset izleyeceğini öngörebiliriz ve böyle bir durumda zaten ancak Türkiye’nin Kürt meselesi konuşulabilir hale gelecektir. Özetle; Öcalan’ın devletsizlik üzerine kurduğu siyaseti ve söylemi onun Türklerle konuşmasına imkan sunuyor; ama her ne şekilde olursa olsun statü meselesi, bu konuşmanın muhtemelen en zor başlığı olacaktır.
Ayrıca Öcalan’ın Kürt-Türk ilişkilerine dair çizdiği çerçeve ile de hem güncel siyasi projelerinin hem de uzun süreli amaçlarının gerçekleşmesi için olanak yaratmaya çalıştığı kaydedilebilir. Dolayısıyla Kürt-Türk ilişkilerine dair görüşleri, güncel politik imkanların oluşturulabilmesi için pragmatizmi içerir; ama aynı zamanda mesela Ortadoğu’da öngördüğü nihai çözüm ve barış için hakikaten inandığı bir tarih ve gelecek kurgusunu da ifade eder. Öcalan, tarihsel olarak olumsuzlukları ve telafisi zor ihtilafları öne çıkarmak yerine, kendince olumlu gördüğü hususları öne çıkarıyor ve böylece, üstelik fazlasıyla bükülmüş bir tarih anlatısına rağmen, mevcut meselenin çözümüne dair de bir çıkış imkanı oluşturmaya çalışıyor. Kürtlere hiçbir şey kazandırmayan ve fakat Türklere kazandırdığı açık olan üç tarihsel kesitle, Kürt-Türk ilişkilerini stratejik düzeyde yeniden kurgularken, Öcalan’ın en çok da muhatap aradığı Türk tarafına mesaj verdiği söylenebilir. Öcalan’ın kurguladığı tarihsel kurgunun Türk alıcı bulması ise hiç de zor görünmüyor. Nihayetinde mesela Bahçeli ve Erdoğan da Malazgirt’te, Çaldıran’da veya Kurtuluş Savaşında Türkler ile Kürtlerin “kader birliği” yaptıklarını zaman zaman propaganda ediyorlar. Ama burada Öcalan ile Türk tarafının benzer tarihsel kurgudan umdukları sonuç aslında örtüşmüyor. Tamamen irrasyonel olan bu tarihsel kurgu, muhtemelen tarafların bir masa etrafında oturup konuşabilmelerini olanaklı kılabilir; ama bunun güncel meseleler için ne tür sonuçlar üreteceği ise, açıkçası bir muammadan ibarettir.
Öcalan, Türk-Kürt ilişkilerini ve özellikle de Türkiye’nin kuruluş hikâyesini tarihsel olarak yeniden kurgularken Yahudilere dikkat çekici şekilde yer veriyor. Açıkçası, Öcalan’ın İmralı sonrası kitaplarına bakılırsa Yahudilere yönelik olumsuz söyleminin sadece bu başlıkta karşımıza çıkmadığı görülebilir. Sol cenahta sıklıkla görülen, İsrail ile ABD’yi aynılaştıran ve haliyle kapitalizm karşıtlığı çerçevesinde neredeyse yeryüzündeki bütün kötülüklerin sorumluluğunu Yahudilere yükleyen söylemin Öcalan tarafından da tekrarlandığı ileri sürülebilir. Ayrıyeten Öcalan, Türkiye’ye teslim edilmesinde ABD ve istihbarat birimi CIA kadar İsrail ve istihbarat birimi MOSSAD’ı da sorumlu tutuyor. Bu durumda “yeni süreç” hakkında konuşulurken, Ortadoğu’daki gelişmeler nedeniyle Yahudiler başlığı ilginç bir hal alıyor. Daha önceki yazı ve yayınlarda da dikkat çektiğim üzere, bugünkü süreci mümkün kılan büyük oranda dış gelişmelerdir. Bu da İsrail-İran savaşıyla ortaya çıkan yeni bölgesel dengelerle ilgilidir. Hamas’ı ve Hizbullah’ı büyük oranda etkisiz hale getiren, İran’ı içe kapanmaya zorlayan ve epey de yıpratan İsrail’in saldırıları sonucunda Suriye ve İran’da yeni bir durum ortaya çıkabilir ve bu Türkiye’nin en büyük kaygısıdır.
Daha Rojava meselesiyle baş edememişken, örneğin İran’ın olası dağılması sonrasında ortaya çıkabilecek bir Rojhilat meselesi Türkiye’nin kabuslarını büyütüyor. Zira bütün bu meselelerin kendisine öyle ya da böyle yansıyacağından emin. Buradan bakıldığında İsrail’in baş aktör olduğu sarsıcı dış gelişmelerin zoruyla “yeni süreç” için adım attığı açık olan Türkiye ile İsrail hakkında hiç de olumlu görüşlere sahip olmayan Öcalan’ın yeniden masaya oturması ilginç bir döneme denk geliyor. Ve tarafların bu masada buluşmalarına zemin sunan faktörlerden birinin İsrail ve hatta Yahudi karşıtlığı olduğu ileri sürülebilir. Kuşkusuz, Öcalan’ın İsrail-Yahudi değerlendirmeleri güncel durumla ilgili değildir, yıllar önce yazılmıştı. Ayrıca Öcalan ile Erdoğan ve Bahçeli’nin birebir aynı şeyleri kastettikleri ya da ortaya çıkabilecek sonuçlar konusunda benzer beklenti veya kaygılara sahip oldukları da söylenemez. En önemlisi de, AKP ve MHP’nin içinden çıktıkları siyasi gelenekler, öteden beri Kürtlerin hak ve özgürlük davasını bir şekilde İsrail ve Siyonizm ile bağlantılı görüyor ve bu şekliyle karalayarak etkisiz kılmaya çalışıyor. Bugün ise, en çok da Öcalan’ı lider kabul eden yapılar için bunu yapıyorlar. Bu da, Yahudi karşıtı söylemin tarafların hem konuşmalarını olanaklı kılabilecek hem de çatışmalarına da sebep olabilecek bir faktör olduğunu gösteriyor. (Bu arada Kürt ve Türk ihtilafında anti-semitizmin nasıl yeniden üretildiğine dair ayrıntılı bir okuma için bkz. Fırat 2023.)
Din meselesine gelince… Öcalan’ın 1990’ların başından beri politik söyleminde İslam’a olumlu yer vermesinin esas nedenlerinden birinin dindar Kürtleri milli mücadeleye seferber etmek olduğu ileri sürülebilir. Bu iddia bugün için de geçerli kabul edilebilir. İkinci bir neden de kuşkusuz rakip güçlerin dini PKK’ye karşı kullanmasıydı; Türk devleti her fırsatta Kürtlere PKK’nin dinsizliğini propaganda edegeldi, PKK ile çatışan Hizbullah bizzat dinci bir örgüttü ve 2000’lerden sonra doğrudan rakip güç iktidar olan AKP idi ve o da dinciliği propaganda ediyordu. Bu durumda Öcalan’ın bu kozu ellerinden almak istemesi anlaşılır oluyor. Bunlar Öcalan’ın daha ziyade İslam üzerinden Kürtlere seslenmesi ve hatta İslam’ı mücadelesi için araçsallaştırması ile ilgilidir. Öcalan’ın İslam üzerinden mesaj verdiği diğer taraf ise, Türkler oluyor; din ortak paydası üzerinden Türk tarafıyla buluşabileceği bir zemin inşa etmeye çalıştığı kaydedilebilir. Kaldı ki, 2002’den beri Öcalan’ın doğrudan muhatabı, İslamcı olduğunu ileri süren AKP iktidarı ve lideri Erdoğan’dır. AKP’nin ortaya çıktığı günden beri savunduğu önemli bir tez de Öcalan’ın İslam üzerinden mesaj vermesini olanaklı kılıyordu. AKP’nin ilk günden beri ileri sürdüğü, ama en çok da on yıl önceki çözüm sürecinde öne çıkardığı bir propagandası mealen şöyleydi: Osmanlı zamanında “din kardeşi” olan Kürtler ve Türklerin bir sorunu yoktu, ama laik Cumhuriyetle birlikte iki millet arasındaki bu güçlü bağ ortadan kaldırıldı, İslam dininin kabul etmediği kavmiyetçilik esas alındı ve dolayısıyla Kürt meselesi de ortaya çıkmış oldu. Tabi bu propagandanın kısmi doğruluğu kabul edilebilir, ama tek başına esas nedenleri izah ettiği söylenemez.
Öcalan da bu propagandaya karşılık verirken, İslam’ın tarihsel olarak Türk-Kürt ilişkilerinde oynadığı “harç rolünü” öne çıkardı ve İslamcı rakibine propagandasına uygun bir çözüm zemini sundu. Dediğim gibi, bu yaklaşım on yıl önceki çözüm sürecinde epey belirgindi. Bugün konuşulan “yeni süreçte” de aynı aktörler var ve iki tarafın İslam üzerinden kurduğu tarihsel “kardeşlik” söylemi bir kez daha işlevsel kılınmak istenebilir. İki tarafın bir kez daha masaya oturmalarını muhtemelen en olanaklı kılan başlık bu olabilir. Ama “din kardeşleri” için yollar on yıl önceki kadar pürüzsüz görünmüyor. Her şeyden önce on yıllık bir yıkım var ortada ve bunun birinci dereceden sorumlusu laik Kemalistler falan değil, bizzat iktidarı elinde bulunduran Türk İslamcılarıdır. Kürtler, bir kez daha ve üstelik hiç olmadığı kadar, Türk İslamcılarının gerçek niyetlerini, programlarını ve siyasetlerini AKP ile acı biçimde tecrübe etmiş durumdalar. Türk İslamcılarının milliyetçilik ve Kürt meselesi gibi konularda geçmişten bugüne esasında laik Kemalistlerden hiç de farklı olmadıklarına artık kuşku yoktur. Dolayısıyla Öcalan’ın bahsettiği İslam ile Erdoğan’ın bahsettiği İslam aynı şey değildir; bilakis Kürt meselesinin çözümünü kolaylaştıran değil, bizzat bu meselenin ihtilaflı haline taraf olan ve dolayısıyla çatışan İslamlar söz konusudur ve bu, bugün yeterince görünür haldedir. Kaldı ki Kürt-Türk meselesi milli nedenlerden kaynaklanıyor ve İslam’ın milli meselelere önerebileceği çözüm, en fazla kısıtlı bir tolerans olabilir. İran ve Türkiye örneğinde ortaya çıkan sonuç ise, İslam’ın veya İslamcılığın hiçbir şekilde çözüm üretemediğidir. Bu önemli konuyla ilgili birkaç podcast yayını yapmıştım, verili ve detaylı şekilde bütün bu hususları anlatmıştım, mutlaka dinlemenizi öneririm (Ayrıca şu üç makaleyi okumanızı da öneririm Fırat 2020; 2021; 2024). Özetle bu başlığa dair; Öcalan’ın Kürt-Türk ilişkilerine tarihsel olarak harç yaptığı İslam, mevcut durumda tarafların konuşabilmeleri ve hatta uzlaşabilmeleri için ortak bir payda sunabilir; ama bunun sonuç doğurabileceğini beklemek, en azından İran ve Türkiye’nin İslamcı deneyimleri ortadayken, bence irrasyonel bir tutum olacaktır.
Sonuç olarak; burada konu ettiğim bütün bu başlıklar örneğin on yıl önce Kürt meselesinin çözümü için toplumu ikna edici güçlü argümanlar olabilirlerdi, ki çözüm sürecinde bence epey işlevsel oldular. Ama bugün için aynı derece güçlü argümanlar olduklarını söylemek zor görünüyor ve dolayısıyla çok daha sağlam söylem, siyaset ve gerekçelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Podcast Yayını için
KAYNAKÇA
Aksoy, Gürdal (2016). Dersim / Alevilik, Ermenilik, Kürtlük. İstanbul: İletişim Yayınları
Belge, Murat (2011). Militarist Modernleşme / Almanya, Japonya ve Türkiye. İstanbul: İletişim Yayınları
Beşikçi, İsmail (1991). Türk Tarih Tezi / Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu. Ankara: Yurt Kitap-Yayın
Beşikçi, İsmail (1992). PKK Üzerine Düşünceler: Özgürlüğün Bedeli. İstanbul: Melsa Yayınları.
Bruinessen, Martin van (2005). Kürtlük, Türklük, Alevîlik / Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri. İstanbul: İletişim Yayınları
Çakır, Ruşen (2011). Derin Hizbullah-İslamcı Şiddetin Geleceği. İstanbul: Metis Yayınları
Fırat, Nuri (2020). Bitlisî’nin ‘Mezhep Savaşı’: Bedirxan, Dr. Şivan ve Öcalan. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-81
Fırat, Nuri (2021). ‘Osmanlı Zımnî Sözleşmesi’: Kürtlerin Zaafı mı, Mecburiyeti mi?. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-97
Fırat, Nuri (2023). Kurd û Filistînî: Kevirê Seîd Serê Kî/ê Bişkîne. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-229
Fırat, Nuri (2024). İki Kürt Said: Türk İslamcılarının Riyakârlığı. https://nupel.tv/nuri-firat-iki-kurt-said-ve-turk-islamcilarin-riyakarligi/
Gezik, Erdal (2000). Dinsel, Etnik ve Politik Sorunlar Bağlamında Alevi Kürtler. Ankara: Kalan Yayınları
Gündoğan, Cemil (2012). Geleneğin Değersizleşmesi: Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle İlişkisi Üzerine. Büsra Ersanlı, Günay Göksü Özdoğan, Nesrin Uçarlar (Der.), Türkiye Siyasetinde Kürtler / Direniş, Hak Arayışı, Katılım içinde. İstanbul: İletişim Yayınları
Hür, Ayşe (2012). Anadolu’nun Kapısını Türklerle Kürtler Birlikte mi Açtı? http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/anadolunun-kapisini-turklerle-kurtler-birlikte-mi-acti-1098938/ Erişim Tarihi: 15.04.2020
Maksudyan, Nazan (2005). Türklüğü Ölçmek / Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1939. İstanbul: Metis Yayınları
Öcalan, Abdullah (1993). Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto). Köln: Weşanen Serxwebun
Öcalan, Abdullah (2013). Demokratik Uygarlık Manifestosu / V. Kitap / Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü / Kültürel Soykırım Kıskacındaki Kürtleri Savunmak. Azadi Matbaası (Yer Belirtilmemiş): Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
PKK (1984). Partiya Karkerên Kurdistan (PKK) Kuruluş Bildirisi. Köln: Weşanên Serxwebûn
Zürcher, Erik Jan (2005). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları